Hastayım.
Loş, rutubetli bir bodrumun küf ve hastalık kokan ağır havası içinde, mecalsiz yatan biri gibi… ölümcül değil ama ümitsiz bir hasta.
Çaresizim... (Hastalığımın en önemli belirtilerinden.)
Bir tür dilsizlik beni çaresiz bırakan.
Anlatamamak.
İçinde bulunduğum kısır döngüyü anlatamıyorum, bir tuzak gibi kendi üzerine kapanan önyargıları, kader diye kabullenilen çürümeyi, hastalık ve sefaleti.
Oysa hastalığı anlamak için eğitim aldım yıllarca, tanımak ve anlatmak için.
Anlamaya çalışıyorum.
Ne kadar önemli, kutsal bir iş yapıyor olduğumu söylüyorlar sık sık. Önceleri gururlanırdım. Ama şimdi mesleğim yüzünden umutsuz, çaresiz ve öfkeli hissediyorum.
Neden beni hasta ediyor mesleğim?
Öfkeliyim. (Hastalığımın en önemli belirtilerinden.)
Kader karşısında tevekküle varmayan boyun eğişin ikiyüzlülüğüne, vurdumduymazlığa, bir kuluçka makinesi gibi, kendisinin karar vermediği çocukları doğurup büyütmekten başka bir hayatı bilmeyen kadınların taş gibi suskun ve ağır çaresizliklerine...
Öfkeliyim...
Cehaletlerini ağır bir zırh gibi kuşanaıp onlara istediklerini vermek dışında insani bir ilişki kurma imkanı bırakmayanlara, yalvarmayla tehdidin, yalanla itirafın aynı cümle içinde yer alabilmesine, medeni bir ilişkiye imkan tanımayan sıkışıklığa, insanların bu kadar yakınken birbirlerine bu denli sağır, kör, duyarsız olmalarına ve hiç kimsenin bunda bir gariplik görmemesine...
Umutsuz ve karamsarım. (Hastalık belirtisi)
Oysa sabırlı, hoşgörülü, anlayışlı olmalıyım. Çünkü işimi ancak bu şekilde hakkıyla yapabilirim.
İşim gereği başvuran insanları, ihtiyaçlarını, dertlerini, isteklerini anlamalı, rahatlamalarını, kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlamalıyım.
Bunların hiçbirini yapmasam da yapıyormuş gibi görünmeli, serinkanlılığımı korumalı, en azından lakayt ve resmi bir görünüşle devleti vatandaşla yüzgöz etmemeliyim.
Ama yapamıyorum. Çünkü kendimi iyi hissetmiyorum.
Oysa ben insanları iyileştirmeliyim...
Onları dinlemek, anlamak, iyileştirmek için çaba göstermeliyim.
Çünkü ben bir hekimim...
Son zamanlarda sıkça basında yer alıyorum. Gazeteler dertlerimi, sıkıntılarımı, öfkemi, çaresizliğimi, düş kırıklıklarımı... hastalığımı anlatsın isterdim. Beni hasta eden bu koşullar üzerine konuşulabilse onları değiştirme imkanı da doğardı kimbilir?
Ama ne yazık ki 3. sayfa haberlerine konu oluyorum; gün geçmiyor ki saldırıya uğrayan bir doktor haberi çıkmasın.
Mikrofon uzatıldığında söylenen bir yığın şey var: sağlık alanındaki sorunlar, çalışma şartlarının olumsuzluğu, ekonomik-sosyal- kültürel koşullar, eğitimsizlik...
Ama daha derin bir şey var. Daha vahim...
Karıncalar kadar kalabalık ama karıncaların ahenginden yoksun bir kaos içinde biribirini ezerek hayatta kalmaya çalışanların, ezilmişlerin sefaletine karşılık, şiddetin kucağında serpilen pornografik servetlerini, aşırılıklarını sergilemekten utanmayan efendilerin, çürümesi...
Loş bodrumlardaki atölyelerde çorap, don, fanila imalatında çalışıp akşamları üst katlardaki yatakhanelerine sığınan ve hayata dair neredeyse tek hayalleri bir yolunu bulup "yırtmaktan" ibaret olan insanların yaşadığı cangılın dehşeti bu.
Varoşu anlamak kolay değil. Varoşta çalışmak kolay değil.
Savruldukları bu sarp kayalıklara benzeyen varoşlarda öylesine sıkışıklar ki... bir çuvala doldurulmuş kediler gibi her devinimleriyle ister istemez birbirini tırmalayıp dişleyerek, kendine azıcık daha alan açmak, nefes alabilmek için çabalayan, öyküleri kan, ter ve gözyaşlarıyla yazılan insanlar.
Aynı kaptan yemeye çalışan enikler gibi başları önlerinde, kendi kardeşlerine hırlamaktan başka bir çareleri yok. Zalimce bir itilmişlikten, hor görüden başka bir şey ikram etmeyen bu dünyadan çok öteki dünyaya yakın yaşıyorlar. Bir türlü yerleşemedikleri hayatta eğreti durmaları bu yüzden. Bu yüzden alel acele ve baştan savma binalar, sokaklar, gibi kuruveriyorlar hayatlarını. Nereye denk gelirse. O an için nasıl uyarsa. Bir acele, bir sıkışıklık içinde günü kurtardılarsa ne ala. Yarına Allah Kerim...
Sık sık hastalanıyorlar.
Öksürüyorlar, boğazları yanıyor, sıtmalanıyorlar, başları ağrıyor, nefesleri daralıyor, elleri uyuşuyor, sırtında yel, karınlarında kurt.
Tansiyonları, şekerleri, kolesterolleri yüksek, kanları düşük.
Kendilerini hasta hissediyorlar
Hayatın onları örseleyen tavrı karşısında kalpleri kırık, gururları incinmiş, çaresizlikten yorgun.
Sağlık ocaklarına geliyorlar.
Ama tedavi olmak için değil. Teşhis, tedavi uzun iş. Buna ne zamanları var ne sabırları
İlaç almak istiyorlar.
‘Formalitelerle’ uğraşmadan alıp gitmek...
Kimse açıkça söylemese bile şunu herkes biliyor; İlaç, Türkiye'deki en büyük rüşvet.
İçme suyundan elektriğine, yolundan köprüsüne, iletişiminden petrolüne herşeyi fahiş fiyatlarla satın almak zorunda kalan bu halk için ilaç en büyük sus payı. Şimdilik.
Alırsın ilacı... iyileşmezsin belki... ama idare edersin.
"Türkiye yönetilemez, ancak idare edilir."
Varoş halkı da idare etmeye kurmuştur dünyasını. Durumu kurtaracak kadar, ölmeyecek kadar. Ama eğer bunu elinden almaya kalkarsan işte o zaman çatıya çıkar, dayar bıçağını çocuğunun boğazına.
Sağlık ocağında da aynıdır. Yazıver bir ilaç, minnet duygularıyla, dualarla giderler.
İlacı alanın sızısı diner mi bilinmez, ama avunur, kendini avutur. Hastalığın nedenleri, teşhisi, ilacın yan etkileri mi? Boşverin... fennin son icadı bir muskadır ilaç, bir tılsım. Atarsın bir tablet ağrın azalır, öksürüğün hafifler, halsizliğin geçer... idare edersin.
İlaç yoksa bir şeyler eksik demektir.
Son yıllarda ilaç tüketimi teşvik ediliyor. Alan razı veren razı. Şimdilik.
Karnesi yanında olmadığı için ilaçlarını bir yakının karnesine yazdıran! iyilik olsun diye kendi karnesiyle komşusuna ilaç almak isteyen, bunda hiç bir sakınca görmeyen insanlar istisna değil çoğunluktadır. Bu yüzden kendisi hasta olmadığı halde karneleri kalp, şeker, epilepsi gibi kronik hastalık tanılarıyla ve ilaçlarıyla dolu hastalar(!) da da kimse bir tuhaflık görmez. Hatta hekimler dahi...Yasal olarak suç olsa da sağlık hakkının fiilen ve kitabına uydurularak bu yöntemle genişletilmesi karşısında ne düşüneceğimi bilemem hiç.
Nihayetinde “ilaç yazdırmak” gibi sadece bize özgü bir kavram ortaya çıkar. Böylece o pek yüceltilip yerlere göklere sığdırılamayan, memleketimizin en seçkin çocuklarının en ağır eğitimlerden geçerek özveriyle icra ettikleri meslek ilaç yazma memurluğuna dönüşür. İlaç isimlerini bir reçeteye yazıp hastanın adını deftere kaydetmek. İşte bütün iş !
İyi hekimlik, teşhis, tedavi, koruyucu hizmetler mi? Ama buna hem fırsat yok, hem de kimse bunu talep etmiyor!
Sağlık ocağına gelenlerin tek isteği bir an önce ilacını yazdırıp gitmek.
Varsın gereksiz ilaç kullanımı ayyuka çıkmış olsun, varsın yazılan ilaçların çoğu boşa gidiyor olsun, memleketimizin kıt kaynakların ilaç tekellerinin kasasına akıyor olsun ne önemi var?
Ne yazık ki hekimlerin bir bölümü bir süre sonra bu sürece boyun eğiyor. Teslim oluyor...
Hergün yüzlerce kişiyle didişmekten yorulup yazıveriyorlar... ve ne talihsiz bir tesadüftür ki bu teslimiyet doktorun lehine sonuçlanyor. Şimdilik.
Performans sistemine göre ne kadar çok hasta bakarsanız o kadar çok döner sermaye kazanıyorsunuz. O yüzden bir günde 150 hatta 200 hasta ‘bakan’ doktorlara sıkça rastlanıyor varoş sağlık ocaklarında. Peki 9 saatte 200 hastaya nasıl bakılır?
Uzaktan!
Yazarsın 4 kalem ilaç geçip giderler!
Hülasası şu; karşılıklı olarak idare ediyorsak gerisi teferruattır.
Bu koşullarda en iyi hekim en çabuk ilaç yazandır, sorup soruşturan ise işi yokuşa süren mendeburun teki! Hiç bir zaman olmadığı kadar doktorların şiddete maruz kalması en çok bu yüzden. Ondan sonrasını gazetelerin 3. sayfalarından biliyorsunuz zaten
***
Başka türlü birşey, söylemek istediğim.
Ne iş yükünün fazlalığı, ne maaşların düşüklüğü, ne de çalışma koşullarının olumsuzluğu.
Giderek çürüyen bir toplumun ağır zehirli havasını hepimiz soluyoruz. Tüm gelişme ve zenginliğe karşın dünyanın daha karanlık ve umutsuz bir yere dönüştüğünü hissediyoruz; ışıltılı ve sınırsız bir lükse karşılık giderek derinleşen açlık, sefalet, şiddet ve vahşet.
Ama bir farkımız var.
Bu yazıyı okuyanların çoğu için bile bu dolaylı bir bilgi. Gazetelerden, televizyonlardan hayatlarınıza sızan, içinizi burkup burnunuzun direğini sızlatsa da düğmesini kapatıp kontrol edebilirsiniz, doğrudan temas sokakta mendil satmak için bacağınıza, arabanızınn camına yapışan kara gözlü, kirli yüzlü çocuklarla sınırlı.
Benim için bunu daha trajik hale getiren şey mesleğim –elbette onu layıkıyla yapmaya çalışırsanız-. Sabahın köründe yollara dökülen, amele pazarlarında bekleşip, gündeliğe giden tüm o varoş sakinleri, hayatın karanlık yüzünü, sefaleti, kendi bedenlerinde, hastalıklarında, taşıyıp getirirler önümüze. Onları hasta eden bu yükü, mecalsiz getirip hayatımızın, ruhumuzun ortasına bırakıverirler öylece.
Yoksulluk, yoksunluk nedeniyle çarpılan, kuruyan, hastalanan bedenlerini, ruhlarını, tanımak, dokusunu, rengini, kokusunu hissetmek, dokunmak, koklamak, anlamak mesleğimin en önemli parçası.
Bedenlerinde, ruhlarında, taşıdıklarını bulup çıkarmak için hiç görmedikleri, dokunmadıkları kuytu, derin, karanlık çoğu zaman irinle, kanla, idrarla, bokla kaplı yerlere bakmak, dokunmak, bazen yarıp içindekileri akıtmak, bazen de parmaklarının arasından akıp giden hayatı yakalamak benim işim. Kendilerinden bile sakladıkları tutkuları, hırsları, bazen en masum duyguların bile yasak, bazen en ölümcül günahların serbest olduğu o tuhaf, benzersiz dünyalarını anlamaya çalışmak da...
Çözümüne katkıda bulunmam için önüme getirilen bu sorunları geçiştirmem isteniyor. Bu sorunların ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel nedenleri kimin umrunda. Yazıver iki kalem ilaç geçsin.
Bunu yapmayı reddettiğinde halkının isteklerine yabancı, kibirli ve elitist muamelesi görürsün. O da senin sorunun!
İki yönlü bir sıkışma hissi. Bir yanda bilimsel yöntemleri kullanarak hayata müdahale etme, onu daha iyi ve güzel yaşanılır kılma çabası, diğer yanda hiçbir şeyin değişmez dayatmasına boyun eğen, bu hayatı şöyle ya da böyle geçirilmesi gereken bir bekleme süresi olarak yaşayan ve belki bu yüzden daha çok hastalanan, takdir-i ilahiyle modern tıbbın dünyası arasında bir sarkaç gibi gidip gelen, ikisine de ait olamayan, doktora gitmekle üfürükçüye gitmek arasında bir fark görmeyen insanlara maruz kalmanın yarattığı sıkışma duygusu.
Söylemeye dilim varmıyor.
Tıpkı şairin dediği gibi
“Akrep gibisin kardeşim,
Korkunç bir karanlık içinde yaşıyorsun...
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”
Hastayım;
Bir tür “Halk Zehirlenmesi”.
İnsani değerlerini hızla yitirmekte olan, her türlü dayanışma yardımlaşma duygusunu kendi kör çıkarına kurban eden, kendi gibi olmayandan korku ve nefrete dayanan şovenist gerici politikalarn peşinden körü körüne giderek hayatı hem kendilerine hem komşularına, kardeşlerine zindan eden, yobaz ırkçı, saldırgan, maço kültüre teslim olan, ilahi adaletin ardına sığınıp her türlü yolsuzluğu, hırsızlığı, rezilliği, soygunculuğu sineye çeken, mümkünse bu talandan nasibini almakta beis görmeyen ya da sesini çıkarmayan... insanlara uzun süre dolaysız ve korunaksız maruz kalmaktan mütevellit, belirtileri umutsuzluk, çaresizlik, karamsarlık olan hastalık.
Çok sık görülen bir hastalık değildir.
Basit korunma önlemleriyle bulaşması kolayca engellenebilir. Halkla yakın temastan kaçınmak, zorunlu temas hallerinde ise ‘ruh geçirmez’ bir maske kullanmak ve "her koyun kendi bacağından asılır" drajesi ile "gemisini kurtaran kaptan" tabletlerini almak genellikle yeterli olmaktadır.
Hastalığın, insana yaraşır daha başka bir hayatın mümkün olduğuna dair toplumsal inancın güçlenmesi, eyleme geçmesi durumunda toplum ölçeğinde iyileşmeye başlaması dışında bilinen kişisel bir tedavisi yoktur.