Ali Tekintüre, Ali Osman Erbaşı, Mustafa Sayan, Uğur Bayar... Bu isimlerden hangilerini biliyorsunuz? Biliyor musunuz? Müslüm Akbaş’ın kim olduğunu da bilmiyor olabilirdiniz ama artık biliyorsunuzdur, değil mi?
“Müslüm Baba şarkıları dediğimiz zaman en başta Ali Tekintüre, Ali Osman Erbaşı, Mustafa Sayan, Uğur Bayar gibi besteci üstatlar gelir. Neden artık bu bestecilerimizin şarkıları okunmuyor? Biz bu bestecilerin şarkılarıyla Müslümcü olduk. Son yıllarda her yeni albümle umutlanıyoruz, yeni şarkılarını dinledikçe hayallerimizi bir sonraki albüme erteliyoruz; belki yine Müslümce şarkılar okur diye. Sonuna kadar Baba’ya destek olacağız, tarzımızdan uzaklaşmış olsa da. Ama artık dayanamıyoruz. Müslüm Baba rock şarkıcısı değil. Arabeskin ve bizim babamızdır.”
“Baba”nın artık “dönüşümünü” tamamladığı söylenebilecek 2006 yılında Aktüel’e konuşan bir hayranı demiş bunu böyle. Aşklarını kanla ispatı seçen sevda sahiplerinin (“jiletçiler” olarak mı okudunuz?); aşk değil hoşlanma arayanlara, kanı yadırgayanlara kaybettikleri bir meydan muharebesinden boynu bükük çıkanların sözleri… Babasını “bir gün dönecek umuduyla” gurbete gönderip, ondan kalan fotoğraflarla avunan boynu büküklerin sözleri… “Ama artık dayanamıyoruz… bizim babamızdır…”
Evvela, genelde gözden kaçırılan ama kilit bir husus: Müslüm Gürses, bir besteci ya da söz yazarı değil, “yorumcu”ydu (Onca şarkısının içinde “kendisinin” olan üçü-beşi geçmez). Bu, şunun için önemli: Gürses, kendisinin hayata bakışını doğrudan anlatmıyordu ama bir hissiyatın sözcülüğünü yapıyordu: “Eskiden dedeler varmış, önce çilehaneye girer çile çeker, unvanlarını sonra alırlarmış. Biz de bu hayatın acısını çekmek için geldik, çekeceğiz.” Zalim dünyaya karşı, gamlı, kederli, çileli dünyaya karşı “yırtma” umudu dahi taşımayanların içli bir seslenmesi… Mırıltısı kendi içinde derinleşen o sesin gümbür gümbürlüğünü duymak için yerin altına kulak kabartmak da gerekiyor tabii…
Gürses’in yolunu başkalaştıran işte tam da o söz ettiğimiz yorumcu vasfı oldu aslında. Yoksa kimse “Baba”yı kandırıp kötü emellerine alet etmiş falan değil. O, bilerek isteyerek severek girdi o başka yola. Kendisi açık seçik söylüyordu zaten: “Arabesk sanıldığı gibi basit bir tarz değil. Ancak cevherin varsa okursun. Sanatçı olarak caz da okursun, pop da okursun yeteneğin varsa… Bunlar bende var çok şükür. Yani bir sanat müziği şarkısı okusam rahatsızlık duymazsınız.” Baba, bunları ve daha fazlasını hep yaptı. Hasılı, davayı satmamıştı; davası belki de başından beri farklıydı…
Gürses’in yaşadığı dönüşümü, yorumculuğuna sınıf atlatma, başka şeyler söyleme hatta belki biraz da para kazanma arzusunu görmek başka, onun için “sosyete şarkıcısı” oldu demek başka. Gürses’i “Paramparça”yla tanıyanları, sevenleri, hatta onun ötesinde bilmeyenleri yargılamak da kimsenin haddine değil. Ve fakat elbette “Sabret”, “Seni Sevmek İçin Ölmek mi Lazım”, “Esrarlı Gözler” Müslüm’ünü sevenlerin onunla kurdukları ilişkiyi anlamamakta ısrar edenlerin vakti zamanında hadlerini çokça aştıklarını da akılda tutalım. Müslümcülere yıllarca “üçüncü sınıf” insan gözüyle bakıldığını akılda tutalım. O pis kokulu, sağlarını sollarını jiletleyen, kafalarına “Müslüm Baba” yazılı bantlar takan, “eciş bücüş”(!) insanlara Baba’nın evlatları olarak bile hiç sempati duyulmadığını akılda tutalım. Bunları unutmamak hiç bilmediği, tanımadığı bir muhitte Baba’sının cenazesine gelmiş, cami adabı falan takmadan bulabildiği bir yükseltiye tırmanıp sevgisini göstermek isteyen o adamın farkına vardığımızı, asla onun gibi yaşayamayacak olsak da acısını paylaştığımızı göstermenin bir yoludur belki.
Sözün özü pavyondaki değil bar taburesi üstündeki Baba’yı sevenlerle, Nişantaşı’ndan kalkan cenazede “Sosyete uyuma Müslüm Baba geçiyor” diye bağırıp “taşkınlık”(!) yapan Müslümcüler arasındaki gerilim memleketin bizzat içinde yuvarlanıp durduğu bir gerilim aslında. Birbirine yabancılaşmış insanı tahminimizden çok daha fazla olan bir memleketin gerilimi.
Müslüm Gürses, müzikte değil terzilik çıraklığında sebat etseydi Müslüm Baba değil Terzi Müslüm olacaktı muhtemelen. Muhtemelen işini iyi yapan, sevilen bir terzi de olurdu. Belki kendi söküğünü dikemezdi ama aldığı işin hakkını verirdi; ister basit bir fermuar değiştirme olsun ister afili bir takım elbise olsun… Ve muhtemelen bilseydi, tanısaydı Turgut Uyar’ı da sever, anlar, “Güzel söylemiş heeee” derdi…
“terziler geldiler. kırılmış büyük şeylere benzeyen şeylerledaha çok koyu renklere ve daha çok ilişkilerebir kenti korkutan ve utandıran şeylerle.kumaşlar bulundu ve uyuyan kediler okşandı. sonra sonsuz çalgısı sevinçsizliğin.çay içmeye gidenler vardı akşamüstü, parklara gidenler deduruma uymak kısaltıyordu günlerini artamayan eksilmeyen bir hüzünle...yorgun ve solgundular, kumaşları buldular, kenti doldurdularo çelenk on bin yıllıktı, taşıyıp getirdilerölülerini gömmüşlerdi, kalabalıktılar, tozlarını silkemedilerbütün caddeler boşaldı, herkes yol verdi…”