31 Mayıs gününden bu yana önce Taksim Gezi Parkı’nda ardından Ankara ve İzmir’de devam eden protestolar bir anda tüm ülkeye yayıldı. Eylemlerin başında yer alan kitlenin, daha önceki eylemlerde yer alan kitlelere hiç ama hiç benzememesi ve ortaya koydukları kararlılık ülke içinde hala tartışılmaya devam ediyor. Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesine direnme gösterilerinin ilerleyen günlerde polisin orantısız güç kullanımının ardından kitlesel bir eyleme dönüşmesi beraberinde yeni bir fenomen yarattı. Medyanın yaşananların kitlelerle buluşmasını engellemeye çalışmasının önü sosyal medya üzerinden kesilmekle kalmadı, ülkemizde yerleşik medyanın önümüzdeki dönemdeki ağırlığı da çok ciddi bir biçimde sekteye uğradı. Uzun yıllardır Apolitik olarak nitelenen ve sadece kendini düşündüğü için eleştirilen gençler, bir anda Taksim Meydanı’nda, bu ülkenin sosyal tarihinde bugüne dek hiç alışıldık olmayan bir sosyolojik hareketin başlatıcısı oldular. Farklı kesimlerden, farklı ideolojilerden gelmelerine rağmen özgürlüklerini ön plana almaları ve bu doğrultuda kendi yaşam tercihlerine kimsenin karışma haklarının olmadığını dile getirmeleri son derece anlamlıydı. Bu gençler, ülkemizde bugüne dek hiç de alışkın olmadığımız yeni bir siyaset dilini kullanıyorlardı ve onların haklı taleplerini görmezden gelen başta medya olmak üzere, siyasetçilere de hiç beklemedikleri bir ders verdiler. Yeni Türkiye’nin asıl gücünün gençlik olduğunu, son derece yaratıcı uygulamaları ile tüm dünyaya gösterdiler.
Yaşanan sürecin en önemli vurgularından birisi de hiç kuşkusuz birbirleri ile hiç anlaşamayan takım taraftarlarını bir araya toplaması olmuştur. Futbol taraftarlığının günümüzün en kitlesel hareketlerinin başında geldiğini, çünkü bu kitlenin ortak bir kimlik ve aidiyet içerisinde hızlı bir biçimde hareket edebilme yeteneğine sahip bulunduğunu sık sık vurgulamıştık. Futbol taraftarlarının büyük çoğunluğunu oluşturan kitlenin yaş grubu itibari ile Gezi Parkı’nda buluşan gençlerle aynı kategoride yer almasının yanı sıra sosyal medya üzerinden kendilerini tanımlama tarzlarının da benzer olması dikkat çekicidir. Özellikle 1980 darbesi sonrasında gençlerin terör ve politikadan uzaklaşması amacıyla futbolu ikame eden siyasal anlayış, futbol sahalarında kitlelerin birbirlerini ötekileştirmelerine ve şiddeti stadyumlar içerisinde dışarıya vurmalarına imkan sağladı. Medyanın da etkisi ile özellikle Fenerbahçe ve Galatasaray takımları arasında dozu her geçen yıl daha da arttırılan bir düşmanlık yaratıldı. Bu yapının oluşmasında futbolun metalaşan bir oyuna dönüşmesinin ve her şeyin paraya endeksli bir hale bürünmesinin de büyük etkisi oldu. Futbol üzerinden toplumsal yaşama güçlülerin haklı olduğu anlayışının aktarımında; başkan, yönetici, teknik direktör ve futbolcular rol modeli olarak medya dolayımı ile evlerimize, sokaklarımıza, kahvelerimize, belki de hepsinden önemlisi beyinlerimize nakşedildiler.
Futbolun ideolojiden uzak bir alan olarak gösterilmesi ülkemizde Simon Kuper’in ünlü sözünün neden bu kadar çok referans verildiğini de açıklamaktadır: ‘Futbol Asla Sadece Futbol Değildir’ çünkü futbol küçük, hayat büyüktür ve 90 dakikanın ardından yeni bir 90 dakikanın inşasına başlanmaktadır. İşte tam bu noktada son dönemde futbol dünyamıza taraftar grupları girdiler. Büyük kitleleri ardından sürükleme güçleri ile birlikte kısa bir süre içerisinde kendileri de birer marka haline dönüşen bu grupların isimleri zaman zaman kulüplerinin bile önüne geçmeye başladı. Kulüp yönetimleri kendi iktidarlarının devamı için bu küçük mikro iktidarlar ile işbirliği içerisine girmeye ve onları da kendi tarafına çekmeye çalıştı. Bazen de bu süreç çok daha farklı bir biçimde çatışma boyutu ile kendisini gösterdi. Son dönemde futbol maçlarında yaptıkları kareografiler ve sanal alemdeki rakip takıma yönelik atışmalar üzerinden kendilerini var eden taraftar grupları, tribünlerde giderek daha belirgin bir ağırlık yaratmaya ve adeta tek bir sesin hakim olduğu bir yapının oluşmasına da katkıda bulundular. Futbol maçlarında özellikle küfürlü tezahüratlarla rakibin ötekileştirilmesi aşağılanmasının yaratıcı slogan ve şarkılarla gerçekleştirilmesinin örneklerine Gezi Parkı protestolarında da çok sıkça karşılaşıldı. Ben kuşağının giderek daha fazla küfürle kendilerini ifade etme kanallarının içerisinde taraftar grupları da yer aldığında küfürlü tezahüratların uyarlandığı kitlesel eylemler ile karşı karşıya kaldık. Son derece eril bir dilin hakim olduğu bu anlayıştan, eylemler içerisinde yer alan kız ve kadınlar kadar erkeklerin bir kısmı da şikayetçiydiler.
Taraftar gruplarını dikkatle incelediğimizde bu gruplar içerisinde yer alan kitlenin eğitim düzeyinin yüksekliği ve büyük bir çoğunluğunun öğrencilerden oluşması gözlerden kaçmayacaktır. Teknolojiyi son derece iyi kullanan ve kendini bu yolla ifade eden genç kitle, ülke futbolu kadar dünya futbolunda olan biteni de yakından takip etmektedir. Dünyayı yakından takip eden bu genç jenerasyonun kendi özgürlük alanları olarak gördükleri futbol tribünleri ve takımları kadar içinde yaşadıkları kentle kurdukları bağlantı biçimi de ülkemizdeki sosyolojik çalışmalar yapanlar açısından oldukça şaşırtıcıdır. Çünkü bu kitle kendi istek ve taleplerini daha özgür bir biçimde dile getirmenin yanı sıra Gezi Parkı eylemleri ile birlikte bunu çok daha kitlesel ve farklılıkları birleştirebilecek bir biçimde gerçekleştirebiliyor. Bu eylemlerde taraftarlar yoğun olarak ön plandalar çünkü bu ülkenin son otuz yılının en aktif eylemcileri bizzat onlar. Ayrıca onlar, kendilerine sorulmadan hayatlarının en önemli yanlarından birisi olan takımlarına ve oyunlarına yapılan müdahalelerden de usanmış vaziyetteler. Futbol sahalarında karşı karşıya kaldıkları haksızlıklar sonrasında her defasında çıkartılan yeni yasal düzenlemeler ile daha ağır yaptırımların yalnızca kendilerine uygulandığının da farkındalar.
Futbol sahalarında toplumsal hayatın içinde yaşananlara duyarlılığını her zaman göstermeye çalışan Çarşı Grubu, Taksim Gezi Parkı eylemleri sırasında da diğer taraftar gruplarından daha farklı bir yerde durmayı başardı. Özellikle İnönü Stadyumu’nun yıkımı için getirilen kepçenin kaçırılması eylemi ile telsiz konuşmaları Çarşı’nın, bir anda farklı taraftar grupları içerisinde de daha sempatik görülmesine neden oldu. Çarşı Grubu’nun yanı sıra Genç Fenerbahçeliler, UltrAslan, Trabzonsporlu taraftarlar, Adana Demirspor taraftarları, Bursasporlular, İzmir’den Karşıyaka ve Göztepe taraftarları da Taksim’e direnişe omuz vermeye gittiler. Hiç alışık olmadığımız manzaralar içinde futbol sahalarında görmediğimiz tabloların Taksim, Gündoğdu ve Kızılay Meydanları’nda görünmesi tüm kamuoyunun ilgisinin bu taraftarlara ne oluyor? sorusunu yöneltmesine neden oldu. İzmir’de vapurla karşıya geçen Karşıyakalı taraftarları Göztepeli taraftarlar karşıladı, Karşıyaka çarşısında protesto yürüyüşü yapan gençlerin ellerinde Karşıyaka ve Göztepe atkıları yan yana yer alıyordu. Halbuki çok kısa bir süre önce aynı çarşıda Göztepe’nin küme düşmesinin ardından Lokma döktürülüyordu. 8 Haziran 2013 tarihinde saat 19.03’de Beşiktaş taraftarları Beşiktaş’tan Taksim’e doğru yola çıkarlarken, Fenerbahçe taraftarları saat 19.07’de AKM binasının önünde toplanıyorlardı. Taksim Meydanı bir anda taraftar gruplarının etkisi ile adeta bir maç havasına bürünüp, yakılan meşaleler ile birlikte bambaşka bir atmosferin oluşmasına vesile oluyordu. Benzer görüntüler İzmir Gündoğdu Meydanı’nda Karşıyaka, Göztepe, Altay, Bucaspor, İzmirspor ve Altınordu taraftarları tarafından da gerçekleştiriliyor ve belki de ilk kez İzmir takımlarının taraftarları aynı amaç uğrunda bir araya geliyorlardı.
Taraftar gruplarının yarattığı bu tarihi atmosferin ardından Galatasaray taraftar grubu UltrAslan neden orada olmadığına dair bir açıklama metni yayımladı, benzer bir şekilde Trabzonspor yönetimi de taraftarlarının neden orada olmaması gerektiğini düşündüğü bir metni kamuoyu ile paylaştı. Her iki açıklama da dikkat çekici ancak bu açıklamalar gerek olan biteni anlama konusunda gerekse de yeni yapılanmanın boyutları düşünüldüğünde yetersiz kalıyor. Hatta kendi pozisyonlarını net bir biçimde ele veriyor. Trabzonspor yönetimi yaptığı açıklamada taraftarlarına nasıl bir yerde durmaları gerektiğini öğüt vermekle kalmıyor adeta onları uyarıyor, halbuki başından beri söylediğimiz gibi bu yeni kuşağın en nefret ettiği şey kendilerine öğüt verilmesi, onların bir şeyi istenildiği gibi yerine getirmeleri. Belki de hepsinden önemlisi onların özgür iradelerine müdahale edilmesi ki, kulüp yönetimi kendince haklı mücadelesini anlamsız bir biçimde diğer taraftar grupları ile bir arada olmak ve yasadışı örgütlerin piyonu olmak gibi bir anlayışla kitlelerle paylaşıveriyor. UltrAslan eylemde neden olmadığını açıklarken kullandığı dil ile bir taraftan farklı siyasal ideolojilere mensup kişilerden oluşan bir kitle olduğuna vurgu yapıyor ancak öte yandan bu yapının neden blok halde orada bulunmadığı vurgusu soru işareti olarak ortada kalmış oluyor. Açıkçası bu bildiri beni çok da yanıltmadı çünkü yapmış olduğum bir görüşmede dönemin UltrAslan temsilcisinin kullandığı farklı tribünlerde pankart açmaya çalışan gruplar olursa ne yaparsınız sorusuna verdiği; usulünce uyarırız, gereğini yapmasını bekleriz, olmazsa gereğini yaparız yanıtıyla son derece örtüşen bir anlayışı içeriyor.
Tıpkı Değişen Türkiye gibi değişen gençlik ve onun değerleri ile birlikte bu yapıyı yeniden şekillendiren gelişmeler de önümüzdeki günlerin bir hayli yoğun bir tempoda geçileceğini gösteriyor. Gezi Parkı eylemleri ülkemizdeki gençliğin ve bu gençliğin bir parçası olan taraftar gruplarının da sadece kendilerini ilgilendiren meselelerle değil kentlerinin, ülkelerinin ve dünyanın meseleleri ile ne kadar ilgili olduklarını da göstermiş oldu. Kendi taraftar formaları ve taraftar kimlikleri ile yaşamın içinde olduklarını her daim göstermeye çalışan bu gençlerin, önümüzdeki sezondan itibaren tıpkı Gezi Parkı’nda olduğu gibi stadyumların içerisindeki ayrıştırmalara da karşı çıkmaları ve kendilerinin düşmanı değil tam tersine yol arkadaşları olan rakip takım taraftarlarının gelmelerini engelleyen yasakların ortadan kaldırılmasına destek vermeleri en büyük temennimizdir.