Sosyalizm ile kapitalizm arasındaki kökensel çatışmanın/zıtlığın insan anlayışları arasındaki farklılıkta düğümlendiği söylenebilir pekala. İnsan hangi vasıflarıyla tanımlanmalıdır? En temel sorudur bu. İnsanlar arasında var olan eşitsizlikleri değişmez/yapısal bir özellik sayıp, insan ve toplum görüşümüzü bu verili çerçeveye mi kapatacağız, yoksa yaratıcı/üretici potansiyeller, zihinsel güçler ve yatkınlıklar, ve temel öznellik biçimleri gibi en ayırt edici nitelikleri bakımından eşit/eşdeğer varlıklar olarak insan kavrayışı ve onun işaret ettiği ufuk mu belirleyecek yönümüzü ve düşünme dünyamızı. Sömürü ve tahakküm ilişkilerini ihmal eden, ikincil kılan ya da örten yavan ve sefil bir söylemin içinden mi konuşacağız, yoksa asıl tutkusu ve enerjisini onları kıyasıya eleştirmek, açığa çıkarmak, tecrit etmek üzerinde yoğunlaştıran teorik-siyasal bir eksenin inşası için mi uğraşacak, didinecek, titizleneceğiz?
Dilin düzeninde süregiden iktidar ilişkileri ve mücadeleyi de bir alt-başlık olarak buraya yerleştirmeliyiz: Mevcut kavram ve terimleri hangi içeriklerle tanımlayacağız, hangi tarifler hakim konumda olacak ve düşünce ve zihniyet iklimini sürükleyecek ya da kavramlara kim sahip çıkacak? Dilin iletişimi sağlamak ötesindeki işlevlerinin, kendi hayatlarımız üzerinde hakimiyet kurmak, düşünme ve hissetme kanallarımızı belirlemek ve kimliklerimizi kurmak olduğunu düşündüğümüzde, kavramların/kelimelerin kim ve hangi güçler tarafından temellük edileceği ve dolaşıma sokulacağı, yani hayatlarımıza hangi söylemin hükmedeceği yeterince hayati ve çetin bir iştir. Tek tek her birimiz çünkü, tarih-aşırı değişmez bir töze yaslanmadığımız, onun ürünü olmadığımız ölçüde, tarihin ve toplumun içine kayıtlı söylemlerin etkisiyiz/sonucuyuz ve bu yüzden tam da, hiç aynı kalmıyor, sürekli değişiyoruz.
Başka bir düzeyden de bakalım: “Günümüzün egemen akılsallığı”, çağdaş kapitalizmin aklı olan neo-liberalizmin ürettiği kurumsal ve söylemsel pratikler yeni bir öznelliği, yeni bir özne figürünü –yeni ıstırap biçimleri,”ruhun yeni hastalıkları” eşliğinde tabii ki, çünkü bu durumda o yeni öznellik biçiminin pazarlanması ve meşruiyet sorunlarının çözümü epeyce kolaylaşıyor- sahneye yerleştirmektedir. Olanca yıkıcılığıyla devam eden bir süreçtir bu:
“Neo-liberalizmle işimiz bitmedi. Birçok kişi ne düşünürse düşünsün, neo-liberalizm mali krizle birlikte yokolup gidecek geçici bir ideoloji olmadığı gibi; ticarete ve maliyeye başat yer veren bir iktisadi politika da değildir yalnızca. Sözkonusu olan bundan daha fazla ve başka bir şeydir: Yaşama, hissetme ve düşünme biçimimizdir. Sözkonusu olan tam da varoluşumuzun biçimidir, yani itildiğimiz davranma biçimi, başkalarıyla ve kendimizle ilişki kurma biçimimizdir. Neo-liberalizm gerçekten de Batı toplumlarındaki ve daha ötesinde, “modernite” yolu üzerinde onları atkip eden bütün toplumlardaki belli bir yaşama normunu tanımlar. Bu norm herkese genelleşmiş bir rekabet evreninde yaşamayı buyurur, halkların birbiriyle iktisadi mücadeleye girmesini emreder, toplumsal ilişkileri piyasa modeline göre düzenler, birey dahil her şeyi dönüştürür. Birey artık kendini bir şirket olarak tahayyül etmek durumundadır. Yaklaşık otuz yıldan bu yana bu yaşam normu kamusal politikaların başını çekmekte, dünya çapındaki iktisadi ilişkileri yönetmekte, toplumu dönüştürmekte, öznelliği yeniden şekillendirmektedir.”[1]
TRAVMA
Günümüz psikiyatri-psikoloji çevrelerinde egemen olan travma ve travma-sonrası stres bozukluğu (TSSB) anlayışına ilişkin bazı temel satır başlarını aktaralım önce: DSM tanı kategorileri arasında etyolojiye göndermede bulunulan birkaç nadir bozukluktan birisidir TSSB ve dolayısıyla teşhis edilmesi görece sorunsuz ve kolaydır. Orada sözü edilen travmanın somut, açık, aşırı, olağan-dışı vb. özellikler taşıyan bir olay olması, yol açtığı rahatsızlığın hem önceden kestirilebilir, hem de bütünüyle kavranabilir oluşunu güvence altına almaktadır. Tedavi bahsinde de “travma kurbanı” nın zaten hemen bir yardım arayışına gireceği varsayılarak tedavinin de derhal başlaması mecburiyetine vurgu yapılır.
Bir de DSM-IV-TR* de yer alan tanımı hatırlayalım:
“Posttravmatik Stres Bozukluğunun başlıca özelliği, gerçek bir ölüm ya da ölüm tehdidi, ağır bir yaralanma ya da kişinin fizik bütünlüğüne bir tehdit olayını yaşama ya da başka bir kişinin ölümüne ya da ölüm tehdidi altında kalmasına, yaralanmasına ya da fizik bütünlüğüne bir tehdit oluşturan bir olaya tanıklık etme ya da ailesinden birinin ya da başka bir yakınının beklenmedik ölümünü ya da şiddete maruz kalarak öldürülmesini, ağır yaralanmasını, ölüm ya da yaralanma tehdidi altında kaldığını öğrenmesi gibi kişinin doğrudan yaşadığı, aşırı travmatik bir stres kaynağının ardından özgül birtakım semptomların gelişmesidir. Kişinin söz konusu olaya tepkileri aşırı korku, çaresizlik ya da dehşete düşmedir.”
Yakından bakıldığında bu anlatıdaki sorunlu noktalar yeterince açıktır: Altüst edici, sarsıcı, derinden örseleyici, tahammül edilmesi çok zor ve “aşırı korku, çaresizlik ya da dehşet uyandırıcı” bütün nitelikleriyle travma deneyimi hiç te istisnai bir olay değildir. Dahası, hem travmatik bir olayın ardından gelişen TSSB’nun sıklığı, hem de travmanın hemen sonrasında ortaya çıkan akut stres bozukluğunun TSSB’ na dönüşme oranı oldukça düşüktür. Travmanın tabiatı ile gelişen patolojik tablo arasında, söz konusu güncel travmanın önemine ve şiddetine atıf yapmamızı gerektirecek bir ilişki tesisi de mümkün gözükmemektedir. Bir de tabii, travma-sonrası depresyon, madde bağımlılığı gibi TSSB’dan tamamen bağımsız ve farklı psikopatolojik durumların ortaya çıkabildiğini not etmeliyiz. Demek ki tüm bunları düşündüğümüzde ileri sürmemiz gereken şey, TSSB’nun ortaya çıkışını belirleyen travma-dışı etmenlerin yeterince önemli olduğu ve bunların özenle araştırılması ihtiyacıdır.
Ama yine de asıl soru şudur: Günümüzde –neo-liberal zamanlarda- travma literatürünün bu denli çoğalmış olmasını, travma kliniklerinin artışını, belli başlı toplumsal ve politik konuların hemen daima ve basmakalıp bir biçimde “travmatik deneyim, travmalarla yüzleşmek” kavram setinden müteşekkil bir paranteze alınmasını nasıl anlamalıyız? Tüm bu oluşumlar yaygın bir semptom özelliği gösteriyorsa, bu neyin semptomudur? Travma kavramının muhtelif kullanımları arasından ne tür bir seçim yapmalı ve bu farklılığı neye yormalıyız? Travmayı daha eksiksiz bir biçimde nasıl kavramsallaştırmalıyız?
Travma kavramını tüm derinliği ve karmaşıklığı içinde kavramak istiyorsak eğer, makas değiştirmeli ve ilk bakışta ne kadar paradoksal görünse de travmanın doğasına odaklanmak yerine öznenin yapısına yönelmeliyiz. Ve de değişmez/aşkın ve özcü bir öznellik anlayışını reddederek öznelliklerin kuruluş sürecini, onların tarihsel/toplumsal değişimler, sınıflar, ilişkiler, yapılar, kurumlar içinde ve onlar aracılığıyla dönüşümlerini daha çok merak etmeliyiz. Kısacası, öznelliğin tarihsel/toplumsal bir kuruluşa tabi olduğu tezi üzerinde diretmeliyiz.
Başlangıçta, dünyaya geldiğimizde öznenin kuruluş hikayesi, dürtünün yol açtığı içsel bir gerilim eşliğinde, içsel bir hoşnutsuzluk duygusuna yaslanarak başlar. Bu krizi ya da aşırılığı yönetmek, yoluna koymak bebeğin ruhsal ve bedensel çaresizliğinin bir sonucu olarak imkansızdır. Dürtünün temsili ya da tasarımını (representation) mümkün kılacak bir donanımdan ve kapasiteden henüz yoksundur bebek. Oysa dürtüye hükmetmenin ya da onu düzenlemenin ön şartıdır söz konusu tasarım/temsil yeteneği.* Bu tasarımlar kaçınılmaz olarak Öteki’den (anne, mOther) neşet edecek ve bu andan itibaren en geniş anlamıyla kimliğin inşası süreci (daha dar anlamıyla ise, özdeşleşme süreci) bir çerçeveye ve zemine kavuşacak, işlemeye başlayacaktır.** Bunun anlamı, öznenin kuruluşunun yapısal bir travmayla, o travmanın bağrından/içinden başladığıdır. Yapısal travma, yani dürtünün kelimesiz gerçeğinin yol açtığı aşırı ve kaotik gerilim artışı (hemen her seferinde bebeğin dayanılmaz ağlamalarıyla kendini gösteren) ile özne olmak potansiyeli arasındaki yarıkta beliren yüzleşmenin sağladığı çalkantılı, zorlu dinamizm.
Hakim travma anlatısında yer bulan –“travmatik” denerek vaftiz edilen- bütün olayları da aynı zamanda kat eden, onların da asıl çekirdeğini oluşturan bir özellikten söz ediyoruz demek ki: Yani normal, çağrışımsal/ilişkisel belleğin (associative memory) işlevini yerine getirememesinden ve çağrışımsal tasarımların yokluğundan. Travmatik şeyin bağlamını değiştiren ve travmayı özne ile Öteki arasındaki ilişkiye yerleştiren, deyim yerindeyse ilişkisel bir travma kavramı geliştiren –kavramı genişleten- bir düzlem değişikliğidir bu. Dahası aynı düzlem değişikliği bir yanıyla da, travmayı özneyle bir dışsallık ilişkisi içinde kavrayan ve bu kaba jest dolayısıyla özneyi “zavallı kurban” konumuna düşüren klasik/hakim travma kavramından tam bir –epistemolojik- kopuştur. Artık travmatik olan dürtü gerilimindeki aşırı, ani ve tahammül edilemez artış değildir sadece, aynı zamanda Öteki’nin yetersizliği ya da yokluğu da aynı ölçüde travmatiktir. Dünyaya geldiğimiz andan başlayarak yaşadığımız ve hakim olamadığımız hoşnutsuzluk atakları ve gerilim artışları karşısındaki temel ihtiyacımız için, yani tasarım/temsil imkanları ve kanalları için gerekli olan bütün gösterenleri temin edecek Öteki’nin yokluğunun travmatik olması demek, travmanın nihai olarak her seferinde bir kayıp ve/ya da ayrılık travması olarak yeniden yazılması demektir.
Burada söz konusu edilen meselelerin geniş arka planını oluşturması sebebiyle Freud’un geliştirdiği travma kavramına daha yakından bakmalıyız.
FREUD VE TRAVMA
Şöyle söylenebilir: Freud iki farklı travma anlayışı geliştirmiştir. Daha sonra terk edeceği ilk travma anlayışına göre travma, ensest, taciz ya da baştan çıkarma (sedüksiyon) gibi aktüel travmatik deneyimlerle sınırlıdır. Bu varsayıma göre, çocukluk döneminde somut bir cinsel taciz veya baştan çıkarma gibi travmatik bir deneyime maruz kalan ve henüz bunu anlamlandıramayan birey, daha sonra -cinsel kimliğin oluşmasıyla birlikte-, geçmişte yaşanan bu ruhsal travmanın anısını canlandırmakta, geriye-dönüşlü olarak (retroaktif biçimde) sözkonusu travmatik deneyim anlamlandırılmakta ve bu da nevrotik bozukluğa yol açmaktaydı. Ardından esas olarak ruhsal gerçeklik ve bilinçdışı fantezi kavramlarının keşfiyle birlikte aktüel deneyim olarak travma kavramını ve daha genel anlamda baştan çıkarma hipotezini terk edecektir. Şunları yazar örneğin:
“Hastalarımızın her birinde analizin bize gösterdiği, hastalıklarının semptomları ya da sonuçları tarafından geçmişlerinin belirli bazı dönemlerine taşınmış olduklarıdır. Gerçekten de olguların çoğunluğunda yaşamınoldukçaerkenbirevresi hedef olarak seçilir; çocukluklarınayada -nekadargülünçgörünsede- annememesindekibir bebek olarak varoluşlarınaaitbirdönem.
Nevrotiklerimizin bu davranışına en yakın benzeşme tam da şimdilerde savaş yüzünden sıklıkla ortaya çıkan -travmatik nevroz olarak tanımlanan- hastalıklarca sağlandı. (…) Travmatik nevrozlar travmatik kaza anına saplanmanın (fixation) kendi kökenlerinde yattığına ilişkin net bir delil sunar. Bu hastalar travmatik durumu rüyalarında düzenli olarak tekrar ederler. (…) Sanki bu hastalar travmatik durumla meselelerini henüz bitirmemişlerdir, ve sanki halledilmemiş acil bir vazife gibi onunla hala yüz yüze gibidirler. Bunu ciddi bir biçimde ele almalıyız. Bize gösterdiği, zihinsel süreçlerin ekonomik görüş açısı diye adlandırabileceğimiz şeyin yoludur. Gerçekten de ‘travmatik’ teriminin ekonomik olan dışında bir anlamı yoktur. Kısa bir zaman dilimi içinde normal yoldan ele alınması ya da üstesinden gelinmesi çok zor olan bir uyarım artışıyla karşı karşıya bırakan bir deneyim için kullanırız ve bu içinde enerjinin işlediği daimi tutum karışıklıklarıyla sonuçlanmalıdır. Bu benzeşme bizi, nevrotik hastalarımızın saplanmış göründükleri deneyimleri de travmatik olarak tanımlamaya yöneltmelidir.”[2]
Yapısal bir travma anlayışıdır bu. Nevrotik öznenin “bir bebek olarak memedeki varoluşundan” söz etmek, ilksel travmatik deneyimlerin bedene kaydolduğu, o aşırı duygunun izini taşıdığımız ve benzer şartlarda aynı duygunun canlandığını ileri sürmekle aynıdır. Travma kavramına böylece kazandırılan derinliği de ayrıca vurgulamalıyız.
Freud’un daha sonra travmayı kavrayışı bu kavramsal çerçevede gelişecektir. Sözü edilmesi gereken hatlardan birisi “Haz İlkesinin Ötesi” makalesinde geliştirilir. Bu makale, Freud’un zihnin işleyiş biçimine ilişkin tahayyülünde önemli bir kırılma noktasını temsil eder. Çünkü klinikte karşılaşılan bazı sorunları/fenomenleri eski modelle, yani haz/hazsızlık ilkesiyle anlamak ve yorumlamak mümkün olmamaktadır. Bazı sorular çıkar ortaya: Neden bazı hastalar semptomlarından kurtulmaya –deyim yerindeyse- tahammül edememektedirler? Bazı hastaların travmatik deneyimlerini ve onlara eşlik eden ıstıraplarını kompulsif bir biçimde yeniden üretmelerinin ya da tekrar etmelerinin sebebi nedir? Mazohizmi ve sadizmi hangi çerçevede açıklamalıyız? Vb. Böylece adı geçen metinde Freud, başka şeylerin yanı sıra iki durum tanımlar. Bunlardan birincisi bireyin hayatını riske eden beklenmedik bazı olayların sonucu olarak gelişen travmatik nevrozlardır. Bu hastaların –örneğin- rüyalarının en belirgin özelliğinin, travmatik durumun tekrarlayıcı bir tarzda yeniden sahnelenmesi olduğunu fark ederek bunun, “rüyaların bir isteğin doyurulması” olduğu teziyle uyumsuzluğunu not eder. Ona göre, tekrarın, acı yüklü bir deneyimi kontrol edilebilir kılma girişimi olarak ortaya çıktığı, tekrar fenomeninin gözlendiği diğer durum ise çocukların oyunlarıdır. 1,5 yaşındaki torununun ‘Gitti/Orada!’ (Fort/Da!) oyunu ile ebeveynlerinin ortadan kaybolması travmasını, bu travmatik durumu tekrar tekrar sahnelemesini gözler ve oyunun anlamını anneyi kaybetmek ve yeniden bulmakta aramamız gerektiğini söyler. Oyun çocuğun asla dile dökmediği/söylemediği/ifade etmediği ağlama ve protestolarını ikame etmektedir: Şunları yazar: “Oyunun yorumu o zaman açık hale geldi. Çocuğun büyük kültürel başarısıyla –karşı çıkmaksızın annesinin gidişine izin vermekle gerçekleştirdiği içgüdüsel vazgeçme (yani içgüdüsel doyumdan vazgeçme)- ile ilgiliydi. Ulaşabildiği nesnelerin kayboluş ve geri dönüşünü sahneleyerek kendi kendine sanki bunu telafi ediyordu.” [3]
Freud daha sonra da psikanalitik aktarımda tekrar eden şeyin dönüşümlerini inceler ve şöyle der: “Aktarımdaki davranışlara ve kadın ve erkeklerin hayat-hikayelerine dayalı bu türden gözlemleri dikkate aldığımızda, zihinde haz ilkesini hükümsüz kılan/çiğneyen (override) bir tekrarlama kompulsiyonunun (compulsion to repeat) gerçekten var olduğunu kabul etme cesaretini buluruz.”[4]
Benzer türde bir fenomenin travmatik nevrozların tekrarlayıcı rüyalarında ve çocukların oyunlarında da bulunduğunu söyler. Yine de tekrarlama kompulsiyonunun saf etkilerini nadir örneklerde gözlemleyebileceğimiz kaydını düşer. Ve şöyle sürdürür: “Bir tekrarlama kompulsiyonu hipotezini haklı çıkarmaya yetecek kadar şey açıklanmamış olarak kalır –çiğnemiş olduğu haz ilkesinden daha ilkel, daha temel, daha içgüdüsel görünen bir şey.”
Zorla araya girerek (intrusively), yekpare ve kavranamaz bir biçimde işleyen bir mekanizmadır tekrarlama kompulsiyonu. Kontrol edemediğimiz, ümitsizce yerine getirmeye mahkum olduğumuz bir tekrar biçimidir. Demek ki, Gerçek’in belli parçalarını/unsurlarını sözcüklere dökmeyi amaçlayan, bunu gerçekleştiremediği için de kompulsif bir biçimde işlemeyi sürdüren zihinsel bir işleyiştir. Bu anlamda öyleyse, bellekle herhangi bir ilişkisinin olamayacağını da eklemek bile gereksiz.
Yalıtık, sınırlı bir fenomenden söz etmiyoruz. Öznenin bütün varlığını ilgilendirir tekrarlama kompulsiyonu.
Dil, konuşan varlıktan/insan özneden bağımsız olarak, kontrolümüz dışında işler. Dili bir araç olarak kullanmaktan çok, onun tarafından kullanılırız. Dilde/dile yerleşmenin, dili edinmenin sonucu ‘doğa’ denilen temel durumdan kopma, onun kaybedilmesidir: Çünkü “harf öldürür”. Konuşmaya başladığı andan itibaren, insan dilin öznesi haline gelir ve dilin ötesinde kalan bir nesneyi elde etmeye çalışır. İnsanın bitmek bilmez arayışının yöneldiği şeydir; özne nesne arasındaki ayrılmanın ötesindeki bu durum: Kaybedilmiş birlik/bütünlük. Arzunun nihai anlamını/terimini temsil eden nesne. Geri döndürülemez kayıp. Gösterenleri çoğaltmanın, böylece sürekli genişleyen bir ağ oluşturmanın gerisindeki çabayı trajik kılan da aynı şeydir: Kökensel kaybın nedenini, tam da bu kaybı fesh edecek bir araç/imkan olarak kullanmaya çalışmak. Bir imkansızlığı biteviye tekrarlamak.
“Hastalar tüm bu istenmeyen durumları ve acı verici emosyonları aktarımda tekrarlar ve onları büyük bir hünerle yeniden canlandırırlar. Henüz tamamlanmamışken tedaviyi durdurmaya çalışırlar; bir kez daha kendilerini küçümsenmiş hissetmenin, hekimin kendilerine karşı sertçe konuşmasını ve soğuk davranmasını sağlamanın yolunu bulmaya çalışırlar; kıskançlıkları için uygun nesneler keşfederler; çocukluklarının tutkuyla arzulanan bebeği yerine –genellikle hiç de daha az gerçekdışı olmadığı ortaya çıkan- bir plan ya da bir armağan vaadi yaratırlar.”[5]
Nitekim kompulsif bir biçimde tekrarlanan şeyi, Freud habis bir yazgı (a malignant fate) olarak da adlandıracaktır.
NEO-LİBERAL BİR STRATEJİ OLARAK SİMGESİZLEŞME
Belirli bir şekli olmayan, gevşek dokulu, yapışkan ve sümüksü bir canavar. Kavranamaz ve ele geçirilemez: Belki de kapitalizmi/piyasayı oldukça aslına sadık biçimde temsil eden metafordur bu. Dokunduğu ve/ ya da temas ettiği her şeyi çiğneyen, yutan, sindiren ve mütemadiyen genişleyen, şişen tuhaf bir mahluk. Çünkü meta üretimi, olabilecek en sınırsız ölçekte ve mümkün olan –her türlü şiddet ve bastırma pahasına- en düşük maliyetle gerçekleşmelidir. Dışsal sınırlılıkların ve düzenlemelerin her türlüsü ortadan kaldırılmalıdır. Buradaki sınırsızca genişleme hareketini aksatacak hiçbir örgütlenme, yasak ve etik ilkenin sözü dahi edilmemelidir. Bu yüzden, neo-liberalizm tam da bunun, yani tüm kolektif yapıların, tüm simgesel evrenin ve biçimlerin yıkım programıdır. Gerçekliğe anlam verme tarzlarımızın, gerçeklik kavrayışımızı dolayımlaştıran (dolaysız bir gerçeklik kavrayışına sahip olmak nedir ki zaten?) tüm biçimlerin, meta dolaşımına köstek olabilecek bütün ‘pürüzlerin’ silinmesi, yerinden-edilmesidir.
“Marx’tan bu yana en etkileyici olduğu kuşku götürmeyen kapitalizm anlatılarında, Deleuze ve Guattari kapitalizmi, tüm önceki toplumsal sistemlere musallat olan bir tür karanlık potansiyel olarak betimler. Sermaye, derler, “adlandırılamayan Şey” , ilkel ve feodal toplumların “daha en baştan savuşturduğu” menfur şeydir. Fiilen geldiği zaman, kapitalizm beraberinde kültürün muazzam bir çiğnenişini de getirir. Bu, artık herhangi üstün Hukuk’un hakim olmadığı bir sistemdir; tam tersine, bunun gibi tüm kuralları söküp atar, hem de sadece onları ad hoc bir temelde yeniden yerleştirmek için.”[6]
“Simgesel” kavramı, gerçeklik kavrayışımızın dolayımsız olmadığına işaret eder öncelikle. “Simgesel, zihnin bizimle gerçek arasındaki evrensel dolayımıdır .”[7]
İnsan varlığı doğası itibariyle eksiktir, tamamlanmamıştır. Tamamlanmamış/bitmemiş varlık olmasından ötürü, bu halini telafi edecek ötekine mutlak anlamda bağımlıdır. Kendini mükemmel/tam/bütün kılmaya doğası izin vermediği ölçüde kültürün ve dilin ağına düşmek zorundadır. Doğumdan bile önce başlayan dilin ve kültürün ağına bu yakalanma, bir tür simgesel kölelik/bağımlılık durumuyla baştan itibaren kuşatıldığımız anlamına gelir. L. Althusser’in ideoloji teorisinde önerdiği mahut “çağırma” sahnesini de bu bağlamda yeniden düşünebiliriz belki: Orada açıklanmaya çalışılan şeyi, yani öznenin dilsel araçlar yoluyla nasıl üretildiği meselesini de belirleyen temel bir soruya daha esaslı bir yer açmaktan söz ediyorum: İnsanlar, nasıl oluyor da kendilerinin ezilmesine, kendi üstlerinde egemenlik kurulmasına bu denli kolayca izin veriyor, buna razı oluyorlar?
J.Butler’ın aynı noktayı ele alan satırlarını beraber okuyalım:
“Hiçbir öznenin temelde bağımlı (dependent) olduğu şeylere karşı tutkulu bir bağlanma (passionate attachment) göstermeksizin ortaya çıkamayacağını düşündüğümüzde –her ne kadar bu tutku psikanalitik anlamda “olumsuz” da olsa- öznenin eşzamanlı oluşumu ve maduniyeti (subordination) olarak Foucault’cu tabiyet (subjection) önermeleri özgül bir psikanalitik değer kazanır. Çocuğun bağımlılığı alışıldık herhangi bir anlamda politik bir maduniyet olmamakla birlikte, bağımlılık içinde oluşan ilksel tutku çocuğu maduniyet ve sömürüye karşı savunmasız bırakır. Bu konu son zamanlarda politik söylemin meşguliyetlerinden biri haline gelmiştir. Daha ötesi bu ilksel bağımlılık, öznelerin politik formasyon ve düzenlenmelerini de koşullandırır ve onların tabiyetlerinin aracı haline gelir. Eğer madun/tabi olduklarına tutkulu bir biçimde bağlanma olmaksızın öznenin oluşumu mümkün olmuyorsa, o zaman maduniyetin öznenin oluşumu açısından merkezi olduğu ortaya çıkar. Bir özne oluşun koşulu olarak maduniyet, zorunlu bir boyun eğme süreci içinde oluşa işaret eder.”[8]
Şöyle söyleyebiliriz demek ki: Toplumsal-politik tahakküm ilişkileri zaten/çoktan kurulmuş temel/ontolojik bir tahakküm ilişkisinin üstüne biner, ona yaslanır. O halde iki farklı tahakküm/zor ilişkisini, birini diğerine indirgemeden bir arada düşünmeliyiz. Sol/sosyalist hareketlerin tarihinde hep yapılageldiği üzere yalnızca politik-toplumsal tahakküm ilişkileri üzerinde yoğunlaşmak, kültürün ve dilin/söylemin özgül karakterini ve etkilerini anlayamamak, hesaba katamamakla sonuçlanmıştır. Zaman zaman kaba bir inkarcılığa kadar keskinleşebilen bu tutumun yüzleşmek zorunda kaldığımız fena sonuçları saymakla bitmez.
Konuşmaya başladığımız andan itibaren dilin öznesi haline gelmemiz, dil anlamındaki büyük Öteki’de yabancılaşmamız*, onun oyuncağı olmamız; yani kelimenin en radikal anlamında dilin tahakkümüne girişimiz kaçamayacağımız bir kaderdir. Zaten oradadır, ölümümüzden sonra bile orada olmaya devam edecektir.
Neo-liberalizmin, tarihin görüp göreceği en saldırgan ve vahşi tahakküm biçimi olmasının, kapitalist barbarlığın asıl şimdi “katı olan her şeyi buharlaştıran” bir şiddet ve kıvam edinmesinin dinamiklerini bir de bu düzeyde aramalıyız: Onun meta dolaşımına köstek saydığı bütün engellerin, alışkanlıkların, geleneklerin ve kurumların etki ve nüfuzlarının en düşük seviyeye indirilmesi, ve giderek ortadan kaldırılmasına yönelik ölümcül tutkusunda. Sermayenin sınırsızca genişleme ve hareket etme eğilimini bozacak hiçbir şey kalmamalıdır. Yasa, yasak, hukuk, norm, ilke, sınırlar, ahlak sündüre sündüre yok edilmelidir.
Neo-liberal kapitalizmin temel hedefidir bu: İnsanlığın cevherinin, simgesel bağımlılığının ortadan kaldırılması. Metalarla insanların arasına giren, metaların ve sermayenin dolaşımını kısıtlayan ve başka her şeyle birlikte o ilişkiyi ve süreci de de dolaylı hale getiren ve yavaşlatan bütün kültürel –kurumsal referansların güç, zemin ve değer kaybı, bütün ideolojik aygıtların ve medyanın güçlerinin bu değersizleştirme/güçsüzleştirme operasyonunda söz birliği içinde oluşu bu yüzdendir.*
“Kurumların taşıdığı her türlü idealin zayıflaması, psikanalistlerin sözünü ettiği bu “sembolsüzleşme”, kimilerine göre Freud dönemi kliniğiyle giderek daha az ilişkide olan “yeni psişik ekonomi”yi doğurmuştur.
Kuşaklar arasındaki ilişki, tıpkı cinsiyetler arasındaki ilişki gibi, vaktiyle farklı yerler dağıtan bir kültür tarafından yapılandırılmış ve hikayeleştirilmişken, şimdi en azından belirsizleşmiştir. Sonsuz ve sınırsız bir tercihin yüceltilmesine karşı çıkıyor gözüken hiç bir etik ilke, hiçbir yasak yoktur. “Sembolik hafiflik” durumuna yerleştirilmiş olan neo-özne, yaşamda yönünü bulabilmek için, serbest seçim adına kendi üzerinde temellenmek zorundadır…tatmin ve tatminsizlik oyununa göre, bir gün arabasını değiştirmeye, bir gün başka partner bulmaya, bir başka kimlik ve bir başka cinsel kimlik bulmaya davet edilir…kuşkusuz ki sembolik yapının kapitalist iktisat mantığı yoluyla bir araçsallaştırılmasının konusu olduğunu söylemek daha doğru olur. Lacan’ın “kapitalist söylem” diye adlandırdığı şeye verilebilecek anlam budur. Mevkilerle, görevlerle, şirkete özgü yeteneklerle özdeşleşmeler, tıpkı tüketim gruplarıyla, modanın, reklemın işaret ve markalarıyla özdeşleşmeler gibi, akrabalık içindeki yerlere ya da şehir içindeki statülere kıyasla ikame kölelikler gibi işler. İktisadi aygıtın bu özdeşleşmeleri manipüle etmesi, onları “sürekli elden geçirilebilen uçucu benlik idealleri” haline getirir. Başka deyişle, kimlik tüketilebilir bir ürün olmuştur. Lacan’ın belirttiği gibi, kapitalist söylem her şeyi tüketiyorsa, doğal kaynakları olduğu kadar insan malzemesini de tüketiyorsa, aynı zamanda Marx’ın Manifesto’da belirttiği gibi çok sayıda kurumsal ve sembolik biçimi de tüketir. Bunların hepsini ortadan kaldırmak için değil, yerlerine birlikte var oldukları başka şeyleri, şirket ve piyasaları koymak için bunu yapar.”[9]
Neo-liberal-postmodern toplumda simgesel Öteki anlamında bir Öteki’nin olmayışı, kapitalist söylemin simgesel biçimlerin yıkılması eşliğinde işlemesinin sonucu kitlenin psikotikleşmesine; Freud’un tarif ettiği anlamda bastırma mekanizmasına ve suçluluk duygusuna tabi nevrotik öznenin psikotik özne ile yer değiştirmesine yol açar. Yazarların aynı yerde Lacan’dan aktardığı üzere; “Kapitalistin söyleminin ayırt edici özelliği şudur: Verwerfung, ret; simgeselin tüm alanlarının dışına atılma, ve daha önce söylediğim bunun sonucu olan şeylerle birlikte. Neyin reddi? Hadım edilmenin.”
Yani şudur: Herhangi bir yaşantının, hayatlarımızdaki herhangi bir kopma ya da süreksizliğin, sıradan bir altüst oluşun eskiye oranla daha kolay ve hızlıca bir travma statüsü ve ağırlığı kazanması; ya da derhal travmanın terimlerine tercüme edilmesi, biraz da bu yüzdendir: Tüm bunların, doğrudan bedenin yoğun bir mahrumiyeti olarak, tüm imkan ve donanımlarıyla ruhlarımızı –deyim yerindeyse- hesaptan düşen, devreden çıkaran dolaysız bir şiddet olarak kaydedilmesi yüzündendir. Hakim travma anlatısının kazandığı bu hitap gücünü bir de bu bakımdan düşünmeliyiz.
EZİLENLER VE TRAVMA
Egemen psikiyatri/psikoloji kompleksine ait travma anlatısının, özneyi esasen farklı travmatik deneyimlerin bir kurbanı olarak kavramsallaştırmasını mesele etmeli ve bu durumu güçlü bir biçimde siyasallaştırmalıyız. Yanlış anlama olmasın diye altını çizelim: Ciddi travmatik deneyimlere maruz kalmak ve sonrasında gelişebilen zorluklar-ruhsal ızdıraplar için psikolojik bir yardıma muhtaç olmak durumu değil, bu yazının konusu. Daha ziyade, kendi sınırlarının farkında olması gereken o anlatının evrensel bir kapsam edinmesi ve bütün siyasal-toplumsal sorunları kat eden bir yaygınlık kazanması. Bu yer-değiştirmeyi mümkün kılan çerçeve, şimdi iyiden iyiye hakim olan yeni bireyciliktir. Buna göre, birey/özne giderek daha çok kendi kimliğinin biricik yaratıcısı olarak sunulur ve anlaşılır. Ait olduğu topluluğun, ailenin, sınıfın vb. değerleriyle giderek daha az ölçülerde özdeşleşen ve neredeyse sadece elindeki aynaya bakarak “Ben” diyen bir özne/birey*. Kendini kendi imgesine göre, tamamen kendine-referansla biçimlendiren sıradan narsist. Bu kendi kendini oluşturan özne anlayışı, öznenin kendisinde bir hakikat taşıdığı algısıyla desteklenir. Popüler psikoloji kitaplarının da temel klişelerinden olan “kendin olmak istiyorsan içindeki çocuğu keşfet” türü “özlü” sözlerinin yaslandığı bu ideolojiye göre, öznenin kendi olması için içindeki o hakikati keşfetmesi yeterlidir ya da tersinden söylenecek olursa, herhangi travmatik bir deneyim öznenin kimliğinin bu çekirdeğini parçalayabilir. Nihayetinde, kaybedilmiş tutarlılığın, birliğin ve dengenin yeniden tesisi, kimliğin temelinin onarılması için travmanın hatırlanmasını şart koşan bu söylem düzeni/ideolojik arkaplan genel-geçer travma anlayışı ve terapilerinin de yönünü ve içeriğini tayin ediyor: Öznenin ya da toplumun kendisinde içkin/özsel bir hakikat barındırdığı varsayımı sayesinde; öznenin ya da toplumun maruz kaldığı –o hakikati parçalayan- herhangi travmatik bir deneyim, tüm diğer sosyo- ekonomik ve politik ilişki, yapı ya da süreçleri perdeleyen, görünmez kılan bir statüye yerleşebiliyor. Ya da şöyle söyleyelim: Böylece bütün sahneyi işgal eden travma anlatısı, öznenin ya da toplumun mevcut durumuna ilişkin –sınıfları, ekonomik, ideolojik ve politik süreçleri, hakim öznellik biçimlerini dikkate alan- başka her türlü analizi ve anlama çabasını geçersiz ve beyhude kılan bir ağırlığa kavuşabiliyor. Dahası, aynı anlatı bağlamında aktüel travmatik deneyim, kimliğin asli kurucu bileşeni olarak tecrit ediliyor. Sadece şunu hatırlamakla yetinelim: Tedavi söz konusu olduğunda bile psikanalizin amacı, ne geçmişin doğru biçimde bir yeniden-inşasıdır, ne de öznenin tarihi üzerinde temellenen bir şimdiyi açıklamaktır. Mütevazi bir biçimde, değişim için olanaklar yaratmaktır amaç, o kadar.
Yeterince netleşmiş olmalı: Travmayı sadece gerçeklikte ortaya çıkmış bir olayla sınırlı saymadan en geniş anlamıyla, yani dışsal bir uyaran ile öznenin bu uyarana hakim olma ve onu anlama yetersizliği arasındaki bir karşılaşmadan kaynaklanan temel bir altüst oluş gibi anlamalıyız. Anlamlandırma sürecindeki belirli bir blokaj ya da takılma ile birliktedir travma. Öznenin temel simgeleştirme yeteneğinde/ediminde bir felç yaratır.
Ve şu: Özne yapısal bir travma sayesinde/içinden inşa eder kendini: Dürtünün kelimesiz Gerçeğinin yol açtığı içsel bir hoşnutsuzluk deneyimiyle başlarız hayata. Çocuğun temel çaresizliğinin ve dürtüyü temsil etme/tasarımlama yeteneğinden/donanımından yoksun oluşunun sonucu, bu durumu yoluna koymanın imkansızlığıdır. Dürtünün regülasyonu için temel koşul, temsil/tasarım kapasitesidir çünkü. Dürtüsel uyarımın yol açtığı gerilimi giderecek özgül eylemler ve söz konusu tasarımlar Öteki’den gelir. O halde travmatik olan, dürtüsel gerilim değildir yalnızca. Aynı zamanda Öteki’nin yokluğu da aynı travmatik ağırlığa sahiptir.*
Öznenin tıpkı Öteki (simgesel düzen) gibi bir eksik aracılığıyla kurulması demektir bu. Öteki’nin bu eksiğinin tanınması da demek ki, özne açısından travmatik bir durumdur. Fantazinin en asli işlevi tam da bu travmatik anın maskelenmesi ve özne için tahammül edilebilir kılınmasıdır. Aynı biçimde bütün toplumlar da yapısal bir travma içinden kurulur. Temel antagonizma anlamındadır bu. Vahşet, barbarlık ve çatışma toplumun tam kalbindedir; toplumun cevheri, esası neyse, odur. Herkesin içinde “eşit” olarak bulunduğu bir toplum görüntüsü/yanılsaması için şiddetle bastırılması gereken ve/ya da ideolojik-toplumsal fantazinin perdelediği kurucu antagonizmadır. Her türlü gerçekliğin bastırması gereken Gerçek’tir bu.
Yeterince dağınık bir yazıyı derli toplu hale getirme girişimi sayılsın bu da: Demek ki, hem birey hem de toplum düzeyinde travmayı, iki aşamalı/iki zamanlı bir düzen içinde kavramalıyız: Temellerde yer alan ve hem toplumun hem de birey-öznenin kuruluş/inşa sürecini başlatan yapısal travma ve çoktan tamamlanmış, olmuş bitmiş bu katı zemine yaslanarak, onu kullanarak nerdeyse, ama o temeli de yeniden tanımlayarak ve yeni bir kalıba yerleştirerek işleyen güncel travma.* * Neo-liberal kapitalist barbarlığın, esasen iktisadi saiklerle simgesel evreni ve yapıları ilga etmeye yönelik hareketinin sonucu olarak, güncel travmaların yıkıcı, yersiz-yurtsuzlaştırıcı, parça parça eden, içimize doğru çökmemize yol açan etkileri karşısında şimdi iyice korunaksız ve çıplak halde kalakalışımızı o halde, daha çok mesele edeceğiz. Şimdilik geçerken değinmiş olalım: Günümüzde hakkında yaygın olarak konuşulan doğrudan anksiyeteyi (panik ya da panik bozukluk denen şeyi); yani öznenin kendini paralize edici bir edilgenlik tarafından ele geçirilmiş/istilaya uğramış hissettiği anlamsız anksiyeteyi de, onun bu anlamdaki travmatik niteliğini dikkate alan bir görüş açısından aynı eksene yerleştirebiliriz pekala.
Kapitalizmin sunduğu ve hakim-geçerli kıldığı gerçekliğin altındaki Gerçek parçalarını faş etmekten; asıl vazifemizin bu olduğundan söz ediyorum. Tam da bu kurucu travmanın üstüne oturan sermayenin vahşi saldırısından. Yoksulları/ezilenleri acımasızca un ufak eden, posasını çıkartan ve tüm bunların önündeki engelleri bir bir yok ederek geride sadece kendi çıplak şiddetini bırakan sermayenin dünyayı upuzun bir vahşet sahnesine çevirmesinden.
Marx ve Engels’i bir arada anmanın ve Komünist Manifesto'nun o olağanüstü pasajından söz etmenin tam yeridir:
“Burjuvazi hakimiyeti ele geçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil, kır yaşamına özgü ilişkilere son vermiştir. İnsanı “tabii üstlerine” bağlayan karmakarışık feodal bağları acımasızca kesip atmış ve insan ile insan arasında katıksız çıkardan, katı “nakit ödeme”dan başka bir bağ bırakmamıştır. Dini bağnazlığın, şövalye ruhunun, küçük burjuva duygusallığının ilahi vecde gelişlerini bencil hesabın buzlu sularında boğmuştur. Kişisel onuru mübadele değerine dönüştürmüş ve onca zahmetle kazanılmış olan sayısız özgürlüklerin yerine o tek, acımasız özgürlüğü, ticaret yapma özgürlüğünü, geçirmiştir. Sözün kısası dini ve siyasi yanılsamaların ardına gizlenen sömürünün yerine açık, hayasız, dolaysız, gaddar sömürüyü geçirmiştir.”
Sömürünün, zulmün ve “tüm varoluşun tek başına parayla değerlendirildiği” bu eşitliksizçi aygıtın/düzenin bu denli çıplak ve doğrudan bir hal/gidişat kazanmasını, yoksullar açısından derin biçimde travmatik olarak adlandırmayı öneriyorum. Öncelikle bu, demeye çalışıyorum, illa da bir travma bahsi açacaksak. O travma parantezini kapatacak olan şeyse, apaçık ortadadır: Yoksulların/ezilenlerin kurtuluş, eşitlik ve özgürlük mücadelesidir bu. Ezilenler/yoksullar çırılçıplak haldeler madem; bütün örgütleri ve bağları çökmüş, yapayalnız ve çaresizler; madem umut beslemeleri için hiçbir ışık kalmamış, seslerini işitecek bütün kulaklar sağırdır madem… Daha da kahredici olanı; Neo-liberal zamanların egemen zihniyet dünyasında, insanlığın ortak bilincinde yoksulluğun değiştirilemez, ortadan kaldırılamaz bir insanlık hali olarak kaydolmuş olmasıdır ve bazen egzotik bir fenomenden söz ediliyormuşçasına sunulmasıdır, ve handiyse bir magazin malzemesine dönüştürülerek olağanlaştırılmasıdır kimi zaman… Daha fazla söze gerek bile yok aslında.
Ezilenlerin kendi yokluk ve yoksunluklarını temsil ve ifade etmelerine, varoluş koşullarını ve çıkarlarını savunmalarına imkan verecek simgesel araçlardan uzak tutulmalarını, dillerinin mühürlenmiş olmasını bir kez daha vurgulayalım. Piyasayı tüm hakikatin referans noktası ve çerçevesi olarak tesis ve vaftiz eden neo-liberal hegemonya, diğer yandan tüm sınıflara eşit mesafede duran, yani kendiliğinden doğal ve tarafsız bir piyasa anlayışını hakim kıldığı ölçüde bu tabloyu keskinleştirmektedir.
O halde bir zamanların en güzel ifadelerinden birini biraz değiştirerek söyleyelim: Devrimin nesnel koşulları değil belki ama, sol/sosyalist bir hareketin en küçük bir özgüven sorunu yaşamadan, en güçlü ve en iddialı haliyle (bambaşka bir dünya ve hayat talebiyle) tarih- toplum sahnesine dönmesinin bütün nesnel koşulları yeterince olgunlaşmıştır. Gerisi bize kalmış…
[1] P.Dardot, C.Laval; Dünyanın Yeni Aklı, Çev.Işık Ergüden, İstanbul Bilgi Ün.. Yayınları, 2012, s.1
* Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, Fourth Edition, Text Revision
* Bu durumun, son dönem travma çalışmalarında yer bulan; travmatik belleğin esasen bedensel ve duyusal olduğu, travmatik anının imgesel olduğu/simgeleştirilemediği/anlamlı kılınamadığı, dolayısıyla kişinin kendi hikayesiyle eklemlenemez/bütünleştirilemez bir özellikle malul olduğu, ve ruhsal olarak işlenmeye, yeniden ele alınmaya, dönüştürülmeye dirençli olduğu bilgileriyle benzerliğinin altını çizelim.
** Bu bağlamda özlü bir Öteki tarifi için: “Öznenin işleyişine ilişkin olarak yönümüzü bulmak için, bu Başka (Öteki, Autre), sözün yeri diye tanımlanmalıdır. Sözün kendisinden yayıldığı yer değil, ama kendi söz değerini aldığı yerdir, yani hakikat boyutunu başlattığı yerdir.” J. Lacan, Benim Öğrettiklerim, Çev. Murat Erşen, Monokl Yayınları, 2012, s.55
[2] S. Freud, Fixation to Traumas-The Unconscious, SE XVI, s.274-75
[3] S.Freud, Beyond The Pleasure Principle, SE XVIII, s.15 (Türkçe Çevirisi: Metapsikoloji içinde, Çev. Emre Kapkın, Ayşen Tekşen Kapkın, Payel Yayınları, 2002)
[4] Age. S.22
[5] Freud, Age, s.21
[6] M. Fisher, Kapitalist Gerçekçilik, Çev. Gül Çağalı Güven, Habitus Yayıncılık, 2011, s. 12
[7] P.Ricoeur, Freud and Philosophy, Yale Uni. Press, 1970, s.10 (Türkçe çevirisi: Yoruma Dair-Freud ve Felsefe, Çev.Necmiye Alpay, Metis Yayınları, 2007)
[8] J.Butler, The Psychic Life of Power, Stanford Uni. Press, 1997, s.7 (Türkçe çevirisi: İktidarın Psişik Yaşamı, Çev.Fatma Tütüncü, Ayrıntı Yayınları, 2005)
* Lacancı teorideki büyük Öteki kavramı en genel anlamda bir yapı olarak dil, kültürün legal dokusu olarak simgesel düzen ve Freudçu bilinçdışı anlamındadır.
* Piyasanın/pazarın en tipik ve doğrudan ifadesi olan AVM sayısındaki son dönemde gözlenen patlamayı da buraya yerleştirmeliyiz: Girişindeki ya da en temelindeki/ortasındaki hipermarket etrafına dizilmiş çeşitli markalara ait giyim-kuşam mağazalarıyla (tümü yine marka sahibi yeme –içme mekanlarını da atlamayalım) dolup dolup boşalan yeni tapınma mekanları değil midir AVM’ler? Orada sergilenen tüm o mallara ilişkin hikaye, efsane ve reklam metinlerini bir araya toplasak, bundan yeni bir “kutsal kitap” bile çıkabilir pekala. Piyasanın/pazarın bütün ihtiyaçlarımızı karşılama kudretine sahip ve her yerde mevcut oluşunun (haşa) en güçlü kanıtı gibidir, bir de her mahalleye dikilen tüm o AVM’ler. Tüm bunlar dindar-muhafazakar bir hükümet zamanında oluyor. Ve orada burada görkemli camiler inşa etme ataklığının-telaşının-retoriğinin tümü, neoliberal mantığa tam olarak eklemlenmiş olmaktan, bunu biliyor olmaktan neşet eden bir suçluluğun semptomlarıdır, o kadar. Bu vesileyle bir kez daha Birikim’in o olağanüstü “İnşaat ya Resulallah” sayısını da anmış olalım.
[9] P.Dardot, C.laval, a.g.e., s.401-402
* Marx’ı hatırlamanın tam yeri: “Bir bakıma, durum insan için de metalarda olduğu gibidir. İnsan dünyaya elinde bir aynayla ya da “ben benim” demekle yetinen Fichteci bir filozof olarak gelmediğine göre, kendini önce başka insanlarda görür ve tanır. Peter insan olarak kendi kimliğini ancak, önce kendini aynı türden bir varlık olarak Paul’le kıyaslayarak yerleştirir. Ve Paul böylece, sırf kendi Paul kişiliği içinde dururken, Peter için insan türünün örnek-tipi haline gelir”
* Holocaust kurbanlarının kendileri için gerçek birer tanık olamamaları, yani hikayelerini nakletmekte genellikle gösterdikleri yetersizlik de, belki de bu bağlamda da ayrıca değerlendirilmelidir: Tanık eksikliğini hesaba katan bir açıdan. Holocaust dünyasının Öteki tahayyülünün mümkün olmadığı bir dünya oluşu, insanın işitilme ve bir özne olarak tanınma umuduyla “Sen” diye sesleneceği bir ötekinin mevcut olmayışı anlamındadır daha çok. Ama aynı zamanda ve daha temelde, kurbanların hitaplarının/söylevlerinin içine kaydolacağı tutarlı bir simgesel düzen olarak büyük Öteki algısının çökmüş olması anlamındadır da.
** Bu kavramsallaştırmanın Freud’un “Geriye dönüşlülük, sonradan etki”, “sonradan tamamlanan” ya da “ertelenmiş etkinlik” olarak çevirebileceğimiz (Nachtraglichkeit (Alm), Apres-coup (Fr), Deferred action (ing)) terimini de daha okunaklı hale getireceğini ekleyelim. Bu vesileyle, ayrıca Freudçu teorinin çizgisel-kronolojik bir düzlemde ele alınmasının panzehiri olarak, onun döngüsel karakterini vurgulayan ve –bilinçdışında zamanın olmadığı keşfiyle birlikte- ruhsal zamansallık ve nedensellik anlayışını yeniden tanımlayan anlamın geri-dönüşlü tabiatına da dikkat çekmiş olalım.