UTANÇ DUYUYORUM!
Avukat Fethiye Çetin’in Utanç Duyuyorum” isimli “Hrant Dink Cinayetinin Yargısı”nı anlattığı kitabı, geçtiğimiz yılın eylül ayında Metis Yayınevi’nden yayımlandı. Kitabı elime aldığımda bir cinayet davasının öyküsü ile karşılaşacağımı sanmıştım. Yanılmışım! Kitap, bir cinayet davasının çok ötesinde 2004-2007 Türkiye’sinin zihni/ahlaki kılcal damarlarını ve bu damarların içinden akan sıvının rengini gözler önüne seriyor.
Kitabı bitirdiğimde, Marquez’in Kırmızı Pazartesi isimli romanını hatırladım. Bilirsiniz, 21 yaşındaki roman kahramanı Santiago Nasar’ın öldürüleceğini kendisi dışında tüm belde sakinleri bilmektedir. Hrant’ın “Kırmızı Cuma”sında da aynısı olmuş… Hatta böyle olmakla kalmamış; vatandaşının can güvenliğini sağlamakla ve cinayetleri önlemekle yükümlü çeşitli devlet görevlileri doğrudan veya dolaylı surette bu olaya karışmış ve cinayette bizatihi rol oynamışlar. Olayı dışarıdan izleyen bir yurttaşın bile hissettiği bu “sır” kitapta delilleriyle gösterilirken, Yazar okuru bu olayın labirentlerine çekebilecek bir üslup geliştirmiş.
YAZARIN ÜSLUBU
Kitabın yazarı Fethiye Çetin’i, aynı zamanda yine Metis Yayınevi’nden 2010 yılında yayımlanan “Anneannem” isimli romanı ve 2009 yılında yayımlanan “Torunlar” isimli derleme kitabından tanıyoruz. Utanç Duyuyorum’da yazarın daha önceki yazarlık deneyimi hemen hissediliyor. Çok sert olayları, acımasız bir cinayeti, arkasındaki toplumsal panorama ile birlikte oldukça yumuşak ve sade bir dille anlatabilmek… Başta yargı mensupları, hukuk insanları olmak üzere tüm toplumu ahlaki hesaplaşmaya daveti bu kadar güzel başaran kitabı elinizden bırakamıyorsunuz. Büyük bir görev yaptığını sanan milliyetçi müştekileri, onlarla özel ilişki kuran yargıçları, Hrant aleyhine büyük bir linç kampanyası başlatan asker-sivil şürekayı hasılı “kötü”yü anlatan kitabın bir öykü kitabı gibi kesintisiz okunabilmesinin ardında yatan ince kurguyu da atlamamamız gerekiyor. Fethiye Çetin’in düz anlatım yerine, değindiği olayları gidiş-gelişlerle sunması, okumayı zorlaştıracak bazı ayrıntıları başka bölümlere ya da arkada yer alan belgelere bırakması okura büyük fotoğrafı görmesi, hatta içine girmesi için çok güzel bir zemin hazırlıyor.
Neticeten; yazar davayı ve yargısını bize bir tragedya uslubu içinde aktarmayı başarmıştır. “Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği” başlıklı yazısının; öldürüleceğini bilen ve fakat bunu kendi halkına kondurmak istemeyen Hrant Dink’i, bu kez utanç vesilesi bir resim içinde, bir halk kahraman olarak karşımıza çıkmakta ve bize “Nasıl kıydınız? Oysa…” diyen gözlerle bakmakta, ruhumuzu tarumar etmektedir.
FARKLI AVUKATLIK
Fethiye Çetin’in Hrant’la ilişkisinin bir profesyonel avukat-müvekkil kadrajına sığmadığını daha kitaba başlarken hissediyoruz. Yazarın bize “Yasını tutamadığı” dostunu ve onun başına gelenleri anlatırken aslında avukatlık mesleğinin sınırlarını hayli aşan, kendini Türk halkına emanet eden Hrant’a karşı bir şebekenin gerçekleştirdiği bu vahşi cinayeti çözmeye adamış bir “insan” portresi görüyoruz. Gerek cinayet öncesi gerekse cinayet sonrası özverili avukat çalışmasını, yaptığı işe sadece para kazanma vasıtası olarak bakan bir avukatın anlaması elbette mümkün değildir. Devletin, toplumun içine kök salmış böylesine bir şebekeye karşı tek başına mücadele etmek ve sakin bir uslup ile, “Bunu anlamadım lütfen açıklar mısınız?” ya da “Ergenekon dava dosyasında şöyle bir belge buldum lütfen bunu ilgili kurumdan soralım,” diye talepte bulunmak, bazılarını mahkemeye kabul ettirmek ve bıkmadan, usanmadan küçük fakat kararlı adımlarla “hakikatin peşinde koşmak…” Yazar, avukat olarak bize gerçek hukuk mücadelesinin nasıl özverili, titiz bir çaba gerektirdiğinin örneğini de sunmuş oluyor.
Başta avukatlık, doktorluk olmak üzere serbest mesleklerin, bir insana yapılan hukuki yardımı, tıbbi yardımı “iş haline” dönüştürmesinin “garipliğini” herkes kendi çevresinde yaşamıştır. Bahsettiğim konu iş karşılığında para alınmasının ötesinde bir konudur. Siz sadece kendi “işinizi” yapar, başka konularına burnunuzu sokmazsınız. Hastanız mı öldü, önlüğünü çıkartıp “ex oldu” dersiniz. Dava zora mı girdi, cübbenizi çıkartıp suçu başkalarına atarak sıyrılırsınız. Oysa yazarın, olayın üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen bir avukat olarak pes etmediğini, mücadele ettiğini, bulduğu hakikati yargıya kabul ettirme arzusunun peşinde koştuğunu görmemiz; bize bir avukatın değişik tarzını da gösteriyor: “Katledilenin bize emanet edilmiş bir insan, bir halk çocuğu olduğunu, failleri bulmanın tüm toplumun borcu olduğunu, avukat olarak o borçtan kendine düşeni ödemeye çalıştığını…”
2004-2007 DÖNEMİ
Şüphesiz, yazar sadece bu üç yıllık dönemi anlatmıyor. Kitap bu dönemin evvelinin güzel dostluklarından, çeşitli yargı sorunları içinde pişen güzel anılardan bugünlere kadar uzuyor. Yaşadıklarımıza, doğru ifade ile; bize yaşamak için reva görülenlere “Hrant’ın Penceresi”nden bakmak, çoğunu unuttuğumuz küçük gazete başlıklarının bir araya gelerek farklı bir fotoğraf oluşturmasına imkan tanıyor. Yazarın kısaca değindiği dönemin aynı milliyetçi müştekileri tarafından açılması sağlanan, Orhan Pamuk, Osmanlı Ermenileri Konferansı, Gazeteciler davaları gibi davalar fotoğrafı tamamlıyor.
Kitabı okurken, Osmanlı döneminde mağdur edilmiş, kıyıma uğratılmış kadim Ermeni halkının yaşamayı başarabilmiş az sayıdaki mensubundan biri olan Hrant’ın, kendini ifade için geliştirdiği, “geçmişi değil geleceği birlikte kurma üzerinden hareket edelim” anlayışını bile tehlike olarak gören “Devlet Aklı”nın bu toplumda neler yapabileceğini bir kez daha iliklerimize kadar hissediyoruz. Bir halk çocuğunun öldürülmesi için devletin içinde yer alan bazı insanların bu şekilde planlar yapabilmesi, Hrant’ın saf kişiliğinin hedef tahtası haline getirilmesi, bu cinayetin asker-sivil bir kadro tarafından organize edilebilmesi karşısında, insan ürperiyor. Bir toplumun “ilkel milliyetçi” düşüncelerle aslında kendi “değerlerini” tahrip edebilme arzusuna şahitlik etmek ve Holocaust’dan Ruanda iç savaşına, Balkan İç Savaşı’na kadar tekrarlanan ırkçı vahşet olaylarından hiç ders alınmadığını görmek korkutuyor insanı. Belki de korkulanı hiç bıkmadan anlatmak, bunlarla yüzleşmek bu ırkçı, faşist, milliyetçi söylemin insanlığa, topluma, fertlere hiçbir yararı olmadığını anlamaya katkı sunacaktır. Yazar bu konuda da çok önemli bir görev yerine getiriyor.
YARGI'NIN SERENCAMI
Hrant’a açılan davalardan, bu davaların organizatörlerinden Avukat Kemal Kerinçsiz’e “Bir emrin olur mu? Abi” diyen yargıçlardan, takipsizlik kararı verilmesi gereken şikayetleri ciddiye alarak “bir iş yaptığını” sanan savcılara, maruz kaldığı baskılara boyun eğerek şu veya bu nedenle mahkumiyet kararı veren yargıçlara, “Hrant’ın yargılanan cümlesindeki metaforu anlayamayan Yargıtay’ın ilgili hâkimler kuruluna; Hrant’ın ölüm fermanı altında imzası olmasına rağmen “ben Hrant’ı tanımıyordum, o ortamda başka karar vermemiz mümkün değildi” mealinde sözler sarf edebilen oysa bu karar için kulis yaptığı ortaya çıkan ve daha sonra Ombudsman seçilen bir yüksek yargıca, bir MİT belgesini soruşturabilecek bir yargımızın olmamasına, aynı dönemde diğer aydınlar, gazeteciler üzerinde baskı kurmak için yargının kullanılmasına kadar tüm yargı kepazeliklerini bir “insanın trajik öyküsü”nde yeniden görme imkanı sunan Yazar’a ne kadar teşekkür etsek azdır.
Okuduğunuzda, sıcacık bir insanı, Hrant’ı bambaşka yönlerden tanıyacak, onun “insan“ avukatıyla tanışma fırsatı yakalayacak; toplumumuzda hala böyle insanların var olduğunu görmeniz, yüreğimizi buran, beynimizi kavuran Hrant karabasanına rağmen, içinizi kaplayacak bir sevince yol açacak; sıradan mesleki kalıp dışında bir avukatın yapabildikleri karşısında ironik biçimde umutlanacaksınız…