Toplumsal ve siyasal meseleler için psikolojik/psikiyatrik kavramların sıkça kullanılıyor olmasında apaçık bir özensizlik yok mu? Siyaset ve kültür alanında düşünmenin tavsamasına ve kurulaşmasına yol açan, cehaleti yücelten güncel darboğazdan çıkmanın bir aracı ve imkanı olarak psikiyatrik/psikolojik kavramlara başvurmanın esasına yönelik bir soru değil bu. Tam da kendine köstek olan bir tavırdan, psikolojik kavram ve değerlendirmenin siyasal ve toplumsal alanı büsbütün dışarıda bırakmasından söz açmaya çalışıyorum.
Örneğin “Türkiye toplumunda babaların çocuklarına yeterince göstermedikleri ilgi ve sevginin en sonunda siyaset sahnesinde kurtarıcı baba figürü arayışına yol açtığını” ileri sürmek, bir direnişi “babaya isyan” terimleri uyarınca ele almak ya da “bazı felaketler için yas tutamamış olmayı” toplumsal ataletin ve katılığın en önemli sebebi saymak daha baştan daireyi kapatmak anlamına gelmez mi? Bu tür önermelerin belirli bir soyutlama düzeyinde taşımaları muhtemel doğruluk payına, haklarında nihai bir değer yargısı oluşturmanın imkansızlığına rağmen, bütün ilgi ve merakı psikolojik/psikiyatrik alana hapseden bu jestin tuzağına düşmemeliyiz. Çünkü o jestin asıl içeriği siyasal ve toplumsal meselelerin böylece tözsüz bir yığına indirgenmesi, ve herhangi siyasal bir eylem fikrinin daha baştan geçersiz kılınmasıdır. Bu durumda bir de apaçık kötülüğün ve zalimliğin, tahakküm ve sömürü ilişkilerinin, sermayenin vahşi hareketinin, tüm bunları hepimizin gözünde doğallaştıran ve “mutluluğu meta piyasasının huzuruna çıkmakla” eşitleyen kapitalist ideolojinin kıyasıya eleştirisi için o kavramların sunabileceği esinleyici ve zenginleştirici içgörü de güme gitmiş oluyor.
Tam karşı kutupta yer almalıyız oysa. Dahası, sadece bununla yetinmeyip bu tür değerlendirmelerin fantazmatik boyutunu da açıkça sergilemeliyiz. Mevcut sosyo-simgesel düzenin yarıklarını kapatmaya yarayan, işlevselliğini Gerçek travma ve antagonizmayı maskelemesine borçlu olan bir bütünlük/tamlık fantazisi örneği değil midir karşımızdaki? Sosyo-simgesel düzenin, gündelik gerçekliğimizin yüzeyinde yapacağımız birkaç rötuşla (başka bir babalık pratiğiyle örneğin) ne muazzam bir mesafe kat edeceğimiz iması yok mu burada? (İdeolojik) fantazinin, simgesel kimliğimiz ve gerçekliğimiz (evren) sanki fiilen tutarlı ve bütün/tam bir mevcudiyete sahipmiş gibi davranmamıza izin veren şey olduğunu, simgesel tutarsızlığın açıklarını doldurarak gerçekliğin koordinatlarını sağladığını unutmayalım. “Düzene isyan edenlerin çocukluğunu yaşayamamış, dışlanmış, psikopatik karakter özelliği sergileyen bireyler olduğu” şeklindeki standart sağcı tezin matrisi de tıpatıp aynıdır.
Genel tıbbın popüler/medyatik uzmanları aracılığıyla başımıza kakmaya doyamadığı “vücuttaki serbest radikaller için günde şu kadar antioksidan, filan durum için şu kadar multivitamin” buyruklarını da buraya yerleştirebiliriz pekala. Aynı bütünlük/tamlık, eksiksizlik vaadidir yürürlükte olan. Her yerde karşımıza çıkan paralize edici, feci hijyen düşkünlüğü ve norm tiranlığı da bunun ekstrasıdır.
Depresyon tartışmalarını düşünelim örneğin: Depresif bireylerin toplumdaki oranının ne olduğuna (%5-10 mu yoksa %20-25 mi) ya da antidepresif tedavinin nasıl olması gerektiğine (asıl tedavi şekli ilaçtır diyerek çokuluslu ilaç şirketlerinin tuzağına mı düşmüş oluyoruz yoksa asıl olarak psikoterapide ısrar mı etmeliyiz) saplanıp kalmış olmak değil midir mesele? Hiç tereddütsüz itiraz etmemiz gereken gündemin tam da bu olduğunda ısrarcı olmalıyız asıl.
Gerçek- gerçeklik ilişkisini hatırlamanın tam yeri: Gerçek simgeselleştirmeye kesin olarak direnen ve onu önceleyen tözsel sert çekirdeği belirtir. Eşzamanlı olarak simgeselleştirmenin bizzat kendisi tarafından’ üretilen’ ya da varsayılan artıktır Gerçek. Bu “bölünemeyen artık” (indivisible remainder) geri-dönüşlü olarak, simgeselleştirmenin tutarsızlıkları aracılığıyla/içinde inşa edilebilir ancak. Bu anlamda simgeselin ötesinde yatan şeye işaret eder. “Simgeselleştirmenin dışında varlığını sürdüren alandır”. Demek ki nihai olarak betimlenemez bu X için görünür gerçeklik alanındaki yarıklara ve tutarsızlıklara bakacağız. Kapitalizmin sunduğu gerçekliğin ötesine, altta yatan şeye… Ruhsal sağlığın/hastalığın tıpkı doğal ve/ya da biyolojik bir antite gibi sunulmasının karşısında yapılması gereken ruhsal sağlığın/hastalığın bizzat kendisinin güçlü bir biçimde siyasallaştırılmasıdır. Depresyon ve kaygının niçin bu denli bir yaygınlığa ulaşmış olduğunu sormaktır. Onları kapitalist sistemin canavarca işleyişinin bedeli olarak kayda geçirmektir.
Şu bahsi de açalım: Politikadan arındırılmış bir birey anlayışı daha baştan imkansızdır. Bireyin ve sosyosimgesel düzenin analizi daima bir arada ve eşzamanlıdır ya da bireyin teşhisi çoktan kolektif bir teşhistir. Bireysel libidinal ekonominin politik ekonomiden ayrı olarak, belirli bir soyutluk içinde analiz edilmesi ve yorumlanması mümkün değildir. Yerli yerinde olmalıdır her şey.