Muzaffer Özdemir’in Yurt filmi, milli coğrafyayı düşünmek için yeni bir vesile…[1] “Milletimizin” tabiatla ilişkisini düşünmek için… Milletimizin veya halkımızın - hangisini tercih ederseniz edin, ne yazık ki bu konuda pek fark etmiyor.
İstanbul’daki yaşantısından bir süre ayrılıp “çıktığı yere” dönen Gümüşhaneli mimar Doğan’ın, memleketinin kırsal coğrafyasında gezelemesini izliyoruz filmde. Onu bir terk edilmişlik, bir ıssızlık ağırlıyor. Köylüler kalıntı gibiler.
Issızlığın refakatçileri var. Doğan dağda yaylada gezerken hem sivil hem resmi takibe uğruyor. Resmi takibin gerekçesi: “Burası terör bölgesi”… Sivil takibin (sivil polis değil, gerçekten sivil) nedeni ise, şehirden gelen bu adamın define arıyor olabileceği ümidi. Doğan yanlarına gidip define peşinde falan olmadığını söyledikten sonra laf arasında civardaki bir “altın böcek”ten söz edince, onu takip eden iki gencin gözleri hevesle parlıyor hemen.
Filmin sonunda, çocukluğunda ona cennet gibi gelen yerlerin şimdi “gri bir hammadde yığınına” dönüştüğünü görüyor Doğan. Tabiat para etmez hale geldiği için terk ediliyor; para eder hale getiren “yatırımlar”, inşaatlar da geriye pek tabiat bırakmıyor.
Filmde televizyondan izlenen belgesellerde, HES’lere karşı muhalefet eylemlerini görüyoruz. Ama sadece televizyonda… Doğan’ın dolandığı bölgedeki ‘reel’ köylüler o işlere kayıtsız. Muzaffer Özdemir filmin Ankara film festivalindeki gösteriminden sonraki kısa söyleşide, “bizim köylülerin” doğaya ve mekana bakışının tamamen pragmatist olduğunu söylemişti. Bir köylü/halk muhalefetinden ümitsizdi zaten. İnsanların devlet ne yapsa hak verdiklerini, devlet hikmetine iman ettiklerini düşünüyordu. Dindar insanlar bile bu kadar duyarsızsa tahribat karşısında, ne yapabilirsiniz, diye soruyordu. Yurt, gerçekçi ve biraz da didaktik bir dille, “milletimizin/halkımızın” tabiat karşısındaki ‘modernist’ kayıtsızlığını anlatıyor bize.
Ece Ayhan, devlet ve tabiatın ortak yanlış sorusunu sormuştu. Muzaffer Özdemir, yanlış sorunun başka ortakları da olduğunu gösteriyor, üzülerek. Evet, karamsar; ama iradenin iyimserlerinin yüzleşmeleri gereken aklın karamsarlığı.
Bu karamsarlık, filmdeki tabiatta da gösteriyor kendini. Doğan’ın depresyonu, doğa’nın depresyonuyla katlanıyor. Gri-bej bir gökyüzü altında, gri-yeşil bir peyzajda geziyoruz.
Reha Erdem’in filmlerindeki gibi mesela, ses de rol alıyor filmde. Rüzgâr, uğultu, bazen iş makinesi gürültüleri, oyuncu kadrosuna dahiller. Tabiatın bir sesi var, tabiatla ilişki kurma biçiminin bir sesi var.
Koca taşları-küçük kayaları yuvarlayan bir adam var bir sahnede. Karısı “işiniz gücünüz yok taş yuvarlıyorsunuz deliler” diye çıkışıyor. Adam bu işe çok hevesli ama. “Bak maceraya bak” diye yanına çağırıyor Doğan’ı, sonra taşları uçurumdan yuvarlıyor, yankılanan bir gümbürtüyle düşüşlerini sırıtarak izliyor: “Ne manzara ama!” Manzara, ancak ona bir aksiyon, bir gürültü sokunca manzara oluyor. “Türk insanı” o sese muhtaç.
Yunan mitolojisindeki Sisyphos’u bilirsiniz: kayayı yokuş yukarı ittirip çıkarır, nafile, yukarı varınca geri yuvarlanır kaya; haydi al baştan. Bu onun cezası, lânetidir. Yurt’taki taşları uçurumdan yuvarlayan adam: bir tür tersinden Sisyphos. Esas Sisyphos, mitolojide kötülüklerinden ötürü cezalandırılmıştır, mel’un, hilebaz bir anti-kahramandır. Bizim tersinden Sisyphos’un cezası yok, kafasına göre takılabilir.
[1] Bu konuda daha evvel Birikim’de iki yazı yazmıştım: “Türk Milliyetçiliğinin İnşasında Vatan İmgesi: Harita ve 'Somut' Ülke. Milliyetçiliğin Vatanı Neresi?” Sayı 213 (Ocak 2007) ve (Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da’sı vesilesiyle) “Yalnız ve Güzel Ülke”, sayı 272 (Aralık 2011).