bir oyun hatırlıyorum çocuktan, bahçeli çocukluktan
xîzika fille yahut “gâvur çemberi”, silsinler diye beklediğimiz
âh silinsin diye beklediğim o çok şeyler
Mehmet Said Aydın, “bahçeli çocukluk”tan
Çocukluğumu eşit olmayan çağlara bölen bir yaşta geldim İstanbul’a. O zaman hissettiğim şeyin büyülenme olduğunu uzun zaman sonra, İstanbul’dan bir süre uzak kalınca anladım. Geri döndüğümde yine aynı duyguları yaşadım. Çocukken yaşadığımın ne olduğunu anlamasam da içimde hep bir heyecan, hep bir telaş, hep bir sıcaklık vardı. Bu şehir insanın aklını başından alıyordu kaç yaşında olursa olsun. Çocukluk heyecanlarıma, büyüklerimin korkularının eşlik ettiğini, o günlerde herkesin derin endişeler yaşadığını ancak yıllar sonra anlayacaktım.
Odamın pencerelerinden birinden Sultanahmet Camisi, öbüründen Ayasofya görünürdü. Sabahları onlara bakarak uyanırdım. Evimizin karşısında bir zamanlar çinilerinde şen kadın kahkahalarının çınladığı Haseki Hürrem Sultan Hamamı, öte yanında tutsakların bağırışlarını ve isyan seslerini duyduğum, “dünyanın en güzel manzaralı cezaevi” denen Sultanahmet Cezaevi vardı. Geceler süren isyanlardan sonra camdaki parmaklıklara vuran tutsakların sesiyle uyandığım sabahlarda bilmediğim bir korku kaplardı içimi. Küçücük aklımla buradakilerin bir şey anlatmaya çalıştığını sezer; anladıklarımı tarif edecek sözcük bulamazdım. Kısa bir zaman sonra, parmaklıklar tümüyle demir levhalarla kapatılınca, isyanların sesi değişti sadece, ama hiç azalmadı.
Sokağa çıkmanın yasak olduğu bir çocuklukta, evimizin bir odasına kurulmuş ya da evimizin onun yanına kurulduğu bir türbenin insanı ürperten halini çoktan unuttuğum geceler geçirir, sabahları erkenden pencerenin önündeki asker kulübesinde yaşanan nöbet değişiminin sesiyle uyanırdım. Evimizde kaynayan çorbadan, bir tas; demlenen çaydan, bir bardak uzatılırdı kulübedeki askere mutlaka… Birkaç teşekkür sözcüğü derinden ve sessizce fısıldanır, sonra herkes günlük telaşına dönerdi. Akşam gelip gelemeyeceklerinden emin olmadığımız abiler, ablalar, liselere, üniversitelere yollanır; bense okul vaktim gelene dek, daha sabahtan başlamış olan korkunun iliklerime işleyen soğukluğunu, sobanın başında gidermeye çalışır, radyodan “arkası yarın” dinleyen ablama sokulur, henüz heceleyen bir okur olarak gazetenin manşetlerini çözmeye çabalardım. Okuduğum satırlarda hep ölüm haberleri olurdu. Her gün okurdum; haberler hiç değişmezdi, değişen sadece sayılardı, onlar da azalmıyor aksine çoğalıyordu.
Yine de çocuktum işte, bir gün önce türbeye –yasak olduğu halde- atılmış bozuk paralardan, bağlanmış mendillerden, adak için getirilmiş şekerlerden bahtıma düşeni toplar, okula doğru yollanırdım. Yaptığımın ayıp olduğunu düşünmezdim hiç. Ayıp mıydı zaten, bilmezdim, hâlâ da bilmiyorum ya. Hem onları ben almasam, türbeden yardım umanlar bir daha geldiklerinde, bıraktıklarını orada görseler, dileklerinin olmayacağını düşünerek üzülmeyecekler miydi? Benim çocukluğum, coğrafyası muhteşem, zamanı acı veren bir çocuklukmuş; sonradan anladım.
Çocukluk evlerinin, okullarının, top oynadıkları arsaların yerinde yeller esen insanlar tanıdığımda, onlara bakıp biraz da hakkım olmayan bir gururla çocukluğumun geçtiği her yeri tek tek gösterebildim. Burası evim dedim, burası okulum. Burada evcilik oynadım, şurada lastik atladım. Ben dünyanın kendine miras saydığı bir coğrafyada, “tarihi yarımada”da büyümüştüm. Altı minareli mavi caminin gölgesinde, Ayasofya’nın muhteşem kubbesinin ışığında… Kabasakal Sokağı’nda, bir ucunda cami, bir ucunda kilise olan o kısacık ama derin sokakta. Oyun bahçem sultanların sarayı, okul yolum Bâbıali Yokuşu’ydu. Okulumum yerini Osmanlı Arşivi aldı sonradan, evim de Yeşil Ev’in müştemilatı oldu.
Biraz büyüdüğümde, oyun alanlarımı genişletmiştim. Soğukçeşme Sokağı’ndan aşağıya sallanarak türlü eziyetler çeken hayvanların olduğu Gülhane Parkı’na gider, onlara şeker vermenin kötülük etmek olduğunu bilmeden, türbeden “arakladığım” şekerlerden verir, arkadaşlarımla çekirdek çitler, ağaç altında öpüşen çiftlere bakar, bir an önce büyümek için ne yapmam gerektiğini düşünürdüm. Ablamın sabahları önüme koyduğu ballı sütten bir bardak daha içsem, boyum uzar mıydı, büyür müydüm çabucak? Gülhane Parkı’nda gezerken daha bilmiyordum bu parka yazılan en güzel şiiri ve tanımıyordum ceviz ağacını… (kırk yaşıma yaklaşırken o ceviz ağacının Sarayburnu’na yakın bir yerde, şimdi asfalt geçen kuytu bir köşede olduğunu öğrendim) Hava kararmaya başlayınca akşam sokakta kalmanın tehlikeli olduğu tembihlerini hatırlar, koşarak eve dönerdim, bu kez ana caddeden, belli belirsiz yanmaya başlayan sokak lambalarının ışığı altında.
Bir köpeğimiz vardı: Bobi. Yavruyken eve yanaşmış, bahçemize sığınmış, evimizi kendi evi bilmiş, kıvırcık, uzun tüylü, hayli iri bir köpekti. Onu kucaklamam imkânsızdı, olsa olsa o beni kucaklayabilirdi. Ki, kimi okul dönüşlerimde –o yıl okulumuzun pek açık olduğunu söyleyemeyeceğim- tüm şapşallığıyla üzerime atlar, beni yerlerde yuvarlardı. Beraberce yuvarlanırdık taze çamurun içinde, yağmur birikintilerinde.
Neyse ki henüz okul önlüklerimiz siyahtı, kir tutmuyordu; memleketin halinden duyulması gereken utancı da çamur lekesi gibi içinde saklıyordu. Yıllar içinde ütü izinden dense de, pek inanmadığım parlaması, utancını gizleyememesinden oldu herhalde… Yine yıllar sonra öğrenecektim: “Güneş balçıkla sıvanmaz”dı.
Radyoda Hasan Mutlucan’ın türküler söylediği, bir askerin televizyonda “yönetime el koyduk” dediği, ilkokul öğretmenimin çıkış zili çalıp öğrenciler dağıldıktan birkaç dakika sonra beyaz bir arabadan açılan ateşle merdivene yığılıp kaldığı günlerde, cezaevinin dış bahçesine yavruladı Bobi. Birbirinden güzel ve sevimli, yedi yavrusu oldu. Hava soğuyordu, Bobi askerlerle birlikte o bahçede kendine ve yavrularına sığınacak bir yer bulmuştu ve inatla eve dönmüyordu.
Evdeki yemeklerin artıklarını, çocuk yaşımdan dolayı tüm yasakları delebildiğim için, günün hangi saati olursa olsun cezaevinin bahçesine götürmek de bana düşmüştü. Bobi evden kaçmıştı. Ben çocuktum. Onun yavruları bir cezaevinin bahçesinde doğmuştu. Türkiye’de gençler evlerinden uzağa gidiyordu, daha güzel bir dünya için canları pahasına çabalıyor ve bu cezaevine getiriliyorlardı.
Ben her gün onlarcasını gördüğüm cezaevi arabalarının pencerelerinde karşılaştığım gözlere, elimdeki yemek kabı yüzünden utanarak bakıyor, belki de aylarca sürecek olan açlıklarında, yokluklarında onlara hiçbir şey yapamayacağımı artık içten içe anlayarak mahcup oluyordum. Bu mahcubiyeti yıllarca taşıdım içimde… Benim çocukluğum Nâzım Hikmet’in, Sabahattin Ali’nin, Rıfat Ilgaz’ın, Aziz Nesin’in, Orhan Kemal’in ve daha nicelerinin hapsedildiği bir cezaevine bakarak geçti.
Cezaevinin tam karşısındaki fırından aldığım çıtır çıtır simitleri doyunca yiyemedim; evimin sıcaklığını kana kana içime çekemedim. Her gece uykuma onların isyanlarının sesiyle daldım, uykumdan Ayasofya’yla uyandım, korkulu düşlerimden Haseki Hamamı’nda arındım. Oynadığım sultan bahçeleri eksikli bir haz vermiş, geçtiğim yollar, dikenli bir tuzakmış; çocukluğumda içime sığdırdığım ülkem, korkulu bir rüyaymış, yıllar sonra anladım.
Çağırdığımda geldiği için mutlu olduğum çocukluk günlerimi şimdi pek çok şeyi fark etmiş bir yetişkin olarak tümüyle ışıltılı hatırlayamıyorum ama evimi, emanet edildiğim ablamı ve eniştemi, evimizin bahçesini, kümesi, akasya ağacını bir rüya gibi yaşıyorum. –Akasyanın kokusu hâlâ burnumda– Yeniden görülmesi imkânsız bir rüya…
Büyüdükten sonra kendime yoldaş edindiğim, kitaplarını okuduğum o güzel insanların bir zamanlar, odamın penceresine bakan / odamın penceresinin baktığı koğuşlarda acılar çektiğini bilmesem de sezerek büyümüşüm.
Belki bütün bunlardan sebep, bedelini canlarıyla ödemiş insanların hayatlarının izini sürüyorum büyüdüğümden bu yana. Büyümenin acısını, onların acısına katıp, bir daha kimsenin canı yanmasın diye onlardan geriye ne varsa biriktiriyor, onların hayatlarını yazıyorum.
Çocukluk yıllarımda, ülkemin neredeyse tümünün cezaevine döndüğünü bilmeyecek yaşta olsam da evimin karşısındaki tutsakların bir an önce kurtulmaları için her gün dua ettim bilmediğim bir tanrıya. Büyüdüm, hâlâ aynı duayı ediyorum. Tuhaf değil mi? Çocukluğum beni hiç terk etmiyor belki de…
uzun süre düşündüm, nedir ağzımdaki yaban tad
üvez değil, karadut değil, sevdiğim bir şey değil
ama bana yabancı gelmiyor ve alıştırıyor kendine
bir ses, bir açıklama bir evet ya da hayır
değil
eski bir şey, evi olan eski bir bahçe
Turgut Uyar, “Eski Bahçenin Evi”nden
NOT: Yazıyı kaleme aldığım günlerde 80 darbesinin yargılanmaya başlanması şaşırtıcı ve acı bir tesadüf. Umut vermese de Türkiye’de bir şeylerin değişebileceğini gösteriyor. Sultanahmet Cezaevi’nin şimdi İstanbul’un en lüks otellerinden biri olduğunu söylemeden geçemeyeceğim; insanların geceyi o acı dolu binada nasıl rahatlıkla geçirdiklerini anlayamadığımı da. Bobi’nin saklandığı bahçenin altından Büyük Bizans Sarayı kalıntılarının çıkmasını ise anlamam hâlâ mümkün değil.