State of Exception her ne kadar bizim dilimize çoğunlukla “olağanüstü hal” diye çevrilse de, exception (İstisna) sözcüğü “olağanüstü” ile karşılanamayacak, es geçilemez bir anlam taşır. Bunun önemi elinizdeki yazı için şu noktada ortaya çıkar: exceptiondan yola çıkarak kurulan bir analojinin tamamiyle hukuki bir değerlendirmeye imkan ve zemin sağlayacağı düşünülürse, “istisna”nın hukuki düzenle ilişkisine ait o ilk ipucuna dair anıştırmayı her zaman hatırlamamız gerekir. Çünkü Carl Schmitt’in formüle ettiği o hayati ilişki, içinde yaşadığımız hukuk düzeninin bir tarifini ortaya koyar aslında: “olağan durumda geçerli olan bir hukuk kuralında olduğu gibi, genel bir norm, mutlak istisnayı hiçbir zaman içeremez.”[1] Dolayısıyla hukuki varlığımızın çıplak hayatımızla tamamen iç içe geçtiği bu coğrafyaya mahkumsak eğer, böylesi bir hukuki değerlendirme mutlaka “yasa” ile ilgili uzamsal bir tartışmayı da yaratmak zorunda kalacaktır. Çünkü gerçekten de “yasa kendisini bir tür yer, bir topos ve bir vuku yeri olarak şekillendiriyorsa”[2] eğer, buradan hareketle (yani yasa ve düzen arasındaki bağı tekrar hatırlayarak) Gülen cemaatinin hareket kabiliyetine dair, dolayısıyla da hukukla siyasetin kesiştiği o muğlak alana ilişkin yeni bir tespite ihtiyacımız olduğunu söyleyememiz gerekir. Bu, Gülen hareketinin hukuksal düzenin topoğrafyasında bu veya bir başka biçimde geçerli-etkili olabilmesinin koşulunu sağlayan önemli bir ilişki formuna işaret eder. Bu ilişki formunu ise iki kavram üzerinden değerlendirmeye çalışacağım: istisna ve topos.
Schmitt’in Siyasi İlahiyat isimli kitabının ilk bölümün sonunda şöyle bir pasaj vardır: “eğer tümel hakkında doğru dürüst bir inceleme yapılmak istenirse, ihtiyaç duyulan tek şey, gerçek bir istisnayı bulmaya çalışmaktır. İstisna, her şeyi tümelden çok daha açık bir şekilde ortaya koyar. Tümel hakkında sonu gelmeyen konuşmalar uzadıkça bıkkınlık verir; istisnalar vardır. Eğer bunlar açıklanamıyorsa, tümel de açıklanamaz.”[3] Bu pasajı doğrudan alıntılamamın sebebi şu: basit bir akıl yürütmeyle istisnanın yerine cemaati, tümelin yerine de kadim Türkiye sağının, kökleri artık yaşadığımız toprakların en derinlerine kadar inmiş olan eserini, son dönem Türkiye siyaset hayatını koyalım. Tam bu noktada, şunu söylememe izin verin: istisnanın yukarıda es geçilemez olarak nitelediğim anlamı kuşkusuz bu pasajdan kaynaklanmaktadır. Fakat her ne kadar Gülen hareketinin bu bağlamda tümeli açıklamada (ve hatta belirlemede) ciddi bir pozisyonu olsa da, söz konusu ilişki sadece istisnanın tümeli açıklamasına indirgenebilir bir ilişki değildir ve “istisna” sözcüğü burada tümelle bir karşıtlık kurmak yerine, daha çok Hegelci anlamda bir Bütünlük oluşturur. Evet, mevcut siyasal ve hukuksal uzamın içinde normatif bir biçimde var olmadığı halde uzamı belirleme yeteneğine sahip bir yapıdan söz ediyoruz. Dolayısıyla gerçekten de genel bir normun içeremeyeceği istisnanın o kendine özgü mutlaklığı ve “dışardalığı” bizi doğrudan denetlenemez olanın el değmemiş topraklarına sürüklüyor. Fakat burada ucu açık ve denetlenemez olan, cemaatin kendisinden değil, onun tıpkı bir yasa gibi kendisini bir topos, bir vuku yeri olarak şekillendirmesinden kaynaklanıyor. İşte istisnai olan da tam bu noktada tümeli açıklamaktan (ya da bu potansiyelinden) öteye geçip topos adını verdiğimiz şeyin hukuksal geçerliliğini tesis ediyor. Kısaca içinde bulunduğumuz toposla istisnai bir ilişki kurulması söz konusu. Bu gerçekten de bir çeşit state of exception değil midir?: cemaat olduğu söylenen yapı-hareket (kurumsal anlamda mutlak olarak içerilemediği halde ve fakat tam da bu yüzden) Türkiye topraklarında hukuku kendine özgü bir biçimde askıya almış[4], bunun yerine de kendisini bir vuku yeri olarak, denetlenemez biçimde devreye sokmuştur. Dolayısıyla bu ilişki Gülen hareketinin topyekun bir “istisna(i)” olduğunu değil, istisnai bir hareket kabiliyeti ve topos arasındaki tepkimenin ona hukuksal düzende bir geçerlilik ve etki alanı sağladığını ifade eder. İlk anda bu vuku yerlerini cemaatin güçlü olduğu kurumlar olarak anlayabiliriz. Bunun ötesinde ise az önce değindiğim gibi, cemaatin üzerinde geçerli olduğu uzamı oluşturur. Bu noktada ise devreye exceptionun yukarıdaki kritik anlamından sonra state sözcüğünün müphemliği girer. State sözcüğü aynı zamanda “devlet” anlamına geldiğinden, bu topos, kurumsal siyasal iktidarın günümüzde en geçerli biçimi olan devlete gönderme yapmaktadır. Bu anlamda cemaat≡devlet düşüncesi kuşkusuz bir yanılgıdan ibaret olsa da onun kendisini topos olarak gerçekleştirmesi devlet formuyla sıkı sıkıya ilişkilidir denilebilir. (Belki de “pararel devlet”i böyle anlamak gerekiyor.) Dolayısıyla AKP ile Gülen hareketi arasında gerçekleşen edim, kendisini egemenliğin paylaşımında değil, tam da bu paralellikte ifade eder: toposun imkanı devlet formuna sıkı sıkıya bağlıdır. AKP ile Gülen hareketi arasındaki ilişki, “askıya alma”nın bu biçiminin gerçekleşebilmesini sağlayan işlemdir.
Peki yaşanılan krizi buradan hareketle nasıl konumlandırabiliriz? Bu soru önemli bir soruyu daha beraberinde getirir: söz konusu krizin bu “askıya alma” biçimindeki konumu ve ona etkisi nedir? Hatta bir tane daha ekleyelim: kriz, böylesi bir ilişki biçimine zaten içkin midir? Öncelikle burada bir parantez açarak krizden söz etmek gerekir. AKP ile Gülen Hareketi arasında –ayrıntıların da seçildiği net bir fotoğraf henüz çekilemese de - simbiyotik bir ilişki olduğu söylendi hep. Söz konusu krizin bir devlet (state) krizi olduğu yönündeki tespitler bu noktada önemli sayılabilecek bir hata payı taşımaktadır. Siyasal bir analizin, krizden önceki verileri gözden geçirerek bu krizi kategorize etmesi ya da şemalaştırarak adını koyması mümkün görünebilir fakat krizin olumsal bir biçimde gerçekleştiğini/gerçekleşiyor olduğunu da gözden kaçırmamalıyız. Diğer bir deyişle, bu başka türlü de gerçekleşebilecek, yani “ne zorunlu olarak gerçekleşen ne de olması tamamen olasılık dışı olan”[5] bir krizdir. (Kuşkusuz krizden kastım şike davasının, dersahaneler geriliminin, rüşvet ve yolsuzluk operasyonunun, görevden almaların ve devamı olan olayların dahil olduğu bu sürecin kendisi değil, sürecin kendisinin de dahil olduğu tamamlanmamış “sonuç-olay”dır). Eylemler (17 aralık operasyonu ve karşı hamleleri- buna savaş diyelim) planlanarak gerçekleştirilmiş ya da gerçekleştiriliyor olabilir; fakat bir sonrakine neden olan her hamlenin sebebinin önceden mutlak biçimde öngürülemez olan bir başka hamle olduğu ya da bunların eş zamanlılığı düşünülürse, krizin kendisi, olumsal bir biçimde yukarıda sözü edilen askıya alma biçiminde meydana gelmektedir diyebiliriz. Çünkü -istisnai ilişki biçiminde kurulmuş- dengelerde meydana gelen değişim ya da kararsızlık her zaman geçerli hukuk düzeninde, yani toposta, eş zamanlı bir “re-form”a sebep olur. Biçimdeki bu değişim ise belirli güçlerin iradesine doğrudan bağlı değildir. Dolayısıyla krizin kendisi söz konusu askıya alma biçimine içkindir fakat aynı zamanda bu askıya alma biçiminde bir değişime sebep olma –ve hatta askıya almanın askıya alınması- potansiyelini daima barındırır. Bu bir “yer değiştirme”dir ve bu noktada önemli olan yukarıda adını andığımız güçler arasındaki ilişkinin hukuk ve iktidar ilişkilerini de doğrudan belirleyen yapısıdır. Olumsal olan bu belirlemenin “oluş”udur.
“Yer değiştirme”yi ise Carl Von Clausewitz’in “Savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır” diye bilinen o ünlü sözlerinin bir yorumuna bakarak açıklığa kavuşturabiliriz: Michel Foucault’ya göre bu hipotez, iktidarın ne olduğuna dair bir cevaptır aslında. Buna göre iktidar ilişkileri savaşta ve savaş yoluyla kurulan belirli güçler arasındaki ilişkiye dayanır. “Eğer siyasi iktidar savaşı durdurup sivil toplumda bir barış hali tesis etmişse bunu savaşın etkilerini askıya alarak değil, söz konusu güç ilişkilerini ekonomik eşitliksizlere, dile, hatta bedenlere bir tür sessiz savaş yoluyla sürekli olarak yeniden kaydederek gerçekleştirmektedir.”[6] Dolayısıyla Foucault Clausewitz’in tezini tersine çevirerek okur: “siyaset başka araçlarla sürdürülen savaştır, yani siyaset savaşta ortaya çıkan güç dengesizliğinin onaylanması ve sürdürülmesidir.”[7] Bu tespitin bir diğer anlamı, tam da sivil barış içindeki siyasi kavgaların, iktidar içi çatışmaların güç ilişkilerinde meydana gelen değişmeler olarak okunabileceğine işaret eder. Söz konusu çatışmalar savaşın kendisinin epizodları, bölünmeleri, yer değiştirmeleridir.[8] Öyleyse kriz, bir yer değiştirme, epizod olarak başka türlü bir askıya almayı yeniden gerçekleştirir (burada askıya alınan yine, başta olduğu gibi, içinde yaşadığımız hukuk uzamıdır) ve mevcut güç dengelerinin verili konumlarını yeniden belirler. Kuşkusuz, analizini sunmaya çalıştığım kriz, sadece Gülen hareketiyle AKP arasındaki çatışmaya özgü bir süreç değildir. Ona özgü olan sadece bunun gerçekleşme biçimidir ve bu biçim, Foucault’nun kavramını kullanacak olursak, bir epizodlar çoğulluğunun tekil bir örneğini oluşturur.
Basitleştirecek olursak ilk askıya almanın askıya alınışı olan bu kriz, barındırdığı iç içe geçişlerden, taşıdığı potansiyellerden dolayı olumsal bir krizdir. Krizin belirlemeye çalıştığımız ilişki formuna etkisini düşünmek ise kuşkusuz bu yazıyla sınırlanamayacak bir uğraş. Fakat bitirirken, bu süreçte hukukun, yasanın da ötesinde tüm aygıtlarıyla birlikte, bir tahakküm prosedürünün uygulayıcısı haline gelmesinin aslında şu anlamı taşıdığını unutmamak gerekiyor: hukuk, bu savaşta bir silah haline değil, tam da bir silah olarak yargıç haline gelmektedir. Dolayısıyla sorgulanması gereken, sonunda AKP’nin ya da “cemaat”in kazanacağı bir savaştan öte, hukukun savaş ile siyaset arasındaki araçsallığını aşarak, istisnai bir yargıç olduğu yeni askıya alma biçimleri ile ilgili olmalıdır.
*Ankara Hukuk Fakültesi Doktora Öğrencisi, İnönü Üniversitesi Genel Kamu Hukuku Araştırma Görevlisi
[1] Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, Çev. Emre Zeybekoğlu, Dost Yayınları, 2010, Ankara, s. 13-14
[2] Jacques Derrida, Edebiyat Edimleri, Çev. Mukadder Erkan-Ali Utku, Otonom Yayıncılık, 2010, İstanbul, s. 215
[3] Schmitt, s. 22
[4] Slavoj Zizek’in dediği gibi: “hem Sol’un hem de Sağ’ın yüce veya temel bir kaygı adına hareket ederken başvurdukları, kendilerine has Hukuku askıya alma yolları vardır.”
[5] Aykut Çelebi, Risk Ve Olumsallık: Sosyal Teori-Sosyal Felsefe İlişkisini Anlamaya Yönelik İki Kavram, s. 25, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/470/5394.pdf
[6] Michel Foucault, Seçme Yazılar 1: Entelektüelin Siyasi İşlevi, Çev. Işık Ergüden-Osman Akınhay-Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, 2005, İstanbul, s. 98
[7] A.g.e., s. 98
[8] A.g.e., s. 99