“Ben mahiyetim ve maddem itibarıyla hiç ender hiçim.
Fakat bu hiçlikte Allah farklı varlık cilvesi lütfetti.
Allah bazen mücrim bir kuluna da değişik lütuflarda bulunabilir.
Nitekim öyle yaptı ve nadide bir cemaatle beni hemhal kıldı”.
Fethullah Gülen
AKP ile Gülen cemaati arasında süregelen “çatışma” çok geçmeden teatral maharetlerin sergilendiği bir şov kıvamına erişti kuşkusuz. MİT müsteşarları, savcılar, gazeteciler, birbirlerine hakaretler yağdıran İslamcı köşe yazarları, emniyet müdürleri, polisler, askerler, operasyonlar, bakanlar/babalar ve oğullar, ayakkabı kutularındaki paralar, gözaltılar, açığa alınmalar, merkeze çekilmeler, derken “paralel devlet” tartışmaları, bin bir çeşit komplo teorisi, her gün bir yenisi ortaya atılan senaryolar, beddualar, “acaba şimdi ne olacak” soruları… Hadi itiraf edelim; sürükleyici bir filmin son yarım saati kadar alımlı bir kıraathane gündemimiz oldu. Üstelik bu sefer “kötülük” halleri de aşikâr oldu, yani “kötülüğün” heterojenliği kanıtlandı, “kötüler” birbirlerinin “kötülüklerini” ifşa eder oldular, dahası birbirlerini “bize” de “kötülemeye” başladılar. Biz fakirler ise şunu anladık; “kötüler” her zaman fısıltılarla müşterek planlarını yapmazlar, “ayranlarını” tokuşturup zaferlerini kutlamazlar, olur ya “kötülüğü” bölüşemeyebilirler. Ve en önemlisi; “kötüler” kendilerine yapılan “kötülükleri” hiç unutmazlar, karşılıksız bırakmazlar, “kötüler” daha fazla “kötüleşmekten”asla çekinmezler.
Çok şey var, çok fazla yönü var bu “çatışmanın”. Siyaset bilimi tarihinde bir numune olabilir desek abartmış olur muyuz bilinmez, zira şu anki vaziyette hangi spekülasyonu yapacak olsak bağrına basabilecek bir gündem ortaya çıktı bile çoktan. Çünkü tüm boyutlarıyla “dışarıdan”analiz edilebilecek bir vaka değil bu, yani karşımızda bulunan şey ziyadesiyle “örtülü” bir tarihsel olgu. Her ne kadar şimdilerde somut göstergeleri olsa da, biz fakirlerin hiç görmediği restleşmeleri, bizim hayallerimize bile lüks gelecek rant hesaplarını, “kötülüğün” bilmediğimiz alfabesiyle yazılmış antlaşmaları içermiş olması pek muhtemel. Nice belgeler ortaya çıkarılmış, nice tutarlı açıklamalar yapılmışsa da “buzdağının görünmeyen kısmı” efsanesinin varlığı dahi yeterlidir bu hadiseyi temkinli açıklamaya. Nitekim ortada hiçbir gösterge yokken bile senelerdir “bizim” dahi işittiğimiz bir AKP-Cemaat çatışması “kehaneti” zaten mevcuttu. Kim bilir, belki hakikaten o spekülasyonların tarafları paranoyaklaştırması sayesinde ortaya çıkmıştır bu erk dalaşı, “kendini gerçekleştirmiş bir kehanet” gibidir belki…
İşte tüm husumetlerin, alametlerin ve muhtelif istikametlerin tartışıldığı şu günlerde benim ilgi çekmek istediğim kısım en alelade olandan başkası değil bu yüzden: Karşı karşıya gelen iki ismin karakteristiklerinde somutlaşan “siyasal tipoloji” ya da“post-karizmatik” travmalar yaşayan Erdoğan ile “cemaat” mefhumunun kişileşmesi olarak Gülen…
Bunlardan birincisi; Erdoğan, tipik olarak palazlanmış bir otokratlığı temsil etmektedir. Varoluşunun herhangi bir şekilde sorgulanmasını kolayca memleketin bekasına karşı bir tehdit olarak algılayabilmesi de bundandır. Memleket için en “hayırlı olan” siyasi yordamın kendi partisinde ve hatta bizzat kendisinde bulunan yetilerle mümkün olduğu kanaatini paylaşmayanları hiçbir vakit hazmedemeyen “Dini Şef”, şu ana kadar her türden itirazı “dış mihraklara”, “faiz lobilerine” yahut envai çeşit “darbe” girişimine bağlarken elbette ki pek tedirgin olmamıştı. Ancak şu anki siyasi ikbalinde bu sefer en hakiki türünden bir “mihrak” ile karşılaştığından, artık kendi kurgusuna kapılmaktan, o malum Kara Çarşamba’dan beri her gün yeniden üretmeye çalıştığı “yapay karizmasına” sarılmaktan, kendi yarattığı epik tahayyüllere inanmaktan gayri çaresi yok. Tek bildiği yol olan “geri adım atmamak” namına, Türkiye’deki yekûn mevcudiyet üzerinde kolayca tasarruf sahibi olabileceği narsistik uygulamaları pekiştirme telaşına düşmesinin nedeni bu. Öyle ki, bir ölüm-kalım mücadelesi ortaya çıkmışsa dahi “Dini Şef’in” kendi kaderine ilişkin düşünebileceği tek son, Yıkılmayan Adam filminin finalindeki -Cüneyt Arkın’ın “kötü adamlar” tarafından kurşunlanırken ayakta öldüğü- o absürt sahneyi çağrıştırır gibidir. Şu günlerde Erdoğan’ın resmine iliştirilen “sağlam irade” ifadesinin bulunduğu bannerlarla donatılan panolar tam da bu post-karizmatik travmanın göstergesidir.
İkincisi; Gülen, hep iddiasız olan ama hep var olan, hep iktidara yakın olan ama hiç iktidarda olmayan, kudretli olduğu söylenegelen ama bunu hep inkâr eden, kudretini tam da bugüne kadarki görünmezliğinden alan o Makyavelperver pratiği, tipik olarak modern siyasi lobiciliği temsil etmektedir. Memleket için, hatta memleketten öte “insanlık” için emelleri olduğunu iddia eden, fakat bunları hayata geçirirken asla acele etmeyen, yüzünü hep kendisine benzemeyenlere dönen, “dünyayla arasındaki savaşta dünyanın tarafında olan” Gülen, bugüne kadar karşılaştığı siyasi otoritelerle uzlaşmayı marifet bilmekte, her tokat yediğinde öbür yanağını döner gibi yaparken bir taraftan da müritlerini “dünya işlerine sızdırarak” özerk hareket alanını genişletmeye devam etmekteydi. Her daim “son ana kadar hamle yapmamayı” salık veren Gülen’in yüreğine şu sıralar o “son anın” gelmiş olduğu bilgisini düşüren şey ise kuşkusuz dünyadan gelen bir vahiy, hükümetin memleketteki müritlerini galebe çalmak yoluyla bu özerk alanı yok etmeye yeltenmesi oldu. Kıymetli “cemaatinin” en azından memleketteki vücudunu eninde sonunda müdafaa etmek zorunda olan Gülen’in görünmezlik pelerinini artık çıkarmasında bu bakımdan şaşılacak bir şey yoktur. Yani Gülen böylesi bir çatışmaya girmeseydi de aynı şeyin olacağını, otoritesini cemaate kabul ettirmeyi kafasına koymuş hükümetin onun Türkiye’deki müritlerine her iki durumda da zarar verecek olduğunu öngörmüş olabilir. Yine de şu anki “çatışma” bir ölüm-kalım savaşı halini alırsa, cemaat başka bir hükümetin yahut bir yeni-AKP’nin rahminde yeninden döllenebileceği inancına sahip gibidir. Bu yüzden Gülen’in kendisine biçebileceği muhtemel son tahayyülününde Cingöz Recai filminin finalindeki -Ayhan Işık'ın “CİNGÖZ RECAİ TUTUKLANDI” manşetleriyle kendi sonunu ilan eden gazeteleri sattığı- o sahneyi anımsattığı söylense yeridir. Gülen’in bu dünya dalaşının içinde “amel defterine” düşülecek muhtemel “yakışıksız” notları dert etmesi gerektiği halde, artık yeri geldiğinde beddua edecek kadar işin içine girebilmesi ise cemaatin kişileşmesi olan iradenin müritlerin arzu ve yakınmalarını seslendirdiğini gösterir.
Aslında bu iki ismin ilk cebelleşmelerinden bugüne uzanan süreç, Homeros’un Odyssea’sında yer alan bir karşılaşmaya oldukça benzer: Hani Truva Savaşı’ndan dönerken Odysseus’un yolu tepegözlerin [kiklopların] adasına düşmüştü de korsan çobanların konukseverliğini görmek için girdiği mağarada birden hapsedilmiş bulmuştu kendini, peşindeki on yiğitle birlikte… O kudretli, ürkütücü ve kendinden emin dev Polyphemos, karşısında yakaran kralı pek küçümsemişti hani. Odysseus’un yiğitlerini birer ikişer yerken böbürlenmeye başlamıştı tek gözlü dev; “en son seni yiyeceğim, budur konukseverliğim” demişti ona. Hatırlarsınız, ne kadar öfkelense de Odysseus, çaresizce tepegözün gönlünü hoş tutmaya devam etmişti. (Ne çare; onun kılıcı Polyphemos için kürdan gibiydi. Hem diyelim ki öldürdüler tepegözü; sonra onun ininden nasıl çıkacaklardı? Hepsi bir olsa da mağaranın çıkışında duran kayayı oynatacak güce sahip değillerdi ki).
Bu karşılaşma, kahramanın kendi egosuyla yüzleşmesi, kendi egosuna karşı giriştiği bir mücadele olarak yorumlanır çoğunlukla. Yine de burada iki farklı karakterin iki farklı temayülü fazlasıyla belirgindir; gösterişçi buyurganlığa karşı mütevazı tertipçilik…
Mitlerde nice arkaik hisseler vardır bugünün akla gelmedik halleri için. Polyphemos adını sorduğunda “benim adım hiç kimse” demişti İthaka kralı. “Ben hiç kimseyim”. Sonra en güzel şarabını sunmuştu tepegöze, egosunu okşamıştı sözleriyle, “sen devsin, ben hiç kimse” dercesine… “Tanrıların içkisini” gerçekten de pek sevmişti Polyphemos, şaraptan ve kendini beğenmişlikten sarhoş olmuştu, bu yüzden “daha da ver, daha da” derken sonunda “her şeyi yenen uykuya yenik düşüp” sızmıştı tek gözlü dev. Kibri de o küçük adamlardan çekinmesine elvermemişti hani. Sonra Odysseus gündüzden hazırlayıp sakladığı kocaman kazığı dört adamıyla çıkarıp çakmıştı devin tek gözüne uykuya dalar dalmaz. İşte Odysseus’un Polyphemos ile ilişkilenme formunun ironik mahiyeti işte tam o anda ortaya çıkmıştı. O anda acıyla kalktığında etrafı göremez olan devin bağırışları ortalıkta yankılanmış, o pek kendini beğenmiş böbürlenmelerin yerini bu sefer yardım çığırtkanlıkları alıvermişti. Komşuları, akranları olan diğer tepegözler kapıya gelip “neler oluyor sana” diye seslendiği vakit “hiç kimse gözümü çıkardı benim” demişti Polyphemos, “üstelik zorla değil, düzenle”. Akranları aldırış etmemişti onun bu anlamsız sözlerine, “hülyalara dalmış herhalde” diye düşünüp, dönüp gitmişlerdi.
Dahası da var; tepegöz, Odysseus’u haklamak için o kocaman kayayı çekip mağaranın çıkışına oturmuştu da, İthaka’lı yiğitleri mağaradan çıkan koyunlara bağlayarak, “sürüye karıştırarak” çıkarmıştı dışarı kral. Polyphemos öfke patlamasına yenik düşüp, kendi elleriyle açmıştı mağaranın kapısını onlara. Odysseus yokluğuyla alt etmişti devi…
Erdoğan ile Gülen arasındaki ihtilafların ilkin nasıl ortaya çıkmış olduğunu, rantlar silsilesinin nerelerde düğümlenmeye başladığı, evveliyattan bugüne uzanan tedirginliklerin olup olmadığı, karanlık kulislerde hangi kulaklara hangi adların çalındığı, “kötülük bloğunun” uzlaşma çatısını kuran hisselerin nasıl paylaşıldığı gibi ayrıntılara vakıf olanların etraflıca bir analizi gösterebilir muhtemelen. Ancak söylemsel eksende herkes tarafından fark edilen ilk şiddetli yarılma elbette ki Gülen’in Mavi Marmara eleştirisiyle görülmüştü. Bilindiği üzere dokuz Türk vatandaşının ölümüyle sonuçlanan olayın üzerine, Erdoğan vakit kaybetmeksizin mevcut krizin ortaya çıkardığı karizma tahtına oturup uluslar arası raconlar kesmeye yeltendiğinde, Gülen -çok basit bir noktaya dikkat çekerek- diplomatik çözümler yeterince zorlansaydı vatandaşlarımızın ölmeyeceğine yönelik bir mesaj vermişti. Açıkçası bu konudaki ihtilaflı yorumların gerçekten de Gülen ile Erdoğan’ın arasındaki -o vakit çoktan filizlenmiş olduğu söylenegelen- “çatışmadan” kaynaklanıp kaynaklanmadığını tam olarak bilemesek de, iki tarz-ı siyasetin perspektif farkı Mavi Marmara krizinde açıkça belirginlik kazanmıştı.
Hatırlarsınız, 10. Türkçe Olimpiyatları’nın açılışındaki (tam da cemaate ait karınca yuvasındaki) konuşmasında “bitsin bu gurbetlik” diyerek okyanus ötesine “dön artık” çağrısında bulunmuştu Erdoğan. Bir taraftan kendi muktedir siyasi iradesinin şovunu yaparken bir taraftan da o an için umut bağladığı alkış-metrenin Gülen’in foyasını ortaya çıkaracağını tahmin etmişti muhtemelen. Cemaat mensuplarının da aynı fikri paylaştığını işaret etti ona. “Dön artık”. Gülen’in ağlayarak reddettiği bu çağrı elbette ki bir davetten ziyade ezici bir icazetti. AKP’nin 10. Yıl Kongresi’nde ilan edilen “Yeni Türkiye’nin”, o kusursuz ütopik kurgunun, o fantazmagorik projelerin “süper Türkiye’sinin” artık Gülen’in de barınabileceği bir “cenneti” ortaya çıkardığının teminatını gösterir gibiydi Erdoğan. Zira “Müslümanlığa” zeval getirmeksizin “muasır medeniyetler” seviyesine eriştirdiğini düşündüğü “ülkesinde” 2023’e kadar yetişecek“nesiller” için planları hazırdı ve Gülen’inki gibi alternatif çabalara da ihtiyaç yoktu. Anlaşıldığı üzere yaptığı çağrı eninde sonunda “gel kanatlarımın altına gir” manasını taşıyordu.
“Ben demek çok çirkin bir şey de, bana yakışanı yapmam lazım” dedi Gülen buna karşın, Türkiye’de başına gelen felaketleri anlattı uzun uzun, “dramatik filmlerde olduğu gibi”. Sonra “ben anlatamadım, tebliğ edemedim onlara zamanında” diyerek başına gelenler için kendini suçladı çilekeş edasıyla. Erdoğan’ın “civanmertliğini” överken kendisinin geri dönmemesinin “saygısının gereği” olduğunu söyledi usulca. “Bu çağrı ilk değil” dedi sonra, kendisini önceden de çağıranların olduğunu söyledi. “%1 ihtimal dahi sizin yaptığınız o güzel işlere zarar vereceksem dönemem” diye ağladı Gülen. Erdoğan’ın güzel yarınlardan bahsettiği o günlerde Gülen ölümden bahsetti, vasiyetini söyledi, öldükten sonra Türkiye’ye gömülmekten bile vazgeçmişti.
Derken ansızın AKP’nin “hafiften” cemaat üyelerinin bürokratik konumlarından tasfiyesine ve ihalelerden uzaklaştırılmasına yönelik girişimlerde bulunmaya başladığı söylentileri çıktı ortaya, çeşitli köşe yazarlarının kalemlerinden dökülen cümlelerde “hissedilen”sürtüşmeler yaşandı. Tüm bunlar cemaatin “şefkat tokadı” olan“MİT operasyonu”ile birlikte aşikârbir krizin öncülerine dönüşecekti elbette. “Erdoğan’ın adamları” sorgulanmak için savcılığa çağırıldığında hükümet her ne kadar alelacele MİT görevlilerini koruma altına alan yeni bir düzenleme yaparakbu “tehlikeyi” bertaraf ettiğini sanmışsa da, “MİT operasyonu”Erdoğan’ın kendi yoz aparatlarını gerektiğinde hukuksuzca savunacağını teşhir edensembolik bir mahiyete de sahipti: “Demokratik bir ülkedeysek Erdoğan’ın adamları sorgulanamaz”.
Nitekim sonraki süreçlerde de Erdoğan topuklarını yere vurarak, omuz silkerek, tehditler savurarak kurumsal mekanizmalarını işaret ederken, Gülen manevi soyutlama düzeyi pek yüksek tebliğlerinde örtülü eleştiriler üretmeye ve ziyadesiyle sembolik hedeflere yönelmeye devam etti. Gerçekleşmiş olması muhtemel müzakerelerin ibresi (en sonunda Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın açıklamasıyla resmen deklare edilen) Gülen-AKP saflarının oluştuğunu ve (her ne kadar“ kaybet-kaybet” çatışmasına mahal vermek istemeseler de) tarafların iyiden iyiye birbirinden bağımsızlaşan ihtilaflı konumlanmasının netleştiğini işaret ediyordu.
Ancak elbette ki mızrak çuvala konmaz. Kısa süre sonra Eğitim Bakanlığı’nın dershaneleri kapatmaya yönelik bir tasarı üzerinde çalıştığı söylentileri ortaya çıkar çıkmaz hükümetin “yine” taviz vermeyeceği anlaşıldı. Zira Erdoğan’ın konuya ilişkin o coşkulu söylevinin açıkça cemaate otoritesini kabul ettirmeye yönelik bir tür “ya benimsin ya da kara toprağın” mesajını içerdiği de ortadaydı. Bunun karşısında cemaatin en etkili hamlesi, şüphesiz Erdoğan’ın “tek millet, tek devlet” retoriğine dayalı tek adamlığına, yani“devin tek gözüne kazığı çaktığı” hamle olan yolsuzluk operasyonuydu. Kabinedeki üç bakanın adının karıştığı yolsuzluğun açığa çıkarılması, “AKP ütopyasının” gerçekte asaletten yoksun bir kleptokrasi olmaktan öteye geçemediğini açıkça gözler önüne serdi. Sadece bire ve kendisine bölünebilecek “asal” bir hükümranlığa sahip olabileceği inancında olan Erdoğan elbette ki böylesi bir silleyi yiyebileceğini asla öngörememişti veilk otomatik tepkisi de bu operasyonun kendisinin şahsında Türkiye’ye karşı olan bir “darbe girişimi daha” olduğuna yönelik bilindik histerik poz kesmesiydi.
Dikkat etmek gerekir ki; “yedi düvelin” her zamanki düşmanlığına ek olarak bir “düşman” daha ilan etmekten müteşekkil olan bu siyasa şimdiye değin AKP’nin karşılaştığı itirazlara karşı uygulanırken kamuoyunda az-çok karşılık bulabilmişti. Fakat dinî bir hareketin dindar-muhafazakâr bir iktidara meydan okuduğu böylesi bir durumda, bu her zamanki kaba “şeytanileştirme” girişiminin başarıya ulaşması oldukça zor görünüyor. Çünkü “kâfirlerin” talep ve itirazları karşısında örülen duvarların harcı, dindar-muhafazakâr referanslarından ve sembolik dayanaklarından yoksun olarak karıldığında -hele ki “müminliği” bizzat iktidar tarafından evvelce onanmış olanların karşısında- soğumaz. Bu yüzden Erdoğan’ın -bugüne kadar bizzat kendi aparatları tarafından sivil topluma ait demokratik bir unsur gibi lanse edilmiş olan- Gülen cemaatine yönelik birden bire hâsıl olan kriminalizasyon girişimleri beyhude bocalamalardan öteye varamaz. Cemaati aniden “paralel devlet”, “illegal örgüt”, “çete”gibi ifadelerle anmaya başlaması Polyphemos’un “hiç kimse gözümü çıkardı” diye veryansın etmesine benzer gibidir gerçekten, bunlar bir otokratın fantezi çerçevesiyle sınırlı mütecaviz yakınmaları aşamaz. Üstelik aynı fevrilik ve aynı heybetli çalımlarla girişilen yeni HSYK düzenlemesinin muhtemel sonuçlarının da mağaranın girişindeki kayayı kendi elleriyle kaldıran devin trajikomik haletini ortaya çıkarması -velev ki böylesi bir prestij kaybının ardından- gayet mümkündür.
Tüm bunlarla beraber, bu çatışmanın Erdoğan’ı yıprattığı kadar Gülen’in sınırlarını da zorladığı söylenebilir. Nitekim bu süreçte Erdoğan’ın asalak politikaları kadar Gülen’in asalak örgütlenme modeli de açığa çıkmış, bu vakte kadar bir şekilde iktidarlarla çelişmeden muhtelif kadrolarda varlığını mayalayan cemaatin siyasi uzantıları ortaya çıkmıştır. İflah olmaz bir yasa koyucuya karşı giriştiği bu savaş, “hizmet” mefhumunun ve gözyaşları içinde yaptığı tebliğlerin bugüne kadar kendisine sağladığı imtiyazları su yüzüne çıkarmış, Gülen’in “hiçliğinden”, “sürgünlüğünden” ve “kulluğundan” bahsettiği yıllardan nasıl da nemalandığı ifşa olmuştur. İşte Gülen’in en büyük kaybı bugüne kadar bu denli büyümesini sağlayan o zararsızlık iddiasını, ahenkli mümin imajını, “hiç kimseliğini”, bir daha giyinemeyeceği o görünmezlik pelerinini kaybetmesi olmuştur. Sürümden kazanan bu sulugözlü mütevazılığın da bugüne kadar “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” edebiyatına sığınan diğer dinci siyasi iradelerino bilindik marifetini, o Tanrı tüccarlığını her daim paylaşmış olduğu tescillenmiştir: Onlar hep biz fakirler gibi basit birer “kul” olduklarını söyleseler de bizden çok daha “cool” olmayı her nasılsa daima başarmışlardır.