Sağın Dil Hapishanesi

Gezi ve akabinde 17 Aralık’tan bu yana medya kuruluşları arasında çeşitli kategorilerde savaşlar hâsıl oldu. İktidar partisi ve cemaatin yanında konumlanmış, birinden ayrılarak diğer tarafa geçen medya kuruluşları üzerinden ithamlar, hakaretler, ses kayıtları, haber analizleri eşliğinde itibarsızlaştırma ve karalama aldı başını yürüdü. Her gün ortalığa yeni ses kayıtları düştü; her kayıt, medyanın kokuşmuşluğunu daha da gözler önüne serdi. Özellikle Başbakan ile HaberTürk’ün önemli isimlerinden CİNER grubu yönetim kurulu üyesi Fatih Saraç arasındaki tapelerde şuna tanık olduk: Başbakan başladığı cümlenin yüklemini söylemeden, herhangi bir emir kipi kullanmamışken karşısındaki kişi “anlaşılmıştır efendim”, “evet efendim”, “başüstüne efendim” gibi onay cümleleri kuruyordu. Başka bir kritik nokta, Başbakan’ın bir ses kaydının başlangıcında “onu ayrı ara, onu ayrı ara, herkes bir alem” cümlesini kurmasıydı. Normal şartlar altında “eli kirletmemek” amacıyla danışmanlar veya resmi olmayan aracı kişilerce gördürülen bu tip işler bizzat Başbakan tarafından takip ediliyordu.

Siyasi iktidar ile medya kuruluşları arasındaki, mali ve idari boyutları olan, bürokratik-klientalist ilişki biçimleri Türkiye’de yeni değil. Televizyonun insanların yaşamında önemli bir yer tutmasıyla beraber medya da önem kazanmıştır. Hemen her hanede bir televizyon bulunmaktadır. Bu olguyu üniversitelerle yahut araştırma şirketleri aracılığıyla tespit eden, bunun üzerinde düşünen siyasi iktidarlar, meşruiyeti sağlama, rızayı yeniden üretme, bir amaç uğrunda kitleleri seferber kılma, tabandan yükselen muhalif dalgaları/halk hareketlerini yok sayma veya kötüleme için medyaya önem vermekteler. Yeni olarak adlandırabileceğimiz şey, bu ilişkileri, devletin ideolojik aygıtları içindeki emir-komuta zincirlerini duyu organları aracılığıyla işitmemiz; iktidar partisinin hem yönetsel hem de söylemsel olarak otoriterleşmesine paralel, demokrasinin medyada biçimsel haliyle bile işletilmediğini görmemizdir. Genel olarak merkez medya diye tarif edilen medya kuruluşları yok denecek kadar azalmıştır ve mevcut burjuva medyası da iktidar partisinin güdümüne kontrolüne girmiştir.

AKP döneminin özgünlüğü şurada yatmaktadır: Koalisyon hükümetleri döneminde medya patronları iktidar bloğu içerisindeki görüş ayrılıklarının ve çıkar çatışmalarının oluşturduğu yarıklardan ilerleyerek kendilerini sağlamlaştıracak konumlar ve ilişkiler tesis etmiştir. Bu süreçte “merkez medya” kimliğine sadık kalarak açıktan belli bir siyasi fraksiyona yandaşlık yerine “objektif”lik düsturu çerçevesinde hareket etmişlerdir. Sağ siyasetin pragmatist “ilke”leri etrafında haberler üretmiş ve dolaşıma sokmuşlardır. Şüphesiz burada habercilik aşkı bulunmamaktadır. Faaliyet halinde bulunan yaklaşık 18 anonim şirket enerji, altyapı, inşaat, sanayi, otomotiv, bankacılık gibi sektörlerde büyük yatırımlara sahiptir ve bunların hepsi medyada faaliyet göstermektedir. Medya patronları AKP dönemine kadar siyasi farklılıklarından yararlanarak kimi çıkarlarını maksimize etmişken, AKP sonrasında AKP’nin çizdiği siyasi hatta eklemlenerek, hatta onunla bütünleşerek sermaye birikimlerini gerçekleştirmişlerdir. Bilhassa otoriterleşmeye paralel “tekil ve şahsileştirilmiş” hukuki düzenlemelerin artışı, mali kaynaklar üzerinde yürütmenin sopasının sallanması, ihalelerin ve medyanın merkezinde kalmak isteyen şirketlere şamil kılınmıştır.[i] Bu durum hem ideolojik hem de ekonomik düzeylerle zorunlu bir özdeşleşmeye yol açmıştır.

Aralık operasyonlarıyla birlikte bu özdeşlik büyük ölçüde kırılmıştır. Devletin krizi, özdeşliği sürdüren devlet ideolojisinin krizine de yol açmıştır. Althusser’e göre devlet ideolojisinin hedefi, egemen sınıfların sömürü koşullarını, öncelikle de bu sömürünün cereyan ettiği üretim ilişkilerinin yeniden-üretimini sağlamaktır. Bu ilişkilerin devamlılığındaki sıkıntılar, siyasal ve ideolojik uzamda konumlandırılan özneleri sallantılı hale getirmiştir. Aynı konumda yer alanlar arasında açıktan bir saflaşma söz konusu olmuştur. İdeolojik aygıtlar düzleminde, bu saflaşmada medya kuruluşları haberciliğin meslek etiğini unutmuş, yerine, yalanı yalanla yalanlamaya çalışan ya da gerçeği “manipüle eden” bir dili benimsemiştir. Zaman, Yeni Şafak, Bugün, Akit üzerinden yürüyen manşet ve köşe yazarları savaşı, HaberTürk tapeleri ile somutlaşan medya üzerindeki iktidar baskısı, her iki kesimin suçlamalarında önemli bir yer tutmuştur. Tüm bunlar yetmezmiş bu sefer başka bir şey, kokuşmuş tartışmalara konu edilmeye başlamıştır: Pravda.

Çıkarları gereğince saf tutan medya kuruluşları söylemsel mücadeleyi devam ettirmek için güncel olanların dışında geçmişe de dönmeye başlamıştır. Türkiye siyasi tarihindeki milliyetçi-muhafazakâr söylemler, daha doğrusu sağ ideolojinin başlıca muhakeme biçimi bu tartışmalarda belirmeye başlamıştır. Bunun nedenlerinden biri, özgün ve günü özetleyecek sloganvari metaforların dışında idari-hukuki düzeneğin güncelliğini özetleyecek kavram setini oluşturacak bir kalibrenin bulunmayışıdır. Hal böyle olunca siyasi iktidarla bozuşmuş olanlar kokuşmuş bir retoriğe sarılarak Pravda’dan bahsetmeye başlamıştır. Zihinlerinin bir köşesindeki antikomünizm damarı canlanmıştır. Gerek kendi camiaları/ “cemaatleri” gerekse sağ tabanda söylemlerine meşruiyet kazandırmak için 1917 Ekim Devrimi’nden önce ve sonra basılan, Sovyetler Birliği’nin resmi yayın organı Pravda’nın ismi, “yalancı” ve “yandaş” medyanın göstereni olarak lanse edilmeye çalışılmaktadır.

Pravda’yı AKP’nin yandaş basınını tariflerken kullananlar ise manidardır; birisi cemaatin önemli ismi Ekrem Dumanlı, diğeri Devlet Bahçeli. Ekrem Dumanlı, 10 Şubat 2014’te kaleme aldığı “Parti Devletine Doğru” başlıklı yazısında Pravda’dan şu şekilde bahsetmiştir:

Üzülerek ifade etmek zorundayım ki “parti devleti” modeliyle “şerik kabul etmez” bir puta tutunanlar medya içinde eşi benzeri görülmemiş bir mekanizma inşa etti. Ve etraf “Pravda”lardan geçilmiyor gayrı. Emin olun o komünist Pravda, bizim muhafazakâr Pravda’lardan daha dürüsttü. Vallahi çok yazık, billahi çok günah...

Dumanlı, “yiğidin hakkı yiğide” düsturu çerçevesinde Pravda’yı belirli bir ideolojik ve siyasi tutarlılık bağlamında olumlamaktadır. Genelde yazılarında sert ve ajitatif üslup kullanmamakla birlikte son yazılarında dozajı arttırmıştır. Dumanlı’nın Pravda’ya ilişkin açıktan sarfetmediği olumsuz görüşler yazısının başlığında ve devamında saklıdır. Dumanlı başkanlık seçimleriyle ilgili tartışmalara değindikten sonra gidişatı “1950’de başlayan çoğulcu demokrasi sürecini tersine çevirmek” minvalinde yorumlamaktadır. Bu da Dumanlı’yı “parti devlet” fikrine vardırmış ve “asıl paralel devlet, ‘parti devleti’nin buyruğuyla manşet atıp yazı yazanlardır” şeklinde karşı atağa zorlamıştır. Bu tabloda “parti devleti” savunan tüm medya kuruluşları Pravda’dır.[1]

Pravda’yı konuşmasında pejoratif içerikle sunan diğer bir isim Bahçeli’dir. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli 11 Şubat 2014 tarihinde partisinin grup toplantısında HaberTürk tapelerindeki MHP ile ilgili diyaloglardan yola çıkarak iktidarın medya ve MHP üzerindeki sansürünü eleştirmiştir. Eleştirisinde, Bahçeli, soğuk savaş döneminin milliyetçi refleksleri uyarınca AKP’nin yetkesi altındaki medya organlarını “Erdoğan’ın paralı askerleri, medyadaki soytarıları, 24 Alo Fatih hattı biz konuşurken sürekli açıktır bizi dinlemektedir. Aslan parçası fatihleri tetikte beklemişlerdir.” şeklinde tarif etmiştir. Bir adım daha ötesinde bu benzetmeleri Pravda’yla devam ettirmiştir:[2]

AKP’nin Pravda’sına dönen medyanın MHP’ye uyguladığı sansür, fikirlerinin kamuoyuna ulaşmasına koyduğu şerh ileri otokrat başbakanın gözetim ve denetiminde tezahür etmiştir bu demokrasi cinayetidir.

Bahçeli, dokuz ışığın aydınlığında AKP’nin ampulünün ışığını bastırmaya çalışırken Pravda’yı negatif gösteren olarak, baskı rejiminin bir öğesi olarak sunmuştur. Böylelikle antikomünist damarı ile güncel siyasi eleştirel yaklaşımını harmanlayarak katı bir söylemsel zemin yakalama gayretindedir.

Cemaatin dolayımsal ve MHP’nin doğrudan “demokrasi savunuculuğunda” ve tek parti rejiminin “ifşasında” Pravda’yı kullanması, daha doğrusu buna alet etmesi, milliyetçi-muhafazakâr evrenin moral-motivasyon dayanaklarıyla da yakından ilgilidir. Christopher Caudwell’in belirttiği üzere burjuva etik-ideolojisinin her nesneyi veya simgeyi kendi amaçları doğrultusunda kullanması ruhani laissez-faire’dir.[3] “Bırakınız yapsınlar” şeklinde dilimize çevrilen laissez-faire’in ruhani kısmı Caudwell’e göre burjuva davranış kalıplarını anlamlandırırken önem kazanır. Bireyler-arası davranış ve ilişkileri kapitalizm ölçeğinde yeniden kuran burjuva etik-ideolojisi, milliyetçiliğin ve muhafazakârlığın yapıtaşları olan dogmaları ya tasfiye eder, ya yenisini koyar ya da korur. Sürekliliğe sahip döngüyü Pravda örneği üzerinden düşündüğümüzde Türkiye’deki sağın teorik basiretsizlik ve yetersizliğin de etkisiyle hâkim kodları yeniden çağırmak zorunda kaldıklarını görebiliriz. Sağ için bir dil hapishanesinin varlığından söz edilebilir.

Demek ki 2010’ların Türkiye’sinde Pravda hala argümanları belirleyecek kadar kuvvetli ve birilerinin aklından çıkmıyor!


[1] Ekrem Dumanlı, Parti devletine doğru, http://www.zaman.com.tr/ekrem-dumanli/parti-devletine-dogru_2198716.html

[2] Devlet Bahçeli’nin 11 Şubat 2014 tarihli grup konuşmasının tamamı: http://denkgelirse.blogspot.com.tr/2014/02/devlet-bahcelinin-11-subat-2014-tarihli.html

[3] Christopher Caudwell, Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler, çev. Müge Gürsoy Sökmen, Ali Bucak, İstanbul: Metis Yayınları, 2002, sf. 85


[i] Türkiye’de Medyanın Ekonomi Politiği: Sektör Analizi, Hazırlayanlar: Ceren Sözeri, Zeynep Güney, TESEV, Haziran 2011,