Toplumsal Hastalıklarımız: İnkar ve Bedavacılık

Gezi’den bu yana, söylem ve eylem alanı iyice daralan, eski devlet retoriğine sarılan Erdoğan’ın patolojik sayılabilecek seviyedeki saldırganlığı, gücünü şimdilik korumasını sağlıyor. Uzun zamandır siyasi gerçeklik ve tartışma alanı, sosyal gerçeklik ve değişimin dinamizminin gerisinde kalıyordu. Gezi, siyasetin, toplumsal değişim dinamiğinin ne kadar gerisinde kaldığını, büyük bir patlamayla hepimize gösterdi. Toplumun geniş kesimlerinde değişim umutlarını yeşerten Gezi’nin, siyasi dönüşüm sürecindeki etkisinin -şimdilik- yetersiz kaldığını da belirtmek gerekir. Bu yazıda, güncel sorunlarımızın altında yatan, daha temel olduğunu düşündüğüm toplumsal hastalıklarımızdan bahsedeceğim. İlk bölümde, Gezi sürecinden çok önce de görülebilen, siyasi kutuplaşmanın sonuçlarından olan temel iletişim sorununa ve bu sorunun temelinde yatan inkâr kültürümüze bakacağım. İkinci bölümde ise, yakın zamandaki yolsuzluk skandalı özelinde, ilk bölümde bahsedeceğim iletişim sorununa ek olarak, bedavacılık kültürümüzün etkisinden bahsedeceğim. Siyasi ve toplumsal mücadelenin odağının Gezi’nin etkisiyle belirlenmesi ve vakit kaybı sayılabilecek tartışmalardansa, sorunlarımızın kökenine inilmesi gerektiğini tartışacağım.

İNKAR KÜLTÜRÜGezi direnişinin önemli sonuçlarından birinin, yalanın meşrulaştırılması olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumun olumsuz sonuçları ve doğurduğu tehlikeler aşikârsa da, hükümet adına bir geri adım olarak ve Gezi’nin kazanımlarından biri olarak da düşünebiliriz. Daha önce yeri geldiğinde çift taraflı mesajlar da vererek, hem kendi kitlesini hem de karşı olanları ikna etmeye çalışan AKP, artık sadece kendi kitlesini iknayı hedefler hale geldi. Belirginleşen AKP ve karşıtı şeklindeki kutuplaşma, zaten AKP’nin istediği tarz siyasetin önemli bir projesiydi. Ancak, karşı grupla olan iletişim kanalları tamamen kapatılmış değildi, toplumun çeşitli kesimleriyle, hiçbir zaman tatmin edici olmasa da, bir bağlantı vardı. Gezi’yle başlayan ve yolsuzluk skandalıyla devam eden süreçte bu bağlantı yok oldu.İletişimi mümkün kılan, tarafların benzerliğiyse, gerekli kılan da tarafların farklılığıdır[i]. AKP, artık taraflar arasında herhangi bir benzerlik görmüyor olsa gerek ve kendi tarafı içinde de herhangi bir farklılık görmüyor olsa gerek ki, iletişime de gerek görmüyor. Zira, iletişim iki yönlü bir süreçtir. Medyanın, hükümetin ve halk adına var olan tüm kurumların, halkı bilgilendirme ve halka hesap verme sorumlulukları rafa kaldırılmış, otoriter tek parti devletlerinin tek yönlü propaganda aletlerine dönüşmüşlerdir.AKP’nin özellikle son dönemdeki uygulamaları ve söylemi üzerine söylenecek çok fazla yeni bir şey kalmadıysa da, sorunun AKP’yle kısıtlı olmayan boyutuna bakmak yararlı olabilir. AKP’nin sonu gelmez komplo teorileri ve akla zarar söylemleri elbette ki çaresizliğinin sonucudur. Bugün gelinen aşamada, yalanı sorgulamak bir suç; bir gazetecinin, başbakana ülke gündemiyle ilgili soru sorması olağanüstü hale gelmiştirii. Cumhurbaşkanlığı kurumunun varlığıyla yokluğu bir hale gelmiştir, yarın bu makam kaldırılsa zerre kaygı duymamıza gerek yok. İçinde bulunduğumuz bu durum, kendiliğinden oluşmuş ya da AKP’yle ilk kez yaşadığımız bir durum değildir. Bu sonuçların ortaya çıkmasının altında, neredeyse gayri resmi bir toplumsal mutabakat ve günlük hayatımızın bir parçası haline gelmiş olan inkâr kültürümüz yatmaktadır.

Gülse Birsel, son olaylara anlatı bilimi tarzı bir bakışla yaklaşıyoriii geçiş yaptı. Bu alanda, artık aklın ve bilimin, uzlaşının ve toplumsal bilginin yerini ‘meşru yalan’ almaya başlıyor. Bu açıdan, hükümetin kendi kitlesiyle sınırlanması bir geri adımsa da, bu kitlenin kahramanlarına, amaçlarına ulaşma doğrultusunda sonsuz güveni ve bu yolda her yapılanın mubah kabul edilmesi, gücünü şimdilik devam ettirmesine yardımcı oluyor. Ancak yine de, yalanın meşrulaştırılması bir kazanımdır, çünkü karşı tarafın gözünde tüm meşruiyetin kaybedildiğinin kabulüdür. Bilişle sosyalin arasındaki, yani bireyle toplumun arasındaki köprü iletişimdir. Çoğulcu demokrasi, uzlaşı kurumu ve iletişim yoluyla var olur. Ülkemizde demokrasi kültürünün gelişememesinin nedenlerinden biri olarak belki de, uzlaşının bir zayıflık olarak algılanmasını öne sürebiliriz. Toplumdaki farklı grupların, ortak yaşayışın esaslarına ilişkin çatışması -yani uzlaşı arayışı-, ancak sağlıklı iletişimle mümkündür. Bugünlerde iletişimin ortadan kalkmasının bir başka nedeninin de, artık tarafların aynı dili konuşmuyor olması olduğunu iddia edebiliriz. Uzlaşının dilini arayan Gezi’yle, her eylem ve söylemi mubah hale getiren meşru yalanın dilini konuşan hükümet tarafının ortak dil problemi olduğu açık. Ancak, bu noktadan hareketle, içinde bulunduğumuz siyasi düzlemi belirleyenin, gücü hala elinde bulunduran hükümet olduğunu görmeliyiz.Hükümetin, ‘diğerinin’ gerçeklik alanını tanımlaması ve bu kitleyi içermesi, içerilen bu kitlenin söylem ve eylem alanını da kısıtlıyor. Hükümet kitlesinin ahlaki ve toplumsal kabulleri,bu kabullere sahip olmayan kitleyi yargılamak için de kullanılıyor. Muhafazakar değerlerin normatif kabul edilmesi ve dayatılması elbette ki yeni bir şey değil. İçki içmek, evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmak, ‘usta’yı eleştirmek gibi eylemler, bu eylemlerle ahlaki olarak sorunu olmayanları yargılarken de suç haline geliyor. Gezi eylemcilerinin dinsiz olmadıklarını, şeytan olmadıklarını ispatlamak zorunda bırakılmaları, asıl mesajlarını gölgelemişti. Zira Gezi zaten, ‘velev ki’ diye başlayan söylemlerin üzerindeki tahakkümü kırmak için de bir mücadeleydi kuşkusuz. ‘Velev ki dinsiziz, velev ki sizin ahlak anlayışınıza göre yaşamıyoruz’ benzerinden argümanları dile getirme amacındaydı. Maalesef AKP, elindeki gücü kullanarak, tartışmanın ve maçın hep kendi sahasında oynanmasını sağladı.Hükümetin belirlediği söylem ve ahlaki alanda gerçekleşen mücadelede de, henüz toplumsal muhalefetin güç dengelerini sarsması mümkün olamadı. Ancak bu da hiç yeni bir şey değil, zira AKP’nin kendi kitlesi üzerinde uyguladığı politika inkâr üzerine kurulu. İnkâr, ülkemizin resmi politikası. İnkâr, yalan ve uydurma bir gerçekliğin içinde mutluluğu ve düzeni aramak; savaşın içinde barışı aramak, haksızlıkların içinde adaleti aramak, katliamların içinde milli gurur aramak gibi nafile bir çaba. Şu anda iktidar kitlesi nasıl olan biteni yalnızca kendi pencerelerinden izliyorsa, ve inkâr kültürünün devamını sağlıyorsa, bugün mağdur durumundaki kitlenin ciddi çoğunluğu da, Kürt halkının maruz kaldığı kıyımı aynı şekilde izliyordu (bir kısmı hala izliyor). ‘Türk milletinin bölünmez bütünlüğü’ ve 'devletin bekası' yolunda yapılan her şeyin mubah olduğu zamanlar çok eskide değil. Camide bira içmenin -velev ki gerçek-, masum gençlerin katledilmesinden daha büyük suç haline geldiği bu zamanın ruhu; Kürtçe şarkı söylemenin, masum Türk ve Kürt gençlerin ölümlerinden daha büyük suç olduğu zamanın ruhuyla aynı. Sembollerin, temsil ettiği şeylerden daha değerli olması bizim inkâr kültürümüzün bir parçası. Devlet, varlık nedeni olan vatandaştan daha değerli olunca; ‘batsın böyle devlet’ diyemeyip masum insanların canını almak hak oluyor. Sesinizi yükseltmeye kalkarsanız da, ‘batsın böyle gazetecilik’ diye zılgıt yiyorsunuz ancak.Özetle, Erdoğan’ı koşulsuz takip eden bu kitle gökten zembille inmedi. İnkâr kültürümüzün, güç sahipleri tarafından nasıl sömürüldüğünü görmek zor değil. Ezen-ezilen ilişkilerinin değişmesi, iletişim kanallarının ve tarih anlayışının kontrol ve manipülasyonunu değiştirmiyor. Süreçler hep birbirine benzer. Sorun AKP’yle sınırlı değil, sorun AKP’nin ‘inkâr kültürü’müzün bir mağduru olsa da, bu hastalıklı toplumsal düşünüş ve pratiğimizle yüzleşmemesi ve gücünü muhafaza amacıyla devam ettirmesidir.

BEDAVACILIK KÜLTÜRÜODTÜ’de 2007 yılında intihal skandalı ortaya çıktığında, Nature dergisinde İtalyan bir fizikçinin olay üzerine söylediği ‘’Bazı kültürlerde intihal, kınanıp ayıplanacak bir olay bile değil’’ sözüne yer verilmişti. Yakın zamanda ortaya çıkan yolsuzluk skandalına ilişkin toplumun bir kesiminde oluşan algının, bu sözde de işaret edilen bedavacılık kültürümüz ve ahlak anlayışımızın sonucu olduğunu düşünebiliriz.Bireysel katkıda bulunmadan ya da bedelini ödemeden, grubun çabalarının sonuçlarından - kaynak, ürün, hizmet- faydalanma davranışına bedavacılık davranışı (free-riding behaviour) deniyor. Grupların işleyişine engel teşkil eden bu olgunun, bireysel çıkarların grup çıkarlarından önde gelmesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bir toplu taşıma aracına biletsiz binmek, vergi kaçırmak, oy vermemek, grubun çıkarları için girişilen bir eyleme katılmamak, kazanımları tüm çalışanlara faydalı olacağı halde düzenlenen bir greve katılmamak gibi örnekleyebileceğimiz bu durum, genel itibariyle grubun çıkarı için girişilen kolektif eylemden kaçmak ve katkı sunmamak olarak anlaşılabilir.Bedavacılık bir yönüyle de hırsızlıktır. Hırsızlığı yalnızca maddi boyutuyla düşünmemek gerekir; emek, umut, özgürlük hırsızlığı gibi şekilleri de olabilir. Adalet, özgürlük, eşitlik gibi soyut kavramlar, bölündükçe azalmadığı için, kimseyi bunların uygulamasından dışlamak mümkün değil. Ancak bu ideallere erişmek için girişilen mücadele, gösterilen çaba ve fedakârlık, bu ideallere sahip da olsalar, bireyler için risk teşkil ediyor. Benzer durumdaki bazı insanlar bu mücadeleye katılırken, bazıları katılmıyor. Bu da, uzlaşı ve güvenin yerleşemediği bir bedavacılık kültüründe kolektif eylemi iyice zorlaştırıyor. Zira güvenin düşük olduğu kültürlerde, bedavacılığın da yüksek olmasını beklemek kaçınılmaz oluyor.İntihalin -emek hırsızlığı- ayıplanacak bir olay olmadığı bir kültürde, bedavacılığın ahlaki meşrulaştırılmasının da - aslında ahlaki bir muhakemeye dahi tabii tutulmaması- nasıl bir anlayışa dayandığını tahmin etmek çok zor değil. Yalanı ve inkârı meşrulaştıran kültürün, bedavacılığı da meşrulaştırması çok zor değil elbette. Yolsuzluk, ‘adam-kayırmacılık’, rüşvet, konumunu kullanarak kişisel avantaj ve kazanç sağlama, araya ‘adam' sokma, şike gibi bedavacılık kültürünün sonucu hırsızlıklar, Türkiye’de yaşayan insanlar için günlük hayatın çok da yabancı olmayan durumları. Hükümetin, üyelerinin bu denli yolsuzluklarının ortaya çıktığı bu süreçteki yaklaşımının bize verdiği mesaj, suç olanın bu yolsuzlukların kendisi değil, yolsuzlukların açığa çıkması, ve sorgulanması olduğudur. Bu yolsuzlukları sorgulamak ve hesabını sormak ne kadar önemliyse, suç-üstü yakalanamayan yolsuzlukları, ‘bizimkilerin’ yolsuzluklarını ve dahi kendi yolsuzluklarımızı da görmezden gelemez ve unutamayız.Şike yapıldığı iddia edilen futbol yöneticileri, ‘başka kulüplere de bakın, şike Türk sporunda bir norm haline gelmiştir' derken, haksız değiller. Ne şike yapan yöneticiler, ne de yolsuzluğa, rüşvete bulaşmış siyasetçiler masum. Bağımsız yargının, bu suçları tespit edip sorumluları cezalandırması ne kadar elzemse de, yeterli değildir. Bizim halk olarak mücadelemiz, bu bedavacılık kültürüne ve inkâr kültürüne karşı olmalı; bu tür olayların bir daha olmaması için mücadele etmek olmalıdır. Hırsızlığın büyüğü küçüğü olmaz. Bugün artık ayyuka çıkmış hırsızlıkları hem ahlaken, hem de hukuken mahkûm etmek ne kadar gerekliyse, kendimize de bakmak mecburiyetindeyiz. Eğer kendimiz de aynı davranışı, başka koşullar ve büyüklüklerde sergiliyorsak, biz de hırsızlığı ve bedavacılığı meşrulaştırıyoruz demektir. O zaman, Erdoğan’ın tüm bu olanlara rağmen neden desteklenebileceğini tekrar düşünmemiz gerekir. Önemli olan, yalnızca başkalarının ahlaken sorunlu davranışlarını eleştirmek değil, temel aldığımız ahlaki normları içselleştirmek ve mücadeleye öyle girişmektir.

KOLEKTİF EYLEM -NASIL?-AKP’nin, kronik hastalıklarımızın -inkâr ve bedavacılık- etkisinde davranmasında şaşılacak bir durum yok. Bu açıdan, Türkiye’de olağanüstü bir durum da yok aslında. AKP’yi devirmek için çalışmak seçimlerde önemli bir ilk adım olsa da, alternatif siyasetin ne olacağı da önemli. Zira önemli olan bataklığı kurutmak. AKP’nin yerine geçmeye aday başka siyasi aktörlerden, artık bu sancılı sürece bir son vereceklerini taahhüt etmelerini istememiz gerekir. AKP’nin gitmesi yetmez, önemli olan AKP’yi ve geçmişte benzerlerini yaratan toplumsal illetlerimizden kurtulmamız ve benzerlerinin yaratılmamasını sağlama amacıyla mücadele etmemiz. Halkın çıkarlarının ve geleceğinin, siyasi güç kavgasına kurban edilmemesi en önemli amaç olmalıdır.Gezi, kitlelere bu yönde belli bir etkinlik hissi verdi, ortak bir kimliğin ortaya çıkmasıyla, adaletsizlik hissinin yarattığı duygusal birikim patladı. Devam eden süreçte, Gezi bileşenlerini oluşturan heterojen gruplar dağılma eğiliminde ve kolektif bir politik kimlik yaratmaktansa, önceki kimliklerinde hapsoldular. Herkes ‘kendi’ partisine ve kimliğine döndü ve ‘Mecburen Partisi’ yine seçimleri kazandı bile. Bu durumda en talihsiz nokta, uzlaşı mekanizmasının devreye girememesi ve güvenin inşasına katkıda bulunulamaması. Gezi forumları bu açıdan çok önemli fırsatlardı ve devamı çok yerinde olur. Belki ‘dış-grup’la uzlaşı yoluna gitmeden önce, ‘iç-grubun’ heterojenliğini tehdit etmeden, uzlaşı ve güven inşasının yollarını aramak gerek. Siyasi değişim oldukça kompleks bir süreç elbette, etkileyen birçok faktör var. Benim alanım olmadığı için bu konuda tartışmayı başka arkadaşlara bırakıyorum. Ancak, güvenin bu kadar düşük olması, zayıf olan uzlaşı kültürünün yerle bir olması ve sonucu olarak incinmiş bir adalet algısı işleri maalesef kolaylaştırmıyor. Gezi’nin siyasi dönüşümdeki göreceli sessizliğinde, tartışma alanının taraflılığı ve güç dengesizliğinin ciddi etkisi var. Zira, Türkiye enerjisini boşa harcıyor. Tartışmamız gereken, inkâr ve bedavacılık kültürlerinin kendileri, bunların sonucu yaşadığımız ve yalnızca açığa çıktığı kadarını bildiğimiz olaylar. Daha önce belirttiğim gibi maçı hep iktidarın sahasında yapıyoruz. Belki mücadelenin yerini hiç olmazsa tarafsız bir sahaya çekmenin yollarını aramak, önemli bir adım olabilir.


[i]Gillespie, A. (2008). Social representations, alternative representations and semantic barriers. Journal for the Theory of Social Behaviour, 38, 375–391.

[ii] http://t24.com.tr/haber/basbakani-kizdiran-zaman-muhabiri-bana-uludere-icin-de-kizmisti/250963

[iii] http://www.hurriyet.com.tr/pazar/25765611.asp

iv Ayrıca bkz. Tetlock, P.E. (2003). Thinking about the unthinkable: Coping with secular encroachments on sacred values. Trends in Cognitive Science, 7, 320-324.