31 Ocak’ta HDP’nin örgütlediği bir konferansı izlemek için Ankara’daydık. HDP’nin yanısıra Rojava’dan PYD, Yunanistan’dan Syriza, Almanya’dan Die Linke ve Kıbrıs’tan da CTP “Radikal Demokrasi Mücadelesinde Yeni Muhalefet ve Örgütlenme Biçimleri” başlığı altında konuşmak ve deneyimlerini aktarmak üzere bir araya geldiler.
Beklendiği üzere en çok ilgiyi PYD çekiyordu. 2 yıldır verilen devrimci savaşın sayesinde geçtiğimiz ay içerisinde anayasasını ilan ederek özerk kanton bölgeleriyle yeni bir toplumsal biçimlenme sürecine giren Rojava deneyimini dikkatle dinledik. PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah, sürekli etnik, dini kimliklerden bahsetti. Süryaniler, Kürtler, Ermeniler, Araplar… İç savaşın sürdüğü Suriye’de politik-ideolojik kutuplaşmalar yerini sanki etnik ve dini ayrımlara bırakmış gibi göründü. Acaba bunda BAAS rejimi ve dolayısıyla Arap milliyetçiliğinin etkisi mi var? Arap milliyetçiliğinin dizayn ettiği o coğrafyada etnik ve dini ayrımların belirleyici olması, siyasetleri sosyalist, milliyetçi, liberal, muhafazakâr yapılarına göre ayırmadı mı?
Bir sonraki oturumda Almanya’dan Die Linke, Kıbrıs’tan CTP temsilcileri ve HDP’den Eşbaşkan Ertuğrul Kürkçü konuştu. Salonun dışındaki değerlendirmelerde Alman katılımcının Vikipedik konuştuğuna dair kanaat hakimdi. Bunun sebebi, önceki oturumda doğrudan bir devrim deneyiminin aktarılmış olmasıydı belki. Üstelik aynı oturumda Ertuğrul Kürkçü, son derece konsantre ve iyi hazırlanmış bir sunuş yaptı. Kürt meselesinin salt ulusal bir mesele olarak yorumlanamayacağından ve feminist, anti-militarist, ekolojist bir solun imkânsızlığından bahsetti. Kendisinin eşbaşkanı olduğu HDP de hem kimlik hem emek siyasetini buluşturmaya çalışıyor. Üstelik buna ekoloji mücadelesini de eklemleme muradında. O anlamda “yeni sol” dediğimiz yolu açmaya çalışacak anladığım kadarıyla ve derdi de bir kitle partisi yaratmak. Yukarıdaki paragrafta, PYD’nin söylemindeki etnik ve dini aidiyetler ağırlığına HDP’de de rastlıyoruz. Adı üstünde: Halkların demokratik partisi! Suriye’deki Arap milliyetçiliği, burada Türk milliyetçiliği olarak işlendi. 1915’te, 6-7 Eylül’de, 30 senedir Kürdistan’da devletin o ya da bu sebeple halklara karşı işlediği suçlar silsilesi oluştu. Türkiye’de siyasi ayrımlar, bireysel tercihler genelde kültürel olarak gelişti. Bu nedenle HDP’nin “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” siyasetinin gerçeklikle arasında çok mesafe var mı?
Son oturumda Avrupa solunun gözbebeği Syriza sahnedeydi. Onlar komşudaki kriz sonrasında öyle bir yükseldiler ki… Muhtemelen önümüzdeki seçimlerde birinci olacaklar. Meşhur sloganlarımızı düşündüm. “IMF’ye borç morç ödemeyiz” deriz. Bu soru soruldu Syriza’ya, “Siz iktidar olursanız ödeyecek misiniz?”. Gerçeğin sınırlarına davet etti Syriza’dan gelen Tsipras. Bu sırada KKE’den, yani Yunanistan Komünist Partisi’nden söz açmanın tam da sırası. Maksimalist ve acil ihtiyaçlara somut yanıtlar veremeyen ve bundan dolayı solun en güçlüsü “unvanını” açık ara farkla kaptıran KKE, konu Syriza’yı suçlamak olunca çok cömert. Herhangi bir sorun mu var: “Bu sistemin sorunu!”. Oysa onun sistemin sorunu olup olmamasının bir önemi yok. Yani çelişkiler keskinleşsin diye ömür böyle geçmeyecek! Bir diğer soruda “PYD’nin, HDP’nin halklara ve kimliklere vurgu yapan söyleminin Syriza’da olmadığı” merak konusuydu. Yunanistan’daki asıl meselenin yoksulluk olduğu söylendi. Ancak seçimin maalesef bir diğer galibi faşist Altın Şafak ile Syriza’nın her alanda çatıştığını düşününce, Syriza zaten bu temeli de içermiyor mu? Syriza’yı seyrederken sunumda sıklıkla söylenen “Square Movements” aklıma takıldı. Syntagma Meydanı’ndan zaferle çıkan Syriza, oradaki talepleri kendi politik programına eklemlemeyi bildi. Farklı talepleri ortak bir programatik belge ardına dizdi ve bunu yaparken Syntagma’nın diğer bileşenleriyle kendisini ayırdı. Ya Gezi Parkı? Kimimizin yaptığı “Aman Gezi’yi sahiplenmeyin” gibi, “aman uyuyan güzeli uyandırmayın” politikasızlığı nasıl olacak da böyle hegemonik bir projeye evrilecek? Ya da böyle bir ihtiyacı yok mu? Küreselleşmenin ters sonucu da Taksim’i Atina’dan, Portekiz’i New York’tan, Tahrir’i diğerlerinden koparmak mı?
Bir konferans elbette modeli hazır halde vermez. Türkiye’de solun ne yapması gerektiği sorusunu da yanıtlamaz. Ben Syriza’ya ve PYD’ye dönük hayranlığın onları “mehdi” konumuna sürüklediğini düşünüyorum. Sanki Syriza Yunanistan’da gelecek, Merkel’e hak ettiği ayarı verecek, neo-liberallar titreyecek ve emeğin Avrupası yaratılacak. Böyle bir şey yok. Nasıl mümkün olabilir? Mücadele yalnızca daha da zorlaşarak devam edecek, Syriza’nın üstesinden gelmesi gereken sorunlara Türkiye’deki, İtalya’daki, Suriye’deki ve dünyanın her yerindeki yoldaşlarının yardım etmesi gerekecek. Soldan bakanlar nasıl küreselleşecek? Öte yandan PYD, özerk kantonlarını kurup “İşte dünyaya örnek teşkil eden model” deyip bir kenara çekilmeyecek ya da beğenmediğimiz Türk dış politikasına tokat atmış olmayacak. Aksine, hayatın sorunları kantonların sürekliliğini tehdit etmeyecek mi? Türkiye sınırı olması hasebiyle ekonomi ve güvenlik sorunları Türkiye’nin desteği olmadan nasıl çözülür, bilmiyorum. Galiba konferansın benim aklıma düşürdüğü en tehlikeli soru da buydu.
Syriza, geçen yaz bir koalisyon olmaktan çıktı ve tek bir parti formatına büründü. Bu aynı zamanda bileşenler ve bağımsız bireylerle örülü HDP için de bir model olabilir mi? Evet, HDP başlı başına zaten bir parti; ama onlarca bileşenle hareket eden Syriza da birliğini seçimlere endekslemedi. Bu tartışmanın çıkış yolu model aramaktan değil, içeriği tartışmaktan geçiyor. HDP programını destekleyenler, kendi örgütsel varlığını Syriza’daki gibi bir üst potada olgunlaştıracak mı? Bilemiyorum.
Konferansın üst başlığı “Radikal demokrasi” idi. Türkiyeli okur bu kavramla İletişim’den çıkan Hegemonya ve Sosyalist Strateji kitabıyla tanıştı. Kürt siyasi hareketi ise bunu daha sonra temeline aldı. Bu da hegemonik bir siyaset arayışını yeniden düşündürttü ve Paul Hirst’ünyazdığı bir şeyi aklıma düşürdü: “İnsanlar 21. yüzyılda sosyalizmi tercih edecekse, bu karar mekanizmalarına katılımları ile mümkün olacak”.
Reçete yok. Ama “kitle partisi” tartışmasına ihtiyaç var. Kitleselleşme nasıl olacak, bilmiyorum. Bütün bunlar Ankara’daki bir konferansın benim sınırlı dünyamda açığa çıkarttığı düşünceler ve sorular…