Kaç gündür uçakların “yanlışlıkla” ve “terörist” sanarak “imha” ettiği 35 köylünün ölümü konuşuluyor. İçişleri Bakanından Başbakana dek herkes “olay üzücü ama” diye başlayan cümleler ile bu “imha”yı mazur gösterme derdinde.
Başabakan olayı mazur göstermek için “Ama daha öncede Hantepe baskınında katırlarla içeriye silah sokularak askerlerimiz şehid edilmişti” diyerek hava operasyonunun önleyici bir tedbir olarak doğruluğunu ifade ediyor, dahası herkesin eleştirdiği MİT’e sahip çıkarak bunlar yanlıştır diyor. Oysaki bağlantı yanlış. Hantepe vb. meselede esas sorgulanan şey istihbarat yetersizliği ya da müdahalede yaşanan zaafiyet değildi. Orada istihbarat uçakları geçişi tespit ettiği halde, bilinçli olarak müdahale edilmemişti. TSK danışıklı dövüş poltikası ile bilerek müdahale etmemişti. TSK’nin gücünden bir şey kaybetmemek için savaşı devam ettirmek için askerler yem olarak kullanılmıştı. Kısacası orada da mesele İstihbarat zaafı değildi. Burada da mesele İstihbarat zaafı değil bilinçli işlenen bir cinayettir. Tıpkı Hantepe de olduğu gibi.
Gelin meselenin adını doğru koyalımn. Bu bir Dersim’dir çünkü Dersim’de de “hava kuvvetlerimiz şakileri bombalamakta”ydı. Bu bir ikinci Mustafa Muğlalı olayıdır, o da kaçakçılık yapan köylülere vur emri vermişti. Diğer yandan bu olay Irakta’ki akıllı bombaların “yanlışlıkla” evleri bombalaması ile aynı mantık.
Herkes istihbarat zaafından söz edip duruyor hiç kimse şu soruyu sormuyor, gerilla da olsa silahlı savaş içinde can da yaksa PKK’lileri uçakla bombalayarak imha etmek nasıl bir insanlık, nasıl bir “terörle mücadele” yöntemidir.
Libya’da Kaddafi’nin uçaklarının isyancıların kaldığı iddia edilen bir evi bombaladığı iddiası, Libya’ya müdahalenin pimini çeken olaydı. Oysa aynı şey bizim ülkemizde bizim ordumuz tarafından yapılınca bunun adı meşru terörle mücadele oluyor. Kendi topraklarını, kendi halkından birilerini uçaklarla bombalamak mıdır terörle mücadele. Son zamanlarda sürekli kullanılan bir kavram var “orantısız güç kullanma”. Ellerindeki makineliler ile askeri hedeflere saldıran eli silahlı adamları uçakla bombalamak orantılı bir güç kullanımı mıdır? Bunun Saddamın uçaklarının Kürtlere bomba yağdırmasından farkı nedir, bu türlü bir güç kullanımını olağan gören Tayyip Erdoğan ile Saddam ya da Esad arasındaki fark nedir. Tek farkı diğerlerinin askeri darbe ile iktidara gelip, Erdoğanın sandıktan çıkması mıdır. Çoğunluk partisi olmak kendi halkını bombalamak, kendi halkına dönük bir soykırım uygulamaya niyetlenmek hakkını verir mi?
Seçimle gelen monarklar söz konusu değil midir? Söz konusu soruyu seçimle gelen krallar biçiminde soran siyasetbilimci Maurice Duverger çoğunluk iktidarı ile yönetilen rejimlerde başbakanların başkanlık yetkisini andırır güçte hükmetme gücü kullanmasını demokrasi içinde görmüyor. Peki bu durumda Erdoğan da aslında seçimle gelen bir kral, değil mi? Bu durumun neresi demokrasi. Demokrasi denen şeyi artık insanları salak yerine koyan bir kandırmacaya dönüştüğü açık değil mi?
“Günümüzde adına demokrasi denilen, ancak gerçekte “halk egemenliği”nden tamamen uzaklaşılmış bir çağdaş kölelik düzeni içerisinde yaşıyoruz. Bir zamanlar insanlar, mutlak ve sınırsız yetkilere sahip olan kralların, sultanların, imparatorların, diktatörlerin zulüm ve baskılarına karşı özgürlük mücadelesi verdi. Mutlakiyetçi yöneticilerin yetkilerinin sınırlandırılması ve yetkilerin parlamentoya devredilmesi demokrasi yolunda büyük bir kazanımdı. Ancak günümüzde bu kez parlamentoların ve siyasal iktidarların mutlak ve sınırsız yetkileri altında halk her geçen gün daha fazla ezilmektedir. Eskiden “ırsen gelen krallar” vardı, şimdi ise “seçimle gelen krallar”!.. Bugünün politikacıları ile dünün monarkları arasında güç ve yetki kullanımı yönünden pek çok açıdan benzerlik olduğunu söylememiz mümkündür. Günümüz demokrasilerinin bir çoğunda siyasal iktidarlar “mutlak despotizmi” temsil etmektedirler. Bugün adına demokrasi dediğimiz siyasal sistemde “halkın egemenliği değil; “siyasal iktidarların egemenliği”, “politikacıların egemenliği” ve bununla birlikte “çıkar gruplarının egemenliği” sözkonusudur. Bazı demokrasilerde ise lider diktası hakimdir ve dolayısıyla siyasal yönetim bir liderin veya liderle birlikte dar bir siyasi kadronun egemenliği altındadır. Özetle, günümüz demokrasilerinde en önemli sorunlardan birisi “siyasal gücün sınırlı olması” ile ilgilidir.”[1]
Bunları yazan demokrasi düşmanı biri değil, bunları yazan bir anarşist değil, bunları yazan tam bir liberal. Yani günümüzde “çoğunluk istibdadı” denen rejim biçimini liberaller bile savunmuyorlar. Günümüz demokrasisinin sefaleti bir başka yazı konusu, burada konunun demokrasi ile olan bağlantısının nedeni AKP’nin demokrasi konusunda bel bağlanan hallerinin bugün vardığı nokta. Ama asıl önemlisi çoğunluk gücünü snırlayacak güçlü sosyal direnç noktaları olmadığında demokrasi denen şeyin bir felaket haline dönüşeceğine güzel bir örnek olması.
Hal böyleyken demokrasi denilen rejimin tehlikeli bir kitle imha silahına dönüşmesini hangi güç engelleyecek, demokrasi ile iş başı yapan monarklarıın modern devletin tüm baskı araçlarını keyfi bir biçimde uygulamasının önüne geçmek için azınlık ne yapacak. Azınlık kendini demokrasi denilen ölüm makinesinden nasıl koruyacak? Sistem karşıtları Erdoğanın gadabından kendini nasıl koruyacak, bu monarkı ya da ondan önceki ve sonraki monarkları kim engelleyecek. Bu olayda da bu pervazsızlığın ve gaddarlığa varan siyasi pragmatizmin nedeni temsili demokrasinin monark üretim merkezi haline gelmiş olması. Çünkü demokrasi savuncularına göre sandıktan çıkmayanlar tiran, sandıktan çıkanlar ise otoriter bile olsa halkın seçtiği saygın siyaset adamları. Halk neylerse güzel eylere dönüşen bu demokrasi güzellemeleri de ayrı bir konu olduğundan değinmekle yetiniyorum.
TERÖRLE MÜCADELE ZAYIF KARIN
Erdoğanın seçimden bu yana giderek serteleşen dili kendisini bu konuda sıkıştıran sol maskeli sağcı CHP ve faşist MHP karşısında güçlü gözükme kaygısını taşıyor. Çünkü son dönemde yapılan anket çalışmaları AKP’nin icraatları içinde en destek bulan Sağlıkla ilgili düzenlemeler-ki CHP’den MHP’ye dek neredeyse tüm seçmen grupları içinde bu başarıyı onaylayanlar hiç de az bir orana sahip değil- buna karşılık hükümetin en zayıf bulunduğu, en az beğenilen icraatı ise terörle mücadele. Hükümet özellikle milliyetçi oyların ve kendi muhafazakar tabanındaki millyetçi eğilimlerin uzun vadede hükümetten desteğini çekmesi riski için giderek sertleşti.
PKK’nin KCK tutuklamalarına duyduğu tepkinin ve silahlı mücadele ile hükümeti sıkıştıracağı yönündeki kanısının bir ürünü olarak tırmandırdığı şiddet Erdoğana bu konuda kendisinden bekleneceğinden çok daha sert olabileceğini gösterme fırsatı verdi. O günden beridir de hükümet giderek Çiller dönemini andırır bir savaş politikası ile Kürt sorunu için çözümün askeri boyutunu hayata geçirmiş durumda. Bundan dolayı AKP’nin çizgisini benimseyen muhalifler, AKP’nin kendisi için uygun gördüğü kürt partnerler hariç kürt muhalafeti KCK kapsamına sokularak tasfiyeye başlandı. Öldürülen köylüler için öfke duymak, eleştiride bulunmak ise yasak.
Oysa hatırlayın Devletin kendi resmi rakamlarına göre 30’un üzerinde asker, PKK’nin iddiasına göreyse 80 civarında, ülkücü çevrelerden verilen rakama göreyse 60-70 arasında asker öldüğünde Erdoğan da dahil tüm her yeri bir öfke duygusu kaplamış, “kana kan intikam” sloganları ayyuka çıkmıştı. Başbakan BDP’yi de hedef göstererek “hesabını verecekler, pişman olacaklar” demişti. Ki o olayda eşit iki gücün arasında çıkan bir çatışmada ölen askerler söz konusuydu, bir anlamda askeri zayiaat kapsamında değerlendirilecek bir durumdu bu. Ki her savaşta olan bir şeydi Kaldı ki askerlerin öleceğini, askerlik mesleğinin ölmeyi de içeren bir meslek olduğunu söyleyen de bizzat Başbakandı -ki daha önce de Askerlik yan gelip yatma yeri değildir- diyerek askerlerin ölmelerinin olağan, normal bir şey olduğunu söylemişti.
Şimdi ise uçaklardan atılan ve cesetlerin yanmasına yol açan muhtemelen fosfor içeren bombaların kullanımı sonucu 38 kişi ölmüş durumda. Başbakan da dahil herkes bunun yanlışlıkla gerçekleşen bir eylem olduğunu belirterek, ama uçaktan bomba sallanmasının doğru olduğunu ifade ediyor. [2]
Burada esas yanlış da burada başlıyor. Elinde tüfekler ya da en fazla ağır makineli kapsamındaki silahlar dışında silah olmayanlara, uçaktan bomba atılarak yok edilmesi olağan bir şey olarak gösteriliyor. İnsanlığımızın adına utanç duyacağımız asıl konu da burada. Cenevre konvansiyonu da, İslami savaş hukuku da bu tür savaşma biçimini onaylamıyor. Yani hukuk savaşa en azından bir adalet getirme çabasında. Ve sözde demokratik olan, terörle hukuk kapsamında mücadele edeceğini beyan eden bir ülke eli silahlı yayaları uçaktan atılan bombalar ile “imha” etmeyi olağan ve doğru olarak kabul ediyor.
Demokrasi cinayet işleme özgürlüğü ise, hukuk güçlülerin gücünü dilediği gibi kullanmasını meşru görmekse, hukuk zayıfları sustırmak için kullanılan bir şey ise, hukukunuzu da demokrasinizi de başınıza çalın. Ben bunları istemiyorum. Adil bir hükümdarın yönetimini çoğunluk istibdadına demokrasi demesinden daha çok yeğlerim.
Doğrusu bu olayla ilgili Cenevre Konvanisyonu gereği savaş suçu işlendiği için başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere tüm yönetciler Uluslararası mahkemelerde hesap vermelidirler.
[1] Coşkun Can Aktan, Kahrolsun Demokrasi Yaşasın Demarşi http://www.canaktan.org/politika/demokrasi/demarsi.htm
[2] Benim doğduğum şehirde güzel bir deyim vardır esmanın eski huyu. Devletinde uçaklarla köylü yakma huyu eski bir huy. Geçenlerde Taraf Gazetesinden Yıldıray Oğur savaş suçu olarak değrlendirdiği-ki çok doğru bir tespit-bir olayı aktardığı yazısında 1994 yılında Bingölün eski adı taru yeni adıyla Yavuztaş köyünün uçaklar tarafından bombalandığı bir savaş suçunu konu edinmişti yazısında. Yani TSK’nın uçaklar ile köylü öldürmesi ilk kez olan bir şey değil. Dersimden beri olağan bir savaş stratejisi.