2011 yılı sona doğru yaklaşırken Almanya, “Döner Cinayetleri” skandalıyla sarsıldı. Sekizi Türkiye, biri Yunanistan kökenli dokuz göçmenin, on yılı aşkın zamandır “bulunamayan” katilleri, geçtiğimiz Kasım ayında bir tesadüf sonucu ortaya çıktı.
Yıllar boyunca katillerin “peşinde” olan polis, “Boğaz Komisyonu” adı altında olayı araştıran özel bir ekip oluşturmuş, uluslararası uyuşturucu şebekelerinden Almanya'daki yasadışı Türk kumar şebekelerine, Ülkücüler'den bahis mafyasına dek sayısız şüphelinin izini sürerken Alman medyası da, ırkçı önyargıları besleyecek “yabancılar ne kadar tehlikeli” korosunu oluşturmuştu. Cinayetlerin arkasında Nazilerin olduğu anlaşılana kadar, medyada yalnızca göçmenler, özellikle de Türkiyeli göçmenler, muhtemel katiller olarak sunuldu. Hatta Spiegel 2011 Şubatı'nda, cinayet dizisinin arkasında Ergenekon'un olduğunu öne sürdü. Kurbanlardan yalnızca ikisinin döner büfesi işletmesine rağmen, “Döner Cinayetleri” adını icat eden de, maktullerin uyuşturucu bağımlısı oldukları ya da bahis mafyasına bulaştıkları için öldürüldükleri spekülasyonunu dolaşıma sokan da yine medyaydı. 4 Kasım 2011 tarihinde, bir tesadüf sonucu gerçeğin (ya da gerçeğin hatırı sayılır bir bölümünün) ortaya çıkmasına dek, ne anaakım medyanın ne de polisin dile getirdiği belki de tek olasılık kalmıştı: Naziler.
Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt'ın, Eisanach'taki bir banka soygunun ardından polis tarafından takip edilmeleri sonucunda canlı ele geçmemek için intihar etmeleri ve Beate Zschäpe'nin yakalanmasıyla dokuz göçmen ve bir polis memurunun, Nasyonal Sosyalist Yeraltı (Nationalsozialistischer Untergrund–NSU) adlı örgüt tarafından öldürüldüğü ortaya çıkmış oldu. NSU, 1997'den bu yana cinayet, soygun, bombalama ve sabotaj eylemleri gerçekleştirirken, kamuoyunun gözlerinden uzakta var olmayı sürdürmüştü. Ancak olayı ilginç kılan, Nazilerin cinayet işlemiş olmaları değil. Zira NSU'nun şimdiye kadar aydınlatılan cinayetleri de hesaba katıldığında, 1990'dan bu yana Almanya'da 183 insan Nazi terörünün kurbanı oldu. Söz konusu vakanın kamuoyunun kafasına kazıdığı, NSU'nun yaldızları döküldükçe, altından Alman gizli servisinin imzasının çıkması oldu.
18 Mart 2003'te Federal Anayasa Mahkemesi, Almanya'nın en büyük faşist partisi olan NPD'nin (Nationaldemokratische Partei Deutschlands–Almanya Nasyonal Demokrat Partisi) yasaklanması talebiyle açılan davayı durdurma kararı almıştı. Aslında, bu kararda Alman devletinin Nazilerle ilişkisinin niteliği (ve bu ilişkinin boyutları) gizli: Yedi anayasa hakiminin üçü, Alman gizli servisiyle NPD'nin fazlasıyla iç içe geçmiş olduğu gerekçesiyle, partinin “Anayasa Mahkemesi’nde kendini özgürce ve kendi iradesiyle savunma ve ortaya koyma hakkının kalıcı olarak ihlal edildiği” yönünde fikir belirttiğinden, davanın görülmesi için zorunlu olan üçte ikilik çoğunluğu sağlanamamıştı.
Anlaşılması zor (hele Türkçe'ye çevrildiğinde neredeyse imkânsız) Hukuk Almacası'nı bir kenara bırakacak olursak, kararın anlamı şu: NPD'nin yasaklanmasına yol açacak açıklamaların ve eylemlerin kaçta kaçının Nazilerin kendisi, kaçta kaçının bizzat devlet tarafından gerçekleştirildiğini saptamak olanaklı değil. Anayasa Mahkemesi'nin elindeki veriler, parti yönetiminin yüzde 15'inin Alman gizli servisinin ajanlarından oluştuğunu ortaya koyuyordu. (Bugün, bu oranın daha da arttığı tahmin ediliyor.) Gizli servisin maaşa bağladığı Nazilerin, söz konusu paranın önemli bir bölümünü siyasi faaliyetleri finanse etmekte kullandıkları bilinen bir gerçek. Bunun yanında, Nazilerin en önemli gelirlerinden birini devlet tarafından yapılan seçim yardımları oluşturuyor. Partinin, gelir-gider tablosu beyanında yaptığı bir sahtecilik nedeniyle, 2009 yılında 1.7 milyon euroluk para cezasına çarptırıldığı göz önünde bulundurulacak olursa, Nazilerin –büyük ölçüde devlet desteğiyle ayakta duran– ekonomisinin boyutları hakkında fikir sahibi olmak mümkün.
NPD'nin ciddi ölçüde devlet kontrolünde olduğu gerekçesiyle yasaklanmaması, hareketin militan kanadını oluşturan ve hücreler halinde örgütlenen “Kameradschaft”ların etki alanını büyütmesini sağladı. Ancak “Kameradschaft”lar da iddia ettikleri ölçüde “bağımsız” değil: Bir yandan militan gruplarla NPD birçok alanda ortak hareket ediyor, “Kameradschaft” liderlerinin parti içinde yönetici görevlerde bulunması nadir rastlanan bir durum değil, diğer yandan söz konusu yapılarda da Alman gizli servisi çalışanlarının sayısı hiç de az değil.
Söz konusu militan yapıların da, devlet tarafından desteklendikleri ve kontrol edildiklerine dair en iyi örneklerden birini, NSU'nun çekirdeğini oluşturan Mundlos, Böhnhardt ve Zschäpe'nin yeraltına geçmeden önce üye oldukları “Kameradschaft” oluşturuyor: Thüringer Heimatschutz (Thüringen Vatan Savunması). 1996 yılında çok sayıda yerel grubun bir araya gelmesiyle kurulan ve Thüringen eyaleti çapında 100 ile 200 arasında değişen sayıda üyeye sahip olan örgütün kurucusu Tino Brandt, aynı zamanda NPD Thüringen eyalet teşkilatının başkan yardımcılığı görevini sürdürüyordu. Mundlos ve Böhnhardt'ın “Jena Seksiyonu”nu yönettikleri örgüt, bugün hâlâ göçmenlere, Yahudilere ve solculara yönelik şiddet eylemlerini sürdürürken; Tino Brandt, ajan olduğunun açığa çıkmasının ardından 2001 yılında geri çekilmek zorunda kaldı. Brandt'ın, gizli servis adına çalıştığı 1994-2001 yılları arasında devletten 200 bin mark aldığı ve bu parayı büyük ölçüde Thüringer Heimatsschutz'un faaliyetlerine harcadığı biliniyor. 1997 yılında polisin, örgüte ait bir lokalde, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Almanya'da bulunan en büyük yasadışı cephaneliği ele geçirdiği düşünülecek olursa, söz konusu paranın yalnızca bildiri ve afişlere harcanmamış olduğunu anlamak zor değil.
Örgüt tarafından üstlenilmeyen çok sayıda bombalama eyleminin ardından, 1997 Aralık ayında Beate Zschäpe adına kiralanmış bir garajda bir bomba imalathanesi ortaya çıkarılmış, garajda ele geçirilen 38 kilo TNT'nin Alman ordusuna ait olduğu anlaşılmıştı. Savcılığın, tutuklama kararını bir ay bekletmesi sonucunda Zschäpe, Mundlos ve Böhnhardt kaçma fırsatı yakalarken; Alman gizli servisinin yıllarca grubu finanse ettiği ve aranan üyelerin yeraltı faaliyetlerinde ihtiyaç duydukları sahte kimlikleri sağladığı ve çok kereler polis tarafından yakalanmalarının önüne geçtiği bugün ortaya çıkmış durumda.
1997 yılında yeraltına geçmelerinden 4 Kasım 2011'de Mundlos ve Böhnhardt'ın intihar etmesine ve Zschäpe'nin tutuklanmasına dek, (medyanın taktığı isimle) “Terör Üçlüsü”, Nasyonal Sosyalist Yeraltı adı altında faaliyetlerine devam etti. En azından cinayetlerden birinde, büyüdüğü kasabada “Küçük Adolf” olarak anılan bir gizli servis çalışanının olay yerinde olduğu biliniyor. NSU, “Döner Cinayetleri”nin yanı sıra bir polis memurunu öldürdü, çok sayıda banka soygunu, kundaklama, adam yaralama ve bombalama eylemi gerçekleştirdi. Ancak grubun, tam olarak hangi eylemlerden sorumlu olduğu halen ortaya çıkmış değil. Olay yeri aramasında polisin ele geçirdiği iki USB-çubuğunda, aralarında iki Sol Partili parlamenterin ve göçmen örgütlerinin yöneticilerinin de bulunduğu 110 kişi öncelikli hedef olarak, 10 bine yakın adres de potansiyel hedef olarak kaydedilmişti.
NSU'ya sağlanan devlet desteği, Federal Almanya devletinin 1945'ten bu yana Nazilere yönelik siyaset geleneğinin devamı niteliğinde. 1945 öncesinde NSDAP'ye üye olan, hatta partide yöneticilik yapmış birçok isim, savaşın sona ermesinin ardından Federal Almanya'da önemli görevlerde bulunmayı sürdürmüştü. Önce yeni bir gizli servis kurma göreviyle, Nazi generali Reinhard Gehlen 1947 yılında ABD'den Almanya'ya geri getirilmiş, ancak daha sonra ABD ile İngiltere arasında yaşanan anlaşmazlık nedeniyle Gehlen söz konusu görevi üstlenememişti. Ancak Gehlen, Yahudilerin toplama kamplarına yerleştirilmesini koordine eden isimlerden olduğu kanıtlanmış olan, sağ kolu Albert Radke'yi başkan yardımcılığı görevine getirmeyi başardı. Birçok başka alanda da olduğu gibi, gizli servisin de yöneticilerinin çoğu da Nazilerden oluşuyordu. Örneğin Doğu Bloku'na karşı yürütülen ajanlık faaliyetlerini koordine eden “4. Bölüm”de 1955'e kadar yönetici görevler almış 63 kişinin 10'u 1945 öncesindeki Gestapo kadrolarından oluşuyordu. 1955 yılında, “3. Reich”ta devlet savcılığı yapmış Hubert Schrübbers, gizli servisin başına getirilirken, bu tarihten sonra çeşitli kademelerde görev alan SS-subaylarının ve Gestapo çalışanlarının oranında ciddi bir artış yaşandı.
Savaş suçlusu olarak aranan Nazilere sistematik olarak sahte kimlik sağlayan, kaçmalarına ve saklanmalarına yardım eden Alman gizli servisinde, 60'lı yıllarda emekli olmalarına kadar, aralarında insanlık dışı eylemlerden sorumlu olan birçok ismin de yer aldığı 500 ile 800 arasında Nazi’nin çalışmış olduğu tahmin ediliyor: 60'lı yıllara kadar çalışmayı sürdüren Gustav Barschdorf, Norveç vatandaşlarını kırbaçladığı gerekçesiyle 1974 yılında savaş suçlusu ilan edildi. Fransız mahkemeleri tarafından katliam suçundan idama mahkûm edilen Kurt Lischka, 1980 yılında 10 yıl hapse mahkûm edilmeden önce gizli serviste çeşitli görevlerde bulundu. Hollandalı antifaşistlerin katledilmesinde başrol oynamış olan Richard Gercken, uzun süre Soğuk Savaş'ta gizli servisin kalbini oluşturan karşı istihbarat birimini yönetti. Yine gizli serviste çeşitli görevler üstlenen Kurt Fischer, Dachau ve Ausschwitz'teki katliamlardan sorumluydu. Bu listeyi sayfalarca uzatmak mümkün, ancak yukarıdaki örneklerin yeterli herhalde.
Alman gizli servisinin 1950'de resmen kurulmasından bu yana, Naziler ve benzeri hareketlerle ilgilenen “aşırı sağcılık” bölümünün hem personel hem de bütçe açısından kurulduğu günden bu yana en küçük birim olarak kalması; “yetişmiş kadrolardan yararlanma” pragmatizminin ötesinde, Federal Almanya devletinin, soldan geldiğini düşündüğü “tehdit”in savuşturulmasını öncelikli görev olarak benimsediğini gösterir nitelikte. 1945 sonrasında Soğuk Savaş koşullarının antikomünizmi, gerek üst düzey devlet kadrolarında, gerekse “sivil” yaşamın birçok alanında, “demokratlar”la Naziler arasındaki sınırın silikleşmesinin temelini oluşturuyordu. Toplumsal yaşamın birçok alanı, “3. Reich”tan kalma Nazilerin emeklilikleriyle, on yıllarca gecikmeli olarak “Nazisizleştirilirken”; Alman gizli servisi, milyonlarca insanın katledilmesinden sorumlu Nazilerin, alt kadrolarını istihdam ettikleri ve yetiştirdikleri bir vaha olmayı sürdürdü.
Sonuçta, NSU, bugün resmî açıklamaların ve anaakım medyanın iddia ettiğinin aksine münferit bir vaka değil, on yıllardır sistematik olarak sürdürülen, konu sistem karşıtı faaliyetlerle mücadele olduğunda sağ gözü kör, “sağ gösterip sol vuran” bir devlet politikasının son ürünü. Ve görünen o ki, NSU'nun cinayetleri ve Alman devletinin bu cinayetlerdeki rolü, 1980 yılında 18 kişinin ölümü ve iki yüzden fazlasının yaralanmasıyla sonuçlanan Oktoberfest bombalamasından 1990'ların başlarında, iltica hakkının büyük ölçüde ortadan kaldırılması için gereken “halk tepkisi”ni simüle eden –devlet gözetimindeki– pogromlara birçok öncülü gibi Alman toplumunun kolektif hafızasında kalıcı bir yer edinemeyecek, devletin Nazilerle oynadığı oyun unutulacak. Bir sonraki “skandal”a dek...