Farklı konuların gündemde baş sıralara yerleşmesi nedeniyle ülke gündeminin gerisine düşen yeni anayasa taslağı çalışmalarında üzerinde yeterince tartışmadığımız ama yaşamsal önemi olan bir sorun da yurttaşlık kavramı ve bunun içeriğinin nasıl doldurulacağıdır. Günümüze kadar yapılan anayasa tartışmaları genelde çağdaş liberal teorinin temel ayrımlarından birisi olan devlet/birey ayrımı üzerine oturtulmuş ve bireyin devlet karşısındaki temel hak ve özgürlüklerinin belirlenmesi tartışmaların odağını oluşturmuştur. Bu bağlamda, devletin bu ilişkide hükmeden, yönlendiren, ceza veren, kısıtlayan, tehdit eden ve biçimlendiren bir paternal yapıdan sadece hizmet eden ve bireysel özgürlüklerin alanını genişleten bir hizmet veren konumuna indirgenmesi yada daha doğrusu bu liberal felsefeyle yeniden yapılandırılması öngörülmüştür. Siyaset teorisindeki liberal yaklaşımlar genelde birey hak ve özgürlükleri temelinde çözüm önerileri sunmakla birlikte, yurttaşlık kavramı ve bu kavramın modern demokratik toplumlardaki görünümü üzerine yeterince kafa yormamışlardır görüşündeyim. Oysa ki yurttaşlık kavramının içeriğinin tartışılması demokratik toplumların siyaset sosyolojinde önemli bir yer tutmaktadır.1 Bu bağlamda, nasıl bir yurttaşlık anlayışı istiyoruz sorusu bir anayasanın hazırlanması aşamasındaki en temel sorulardan birisidir.
T.H Marshall “Yurttaşlık ve Sosyal Sınıf” adlı etkili makalesinde hakları normatif bir sınıflandırmayla üç kategoriye ayırmıştır: sivil haklar, politik haklar ve sosyal haklar. Marshall kişisel hak ve özgürlüklerin onsekizinci, siyasi hakların ondokuzuncu yüzyılda tanınmaya ve yerleşmeye başladığını, sosyal hakların yurttaşlık kavramı içerisinde yer bulmasının ise yirminci yüzyılda gerçekleştiğini belirtmektedir. Bu tanımlamaya göre, sivil toplumla bağlantılı sivil haklar temel kişisel hakları, konuşma özgürlüğünü, düşünce ve inanç özgürlüğünü, mülkiyet edinme ve sözleşme özgürlüğü ile adalet arama özgürlüğünü içermektedir. Sivil haklar bireylerin sahip oldukları haklar olup, yasama- yürütme- yargı üçgeni içerisinde ilkesel olarak yargı ile ilişkili haklardandır ve bireylerin hak arama süreçleri içerisinde yargı tarafından güvence altına alınmışlardır. Politik haklar ise demokratik katılım hakkını, seçme ve seçilme özgürlüğü gibi özgürlükleri içermekte olup, temsili demokrasilerdeki parlamento kurumu bu hakların tanınmasını ve sürdürülmesini sağlayan temel kurum olarak öne çıkmaktadır. Sosyal haklar ile Marshall ekonomik ve sosyal hakları, bu haklarla bağlantılı minimum gelir ve refah düzeyini ve modern demokratik toplumların sağladığı olanaklardan her bireyin yararlanabilmesini sağlayacak bir sosyoekonomik yapılanmayı kastetmektedir.[2] Refah devleti politikaları ve kurumları-ücretsiz eğitim sistemi ve sosyal servisler-bu hakların somutlaşma alanlarını oluşturmaktadırlar. Belirtilen bu hakların ardındaki felsefi anlayışlar şöyle açıklanabilir: sivil haklar ile modern devletin legal olarak zor ve şiddet kullanabilme hakkı-ki Max Weber’e göre modern devletin ayrıcalığıdır- yumuşatılmakta, politik haklar ile politik gücün elit bir grubun elinde toplanmasına engel olunmakta, sosyal haklar ile de kapitalist pazar ekonomilerinin üretim süreçlerinde yarattıkları gelir dağılımı adaletsizliğini düzeltme ve toplumda sosyoekonomik uçurumların oluşmasına engel olma hedeflenmektedir. [3]
Bunun dışında Marshall sivil hakların bireysel temelli olduğunu, politik hakların ise temelde bireyin hakları olmakla birlikte aslen kolektif bir karakterinin bulunduğunu ve özel ayrıcalıkların evrensel haklara dönüştükleri bir tarihsel süreç içerisinde bu hakların sınıftan sınıfa ve cinsiyetten cinsiyete genişletildiğini belirtmektedir. Marshall’a göre, sosyal haklar da genel anlamda kişisel haklar olmakla birlikte sivil ve politik haklar bütününe sonradan eklenmişler ve sınıf ve cinsiyet farkı gözetmeksizin herkes için aynı anda istenmişlerdir. Takdir edilecektir ki sivil, politik ve sosyal haklar bağlantısız ve karşılıklı olarak birbirini dışlayıcı haklar değildir. Örneğin düşüncelerini açıklama özgürlüğü hem sivil hem de politik bir haktır. Sonuç olarak Marshall modern yurttaşlık kavramının bu üç hakkı içerecek biçimde yeniden tanımlanmasını öngörmüştür.
Marshall tarafından normatif olarak sınıflandırılan bu hakların kullanımı da kaçınılmaz olarak birbirleriyle ilgilidir. İşte bu noktada İsaiah Berlin’in ilk olarak “İki Özgürlük Kavramı” başlıklı seminerinde belirttiği negatif ve pozitif özgürlükler devreye girmektedir.[4] Berlin’e göre negatif özgürlük bir hakkın sahibi olmakla ilgilidir ve bu anlamda biçimseldir. Yani anayasada yurttaşların haklarının sayılması ve yurttaşlık kavramının bu hakları içermesi bu anlamda yeterlidir. Özgürlüğün bu tanımı, John Locke’ı izleyen liberal ve birey temelli gelenek için çağlar boyu yeterli olmuştur ve olmaktadır.[5] Pozitif özgürlük ise, negatif özgürlüğün aksine, bireyin özgürlük alanının kısıtlanmaması gibi negatif bir noktadan değil, bireyin bir şeyleri gerçekleştirebilme pozitif gücünün ve/veya kapasitesinin arttırılmasını öngörmektedir. Bu anlamda pozitif özgürlük bireyin biçimsel olarak sahip olduğu hakları gerçekleştirebilecek ve bireysel anlamda gelişimini tamamlayacak sosyoekonomik altyapıya sahip olması ile yakından ilişkilidir.[6] Bu şu demektir: eğitim hakkına sahip olmak kendi başına yeterli değildir. Aslolan bu hakkın sosyoekonomik anlamda herkesçe kullanılabilir olması ve bireyin eğitim yoluyla yetenek ve eğilimlerini geliştirip tamama ermesi yada ideallerini gerçekleştirebilmesidir. İşte Berlin’in pozitif/ negatif özgürlükler ayrımı Marshall’in üçlü normatif kategorizasyonu il ele alındığında, sivil ve politik hakların biçimsel çerçevede anayasada tanınmasının yeterli olmadığı ve sosyal haklarla tamamlanmaması halinde bu hakların toplumun önemli bir kesimi tarafından kullanılması ve yaşama geçirilmesinin mümkün olamayabileceği gibi bir pratik gerçeklik ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle, sivil ve politik hakların kağıtta kalmaması ve modern ve demokratik toplumlarda bir anlam ifade edebilmesi için sosyal hakların varlığı ve anayasal teminat altına alınması kaçınılmaz olmaktadır. İşte Berlin’in sözünü ettiği pozitif özgürlük de bu noktada önem kazanmaktadır. Marshall’in belirttiği sivil ve politik haklar negatif özgürlükler için yeterli olmakla birlikte, pozitif özgürlüğün bireylerce yaşanabilmesi için sosyal hakların varlığı olmazsa olmaz-sine qua non- olarak ortaya çıkmaktadır. Bu konuda şöyle bir örnek de verebiliriz: düşüncelerini açıklayabilme özgürlüğü sivil (ve politik) bir hak olup, sosyal haklar ve pozitif özgürlük bağlamında düşünüldüğünde tek başına yeterli bir özgürlük alanı açmamaktadır. Bireylerin sahip oldukları siyasi ve felsefi düşünceleri yayabilecek ve taraftar toplayabilecek sosyoekonomik altyapıya da sahip olmaları gerekmektedir. Demokratik toplumlarda düşüncelerin sivil toplum örgütleri, kitle iletişim araçları ve benzeri yöntemlerle yayılması ve toplumun her kesimine ulaşabilmesi de sahip olunan sivil ve politik hakların etkinliğini arttıracak ve onları kâğıt üzerinde kalmış biçimsel haklar olmaktan öteye geçirecek gerekli açılımları sağlayacaktır.
Özellikle son yirmi beş yıldır Türk siyasal düşüncesi milliyetçi-muhafazakar kesimden Marksist kesime kadar uzanan bir yelpazede çağdaş liberal teorinin ideolojik egemenliği altında kalmıştır ve bu egemenlik halen devam etmektedir. Bu anlamda bireyin sivil ve politik haklarının önemi her fırsatta vurgulanmış, iktidarlar, yasa önerileri ve anayasal metinler bu
liberal yaklaşım doğrultusunda haklı eleştirilere maruz bırakılmıştır. Fakat bunlar yapılırken sivil ve politik hakların, modern demokratik toplumların sosyoekonomik anlamda standart yaşam kalitesinin altında bulunan kesimleri açısından bir anlam ifade edebilmeleri için, Marshall’in sosyal haklar olarak belirttiği haklarla anayasal güvence altına alınması gerektiği gerçeği bilinçli yada bilinçsiz bir şekilde ihmal edilmiştir. Oysa ki bu sosyal haklar anayasamızın ikinci maddesinde ifadesini bulan ‘Türkiye’nin sosyal bir hukuk devleti olduğu’
yönündeki pozitif hukuk tespitinin bireysel boyutta ve yurttaşlık kavramı bağlamında ele alınmasından başka bir şey değildir. Kanaatimce Türk sağından Türk soluna kadar
entelektüellerimizi, politikacılarımızı ve düşün ve yazın insanlarımızı etkisi altına alan bu liberal hâkimiyetin ve paradigmanın aşılması zamanı gelmiş ve geçmektedir.
Aristotle Nicomachean Etik adlı yapıtında insanın sadece tüketen değil, aynı zamanda üreten, yapan ve eylemi ile bir şeyleri değiştirme gücü olan bir canlı olduğunu ve bu niteliklerin insan varlığının ayrılmaz parçalarını teşkil ettiğini belirtir.6 Liberal teorinin biçimsel ve yüzeysel yaklaşımlarının göz ardı ettiği bu gerçek yüzünden çağdaş toplumlarda yaşayan günümüz bireyinin ayırıcı özelliği tüketim olarak ortaya çıkmaktadır. Bu o kadar böyledir ki, bu birincil önceliği tüketmek olan bireylerden oluşan çağdaş toplumların en belirgin özelliği de kaçınılmaz olarak tüketim olgusu olmakta ve bu toplumlar tüketim toplumları olarak adlandırılmaktadırlar. Günümüzde tüketim toplumu terimi felsefeden sanata kadar geniş bir entelektüel tartışma zemininde yer edinmeyi başarabilmiştir. Oysaki Aristotle’ın da vurguladığı gibi insan her şeyden önce üretici, eylemde bulunan ve yetenek ve kapasitesi doğrultusunda ortaya bir şeyler koyan yönleri ile anılması gereken bir varlıktır. İşte insanın bu niteliklerinin modern demokratik toplumlarda bir anlam ifade edebilmesi için bireyin sosyal haklarının güvence altına alındığı bir yurttaşlık kavramı ve bunu gerçekleştirecek bir sosyal devlet anlayışı hem zihinsel, hem metinsel, hem de pratik anlamda artık Türkiye gündeminin merkezine oturmak zorundadır.
[1] Steward, Angus, “Two Conceptıons of Citizenship”, The British Journal of Sociology, Vol. 46. No.1 (March 1995), pp.63-78
[2] Marshall. T.H (1965) “Citizenship and Social Class” in Class, Citizenship and Social Development, New York: Anchor Books, pp. 71-134.
[3] King, Desmond S., Jeremy Waldron, “Citizenship, Social Citizenship and the Defence of Welfare Provision”, British Journal of Political Science, Vol.18, No:4 (Oct.1988), pp.415-443
[4] Berlin, Isiaah (1969) Four Essays on Liberty, Oxford: Oxford Üniv. Pres,,
[5] İşin garip yanı bizdeki sol aydınların da son yirmi beş yıldır bu Lockecı özgürlük anlayışının dışına çıkamamış ve bu anlamda özgürlüğün tanımını ve uygulama alanını genişletememiş olmalarıdır.
[6] Aristotele (1969) Nicomachean Ethics, translated by Terence Irwin, 2nd ed. Hackett Publishing Com. Indıanapolis, İndiana, 1999