Dersim katliamı yeniden politik gündemin en önemli başlığı haline geldi ancak önceki gündeme gelişlerde görüldüğü gibi, yine belagate kurban edilme tehlikesi altında tartışılıyor. Tarafların, Türkiye’nin modernleşme, ulusal kimlik inşası deneyimleri ile yüzleşmek yerine, Dersim sorununu eklemleme/ yeniden anlamlandırma çabaları, demokratikleşme, geçmişle hesaplaşma ve sair iddiaların aksine, eşit-özgür yurttaşlık idealine hala çok uzak olduğumuzun göstergesidir. CHP’nin aktörleri, bu tartışmayı sosyal demokratlaşabilmek için bir fırsat olarak kullanmak yerine iç siyaset malzemesi haline getirirken, alışageldiğimiz ulusal cemaat için farklılıkların vurgulanması alerjisini sürdürmektedir. Dokuz yıldır iktidarda olduğu halde hala “kutsal mazlumluk”u politik kutuplaşmanın temel belirleyeni haline getiren AKP, siyasi muarızının tarihine yaptığı göndermelerle kendi kimliğini pekiştirme, CHP Genel Başkanının Kürtlüğünü-Aleviliğini öne çıkarma stratejisiyle Alevi-Sünni eksenli tarihsel ve sosyolojik kutuplaşmayı derinleştirmektedir.
Bu metin, CHP’nin, hatta Mustafa Kemal’in kişisel olarak Dersim Katliamındaki sorumluluğu üzerine değildir çünkü bunu tali bir mesele olarak görmektedir. Bununla birlikte, konuya dair bir not düşmeden bu meseleyi geçiştirmek de mümkün değildir çünkü Dersim katliamı Kemalist modernleşme anlayışının bir ürünüdür. Bu modernleşme anlayışının temel uğraklarından birisi, toplumu medenileştirmek, ıslah ve terbiye etmek, yeniden biçimlendirilen ve tabi kılınmış bedenler üretmektir. Bu anlayış, ulusal cemaat içinde etnik, dinsel farklılaşmaya müsamahakâr olmadığı gibi, farklı olma talebini, farklı bir kültürel kimliği yaşama hakkını, ulusal birlik adına bastırır, gerektiğinde şiddet yoluyla yok eder. Cumhuriyetin ulusal kimlik inşasında Alevilerin yurttaşlar topluluğu içine dâhil edilmesinin tek yolu, Cumhuriyetçi kadroların “öz Türk” çağrısına icabet etmektir. Öte yandan, Aleviliği farklı bir dinsel kimlik, kültürel fark olarak kuran öğeler, bastırılması gereken geri kalmışlık, cehalet olarak görülür. Dersim’in “hadd-i tedîb”ine karar verenler, bu modernleşme, ulusal kimlik projesinin özneleridir. Not edilmesi gereken, bu öznelere, Celal Bayar yanı sıra Türkiye muhafazakârlarınca saygıyla anılan Adnan Menderes, Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir’in de dâhil olduğudur.
Ayrıca vurgulanması gereken, yine muhafazakârların referans ve reverans figürü olan Abdülhamid döneminin modernleşme anlayışıyla (ya da genel olarak 19. yüzyıl Osmanlı modernleşmesiyle), Kemalist modernleşme anlayışı arasındaki sürekliliktir. İlkinde de modernleşme medenileşme demektir ancak Kemalist etno-seküler kimlik arayışından farklı olarak, medenileşme Sünni-İslam’ın yol göstericiliğinde olacaktır. Nitekim Kemalist modernleşmenin muarızı olarak politik güç kazanan muhafazakâr modernleşme sözü edilen güzergâhta yol alacaktır: Modernleşme ve Sünnileş(tir)me birlikte sürdürülecektir (az vurgulanan bir yönü de gayri-Müslimlerin Müslümanlaştırılmasıdır). Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya, 1935 tarihli Dersim’e yönelik bir harekâtı savunurken, 1876’dan sonra on bir defa bölgeye askeri harekât düzenlendiğini ancak bu harekâtların “hastalığı ne tahlil ne de tedavi” edebildiğini söyler. Oysa “Cümhuriyet devrinin, şiarı, memleketin esaslı ihtiyaçlarını esasından tedavi etmek ve asıl hastalığı tedavi eylemek olduğu için burada da medeni usullerle bir tedbir düşündü ve bu programile memleketin her yerinde olduğu gibi buraların da Cümhuriyetin feyizlerinden istifade etmesini temin edecektir.” (TBMM. Zabıt Ceridesi, Devre V, Cilt 7, İçtima 1. 25-XII-1935. s. 175) Bu konuşmada, hem Dersim gibi medenileştirilmesi gereken alanlar konusunda Osmanlı’dan devralınan miras ve süreklilik vurgulanmakta, hem de modernleşme ideolojinde ıslah/tedip/hastalık/tedavi gösterenlerinin nasıl eklemlendiği görülmektedir. Dersim sorununda sıkça yapılan hastalık, çıban, neşter vurmak, tedavi etmek ve sair tıbbî göndermelerle toplumun organik bir beden gibi kuruluşu, üzerinde ayrıca durulması gereken bir sorun alanı olmakla birlikte, şu aşamada metnin sınırları dışındadır. Bununla birlikte hemen not düşmekte fayda var: 1876’dan sonra on bir defa yürütülen harekâtlar, muhafazakârların ve İslamcıların, Necip Fazıl Kısakürek’in ifadesiyle, “Ulu Hakan”ı dönemidir.
Necip Fazıl’a geçiş yapmakla, asıl muradımıza da gelmiş bulunuyoruz. Başbakan, Dersim Katliamına ilişkin belgeleri açıklarken Necip Fazıl’ın Son Devrin Din Mazlumları kitabına referans vermeyi ihmal etmedi. Üstad’ı ne kadar sevdiği hepimizin malumu. Hatta Cumhurbaşkanının, Necip Fazıl’ın öderliğini yaptığı Büyük Doğu geleneği içinden geldiği de bilinmektedir. Dahası, Necip Fazıl için, milliyetçi muhafazakârlığın, muhafazakâr milliyetçiliğin, İslamcılığın, merkez sağın kavşak noktasını işgal eden isim demek abartı olmasa gerek. Dersim meselesinin, “merhum Üstad Necip Fazıl'ın kalemiyle bir nesle en doğru şekilde aktarıldığını” ifade eden Başbakan, “Üstad Alevi dememiştir… Bakın burada Üstad 'Kürt' dememiştir, 'Ermeni' dememiştir... Necip Fazıl, Dersim'i ve Dersimlileri, din mazlumları sınıfına alarak, onlara sadece insan gözlüğüyle bakarak, insani bir trajediyi bizlere aktarmıştır.” diye ekledi. Dersim sorununu eklemlemek, politik mücadelenin elbette meşru bir veçhesidir ancak bunu Necip Fazıl’a referansla yapmaya kalkışmak en fahiş ve sonuçları itibarıyla trajik hatalardan birisi olsa gerek. Konuşma içinde tali gibi görünen ama Necip Fazıl’ı tanımak için önemli bir noktadan giriş yapılabilir. Necip Fazıl’da Kürtlük, Alevilik, Ermenilik, bu kitabının sınırları içinde yoktur ama “insan” da yoktur, sadece Türklük ve Müslümanlık vardır. Dahası, Necip Fazıl’ın ideolojik dünyasının esaslarından birisini oluşturan, yoğun bir anti-semitizm vardır. Sadece bir örnek: kitapta, “biricik şeriat bağlısı ve koruyucusu” Abdülhamid’i yıkma girişimi olarak anlattığı 31 Mart olayı, “Yahudi, dönme ve masonların” bir komplosudur Necip Fazıl’a göre.
Sahiden de Necip Fazıl, Dersim meselesini tartışırken Alevi dememiştir ama bizatihi bu demeyişte bir garabet yok mudur? Asıl üzerinde durulması gereken bu sessizlik değil midir? Aynı Necip Fazıl, anılan diğer isimlerin Nakşibendîliğini, Nurculuğunu belirtmekte sakınca görmezken neden Dersimlilerin Aleviliğini vurgulamaz? Sorunun basit yanıtı şudur: Necip Fazıl açısından Dersimlilerin Aleviliğini vurgulamak, onları “din mazlumları” kategorisinden çıkarır. Dikkat edilirse, Dersim katliamı, Necip Fazıl için, “En aşağı 50.000 müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından” önemlidir ve Dersim katliamının sorumlularının “dayandığı tek sebep de bir takım asayişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu’yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslamî rengidir”. (Başbakan’ın atladığı ancak üzerinden atlanmaması gereken önemli bir not: Necip Fazıl, katliam sırasında Celal Bayar’ın başvekil, Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı olduğunu da vurgular.) Hâsılı dikkat çekmeye çalıştığımız, Dersimlilerin dinsel kimliğine dair vurgunun Müslüman-İslam olmakla sınırlı kalmasıdır. Burada Müslüman göstereninin, pekâlâ bütünleştirici, kapsayıcı bir söylem içinde eklemlendiği sonucu çıkarılabilir ancak müellif Necip Fazıl olunca, amacın bu olmadığı kesindir çünkü Necip Fazıl, Başbakanın iddia ettiği gibi Alevi kimliğine gözlerini kapamış bir şahsiyet değildir. Necip Fazıl’ın Aleviliği nasıl algıladığını, anlamlandırdığını anlamak için başka bir kitabına, Doğru Yolun Sapık Kolları’na bakmak gerekir çünkü Necip Fazıl, Aleviliği (ve Şiiliği de) “sapık kollar” arasında sayar. İmam-ı Rabbâni’nin Alevilik yorumunu takiben, Şiilik ve “onun kollarından Rafıza”, Alevilikle birlikte sapıklıkların en korkunçlarıdır. “Ruhları İslâm aşkiyle dolu en büyük üç Türk hakanından Fatih, Birinci Selim ve İkinci Abdülhamid”in Alevilikle mücadele ettiğini ve büyük ölçüde de engellediğini belirtir. Buna rağmen önüne geçilemeyen ve bugün Türk nüfusunun “bilmem yüzde kaçını temsil eden Alevilik aynen İmam Rabbâni ölçüsüyle din ve dünya cahili ellerde, kutusunun içi boş bir etiketten ibarettir.” Alevilik, ancak “hiç kelimesiyle belirtilebilecek pasif, fakat her an ve her türlü din aleyhtarı cereyanlarca istismarı mümkün bir manzara arz etmektedir.” Nitekim Kısakürek’e göre, Aleviler, “Devrim denilen davranışlarda .... İslâm esaslarının kıyımına seyirci kalacak bir sınıf olarak istismar ve bahane mevzuu olmuştur.” Dolayısıyla, “kör ve habersiz bir gelenek yolundan gelen Türk Alevilerinin kültür, telkin ve temsil yoluyla fethedilmesi lazımdır.”
Bu metin, Başbakan’ın Dersim konusunda temel referansı olması nedeniyle Necip Fazıl’la sınırlı tutulmuştur ancak Türkiye Sağının Aleviliği nasıl anlamlandırdığını okuyabilmek için Nurettin Topçu, İbrahim Kafesoğlu, Muharrem Ergin, Osman Turan gibi sayısız muhafazakâr-milliyetçi kalem erbabına da bakmak, bu zincirin son halkalarından birisi olan İsmet Özel’in “herkes Türkleşecek, Aleviler Sünnileşecek” çağrısına dikkat etmek gerekir. Dahası, muhafazakâr modernleşmenin, ulusal kimlik inşasının da Alevilere asimilasyon ve katliamdan başka bir şey getirmediğini görebilmek için “yüzde 99’u Müslüman” klişesine, Çorum’a, Maraş’a, Sivas’a ve Gazi mahallesine bakmak yeterli olacaktır. Türkiye Sağının Alevilik “performansı”, bugün bile, Aleviliği bir politik kutuplaşma aracı olarak kullanmak yönündedir. Başbakan’ın Dersim katliamı tartışmasında CHP Genel Başkanını Aleviliğini “itiraf etmeye” davet etmesinin arkasında sinik bir haz yok mu? Referandum ve seçim mitinglerinde Aleviliği, kolektif bir endişe kaynağı haline getiren, Sünni muhafazakârlığın “sapkın Alevilik” algısını derinleştiren bu söylem, AKP’yi belki daha fazla oyla iktidar yapar ama demokrat yapmayacağı kesindir.