2011 yılında, Danimarkalı yönetmen Joshua Oppenheimer, 1965-1966 yılları arasında Endonezya’da General Suharto’nun komünistlere karşı gerçekleştirdiği katliamlarda yer alan paramiliter grubun üyelerinden Anwar Congo ve Adi Zulkadry’e katliamı anlatmalarını talep eder. Eski paramiliter üyesi Congo ve Zulkadry gerçekleştirdikleri işkence ve cinayetleri detaylı bir şekilde nasıl açıklayabileceklerini düşünürken akıllarına dâhice bir fikir gelir.
Parçası oldukları büyük katliamda oynadıkları “önemli” rolü gösteren ve yaşananları yeniden canlandıran bir film çekerek Endonezya halkına kahramanlıklarını göstermek. Evet yanlış okumuyorsunuz, Anwar ve Adi 1965-1966 yılları arasında tam olarak hiçbir şekilde hesaplanamasa da yaklaşık 200.000 kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan süreçte görev aldıkları operasyonları anlatmak için kolları sıvıyor, hiç bir masraftan kaçınmadan işledikleri cinayetleri gençken etkilendikleri kovboy ve gangster filmlerindeki sahnelere benzer bir şekilde yeniden canlandırıyorlar.
Oppenheimer’ın Act of Killing adlı belgeselinde çektiği görüntüler aracılığıyla Anwar ve Adi’nin büyük bir soğukkanlılıkla gerçekleştirdikleri işkenceleri canlandırmak için seçtikleri farklı kostüm ve uyguladıkları ilginç makyaj teknikleriyle sahneleri tekrar tekrar kameraya alırken izliyoruz. Kısa bir telle ustaca nasıl adam boğulur, komünistler nasıl sorgulanır, baltayla kafa nasıl kesilir gibi kendilerine oldukça pratik gelen önemli ipuçlarını anlatırken Anwar Congo büyük bir sükunetle “öyle bir şeydi ki sanki bu cinayetleri büyük bir mutlulukla işliyorduk” diyor.
Danimarkalı yönetmenin çektiği bu kan dondurucu belgeseli izlerken kahramanlarımızın tek başlarına 1000’e yakın adam öldürdüklerini duyuyorum. Suratlarında pişmanlığın zerresi okunmuyor, en can alıcı sahnelerden biri olduğuna inandıkları köy meydanındaki bütün kadınlara tecavüz etme ve bütün köy halkını yakma sahnesini tekrar tekrar kameraya çekerken, Anwar ve Adi ellerindeki megafonla filmde yer alan diğer figüranlara vahşeti göstermekte daha “inandırıcı” olmaları gerektiğini bağırıyorlar. Sinemanın beyaz perdesinde canlandırılan sahnede yanan figüranların attıkları çığlıkları duyarken yerime çakılıyorum, Danimarkalı yönetmenin bu belgeseli, insanlığın ulaşabileceği en karanlık noktayı bütünüyle beynime kazıyor.
Belgesel sonrası tek düşündüğüm mutlak cezasızlığın bir toplumu sürükleyebileceği cehennem. Endonezya’da 1985’e kadar süren katliamlarda 500.000-1 milyon arası kişinin katledildiği tahmin ediliyor. Katliam bu belgeselin de gösterdiği gibi yüzleşmek bir yana hâlâ gurur duyulan bir nevi “kahramanlık destanı” gibi geriye kalan mağdurlara ve ailelerine her gün hatırlatılıyor. Şiddet ve şiddetin kalıcı olmasını sağlayan cezasızlık kültürü kazananların sayesinde sadece tarihin değil ayrıca toplumun gündelik hayatının da alışagelen bir parçası haline geliyor. Endonezya’da yaşananlar elbette oldukça uç bir nokta fakat biraz geri çekilip genel olarak bakıldığında ülkemizde önüne geçilemeyen güvenlik güçleri şiddetinin devlet tarafından cezasızlığı teşvik eden yöntemlerle nasıl gözümüzün önünde ve oldukça olağanmışçasına meşrulaştırıldığı görülebilir.
Belki yukarıda bahsettiğim belgeselin benzerinin asla ülkemizde çekilemeyeceğini düşünüyor olabilirsiniz doğru olabilir belki asla böyle bir belgesel çekilemez belki hiçbir güvenlik güçleri mensubu yaptıklarını alenen gururla bu şekilde anlatamaz, tekrar canlandıramaz. Ama unutmayalım ülkemizde polis şiddetinin normalleştirilmesinde bu belgeselin sadece bir adım gerisindeyiz ve unutmamız gereken bir şey daha var: bu noktaya gelişimiz birdenbire olmadı, zamanla unutturulmaya çalışılan güvenlik güçleri mensuplarının zanlı olduğu taciz, eziyet, işkence adam öldürme gibi binlerce davanın birikmesi ve bu davalarda suçlu oldukları alenen kanıtlanan bu kişilerin hâlâ hiçbir şey olmamış gibi normal hayatlarına devam edebilmesiyle ve çoğu zaman görevlerinden dahi alınmaması ve herhangi bir disiplin cezasına çarptırılmamasıyla oldu.
Emre itaat bahanesiyle devleti “vatandaştan” koruyan güvenlik güçleri mensubu kamu görevlilerinin vatandaşlara karşı aşırı güç kullanmaktan, türlü şiddet yöntemlerini uygulamaktan çekinmemesinin sebebi ne yazık ki işledikleri suçlardan ötürü devletin türlü idari ve yargısal yollara başvurarak kendilerini koruyacaklarına dair sarsılmaz inançları.
Bu inanç çok sağlam ve emin olun sağlam olması için de güvenlik güçleri mensuplarının çok kuvvetli sebepleri var. İlk olarak, Türkiye’de güvenlik güçleri mensubu kamu çalışanlarının sivil vatandaşa yönelik şiddet içeren, işkence, ölüm gibi insan hakları ihlalleri söz konusu olduğunda yargı mekanizması nedense oldukça “yavaş” ve “aksak” işliyor.
Fakat vatandaşların kamu görevlilerinin insan hakları ihlallerine ilişkin açtıkları davalarda yargıda gözle görülür bir şekilde kamu görevlilerinin kayırılması geleneği kesinlikle sadece AKP hükümetine özgü bir durum değil. Biraz geriye gidelim; 1980 darbe süresince generallerin verdikleri emirler neticesinde 49 idam, 171 işkence sonucu ölüm gerçekleşirken aynı zamanda Metris, Mamak ve Diyarbakır cezaevlerinde göz altına alınan yaklaşık 650 bin kişinin üstünde travmasını asla üstlerinden atamayacakları türlü insanlık dışı işkence yöntemleri uygulandı. Devlet demokrasiye geçişle birlikte kendi vatandaşları olan mağdur ve mağdur yakınlarına kabul edilen yeni anayasanın yüz kızartıcı 15. maddesiyle yaşadıklarının hiçbir öneminin olmadığını ve asla adaletin yerini bulmayacağını o soğuk münasip hukuki dille aktardı.
28 yıl boyunca yürürlükte kalan Türkiye’de cezasızlık kültürünün yapı taşlarından biri olan bu madde, AKP iktidarının ikinci döneminin sonu 2010 yılında kaldırıldığında biraz olsun cezasızlığa ilişkin ülkemizde bir kırılmanın yaşanabileceği umudu oluştu. “ İşkenceye sıfır tolerans taahhütlüyle” iktidara gelmiş
AKP hükümeti AB yolunda işkence ve ağır suçlar söz konusu olduğunda kamu görevlilerin “idari izin” olmaksızın yargılanmasının önünün açılmasına ilişkin iyileştirici önlemler aldı; ama alınan bu önlemler pratiğe yansımadı.
Darbe sırasında ve darbe sonrası 2000’lere kadar olağanüstü hal bölgesi olan doğunun birçok yerinde binlerce zorla kaybetme vakası yaşandı. Korkunç bir Nazi “kaybetme” uygulaması olan Nacht und Nebel’den (gece ve sis) feyz alan devletimiz Türkiye’nin doğusunda kendi vatandaşlık kriterlerine uygun bulmadığı, “şüpheli” gördüğü yüzlerce kişiyi keyfi bir şekilde göz altına alıp sonra da türlü eziyet ve işkencelerden sonra “kaybetti”. Kaybolan bu kişilerin akıbeti hakkında bilgi almak için karakollara ve farklı devlet dairelerine gidenlere cevap olarak “bahsedilen şahsın kaydı bulunmamaktadır” dendi. AKP iktidarının sözde “demokratikleşme” anlamında halkın önüne sunduğu yargı reform paketleri neticesinde acaba çocukları veya yakınları kaybolan kaç aile yargı önünde “kamu görevlileriyle” aynı eşit haklarla kendilerini savunabilir hale geldi? Devletin işlediği bu utandırıcı suç ne zaman yargıya intikal etse dava Türk yargı mekanizmasında uygulanmasına alışık olduğumuz tanıkların korunmaması, delillerin kaybedilmesi, dosya yoğunluğundan ötürü davaların sürekli olarak ileri tarihlere atılması, hakim ve savcıların söz konusu dosyalar üzerinde hiçbir işlem yapmaması neticesinde zaman aşımına uğrayarak adliyelerdeki tozlu raflara kaldırıldı ve ne yazık ki devlet kendisinin işlediği suçlarda büyük bir hassasiyetle yargının bağımsız karar vermesini sistematik olarak engellemeye devam ettiği sürece de bu dosyalar o tozlu raflara kaldırılmaya devam edecektir.
Bütün bu haksızlıklar yaşanırken en kötüsü de devletin, işkenceyi veya cinayeti işleyen kamu görevlilerine karşı dava açabilme cesaretini gösteren mağdur ve mağdur yakınlarına adliye koridorlarında sanki acıları kendilerine yetmezmiş gibi dehşet verici tecrübeler yaşatmaya devam etmesi. Öyle garip bir ülkede yaşıyoruz ki mağdura işkence eden, taciz eden ve bazen ölümüne neden olan kamu görevlileri “görevlerinin gerçekleştirilmesini engellemek amacıyla cebir ve tehdit kullanmak” nedeniyle mahkemeye mağdurlara karşı rahatlıkla şikayette bulunabiliyor.
Sorulması gereken ama ne yazık ki ülkenin sürekli değişen gündemiyle bilinçli olarak unutturulan, hızlı bir şekilde üstü kapatılan ama vebali çok büyük olan sorular var. Vebali büyük; çünkü bu sorularda işkenceye uğrayan veya bazen ailelerinin bile bilmediği herhangi bir yerde öldürüp bırakılan insanların uğradıkları haksızlıklar gizli.
Güvenlik güçleri mensupları söz konusu olduğunda “cezasızlık kültürü” çarpıcı bir şekilde birçok nedenden ötürü ama en çok da iktidarın kendi çıkarlarını koruma bahanesiyle kendini sürekli olarak yenilemeye devam ediyor.
Örneklerine içimiz acıyarak her gün bakmaya devam ediyoruz; sivil toplum ve insan hakları örgütleri raporlarında bu kültürün devam etmesini sağlayan yapıların ve aktörlerin nasıl çalıştığını detaylıca inceliyorlar. Bu raporlar tamamen göz ardı edilerek mağdur ve mağdur yakınları haklarını arama mücadelelerinde engellenmeye devam ediliyor.
Son olarak Gezi protestoları sırasında polisin aşırı güç kullanması neticesinde hayatını kaybeden veya komaya giren mağdurlara ilişkin açılan davalarda yukarıda bahsedilen cezasızlık stratejilerine nasıl başvurulduğunun oldukça somut örnekleri var. 15 yaşında polisin attığı biber gaz kapsülünün başına isabet etmesi neticesinde komaya giren ve hâlâ yoğun bakımda tutulan Berkin Elvan’a ilişkin başlatılan soruşturmada olayın gerçekleşmesinden ancak 229 gün sonra polislerin ifadesinin alındığını görüyoruz. Bir başka örnek ise yine Gezi eylemlerine destek veren ve bu sırada polisin gerçek mermiyle kafasına ateş etmesi neticesinde hayatını yitiren Ethem Sarısülük davası sırasında savcının yer yer uyuması ve daha sonrasında da davaya bakan mahkeme heyetinin davadan çekilmesi nedeniyle davaya ilişkin son iki aydır hiçbir işlem yapılmamasından ötürü davanın fiilen durdurulmuş olmasıdır.
Peki vicdanı olan bireyler olarak bize düşen görev nedir? Türkiye’de güvenlik güçlerine mensup kamu görevlilerinin işledikleri insan hakları ihlallerine karşı “cezasızlık kültürünün” devlet tarafından hiç olmadığı kadar yaygın hale getirildiği, Şemdinli, Roboski, Gezi ve birçok yerde güvenlik görevlilerin işledikleri suçlara ilişkin adli bir yargılama süreci sağlanmadığı sürece bizlerin en büyük sorumluluğu devletin unutturduğu soruları sormaya devam etmek ve mağdur ve mağdur yakınlarının hayatlarını zindan eden bu görevlilerin yaptıkları zulümleri kolektif olarak ifşa etmektir.