Yaşamı Savunan Adam

“Biz bu tarihî bölgede, birçok medeniyete beşiklik etmiş, ev sahipliği yapmış bu kadim bölgede, insanlığın bu ortak mekânında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz. Savaşlar, çatışmalar, silahlar, operasyonlar bu alandan uzak olsun diyoruz.”

(Tahir Elçi’nin vurulmadan önceki açıklamasından)


Diyarbakır Barosu başkanı Tahir Elçi, tuhaf bir silahlı çatışma esnasında öldürüldü. Şehrin ortasında silahsızlara yönelik hiçbir güvenlik önlemi alınmadan operasyon yapıldığı iddiası vahim; Elçi’nin devletle bağlantılı birileri tarafından infaz edilmiş olması olasılığı daha da vahim. Gerçekleri muhtemelen hiçbir zaman öğrenemeyecek olmamız, siyasal cinayetler tarihimizden aşina olduğumuz bir acı. Üstü karartılmış insan hakları ihlallerini ortaya çıkarmaya adanmış bir ömrün bu şekilde bitmesi, Elçi’nin özellikle son iki aydır aldığı tehditler düşünülürse, belki şaşırtıcı değil ama böylesi değerli bir insanı kaybetmek yine de şoke edici. Sürekli ölümlere yas tutmaktan yaşamın, ortak geleceğimizin konuşulamadığı bu karanlık günlerde savaşın ve ölümün her çeşidini karşısına aldığı halde “Barış” demekte ısrar eden Elçi’nin örneğini izleyerek sadece onun ölümünden değil, yaşamından bahsetmek istiyorum bu anma yazısında.

Tahir Elçi ve meslektaşlarının Diyarbakır, Şırnak, Batman gibi barolar aracılığıyla yürüttüğü avukatlık faaliyeti, hem Türkiye hem de Avrupa’da insan hakları savunuculuğu için bir devrim oldu. Ne yerel yargı kararları için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) yargısının denetimini 1990’da kabul eden hükümet ne de 1992-1996 yılları arasında sürdürülen kirli savaşı yöneten sivil ve askerî kadrolar, ezici çoğunluğu yoksul Kürt köylüleri veya Kürt aydınları olan mağdurların seslerinin dünyaya duyurulabileceğini tahmin etmişlerdi –hatta işkence ve gözaltında kayıp içerikli yüzlerce davanın bir anda yığılması, AİHM’in yargıçlarını dahi şaşırtmıştı. 20. yüzyıl boyunca dünyanın neredeyse her yerinde alışılageldiği üzere, ihlallerin delillerinin karartılacağı, yoğun bir propagandayla halkın hakikati öğrenmesinin önüne geçileceği, ihlallerin üstüne giden hukukçuların korkutulacağı varsayılmıştı ki devlet içinde kirli savaşı yürüten kadrolar bu planı önemli ölçüde yürürlüğe de koydular.

Ancak mağdurların inadı, insan hakları örgütlerinin ısrarlı takibi ve Elçi ve meslektaşlarının avukatlık mesleğini mağdurlardan yana bir iradeyle ve cesaretle sürdürmesi, bu planı bozdu. Kimseler bilmeden işlenip üstü örtüleceği sanılan suçları önce dünya, sonra Türkiye kamuoyu duydu. Ertak v. Türkiye (2000), Ahmet Özkan ve Diğerleri v. Türkiye (2004), ve tabii Kuşkonar ve Koçağılı köylerinin savaş uçakları tarafından bombalanmasını konu alan Benzer ve diğerleri v. Türkiye (2013) kararları, Tahir Elçi’nin mağdurları AİHM’de temsil ettiği ve ülke içindeki cezasızlığı mahkûm ettirdiği davalardan sadece birkaçı.

Dahası, Elçi ve arkadaşlarının çabası, dünün gaddarları da dahil olmak üzere bugün hukuk sistemi içinde mağdur edilen herkesin talep ettiği, hukukçuların yargısal faaliyetlerinden ötürü hedef alınmaması ilkesini de gündeme taşıdı. Tahir Elçi, avukatlık faaliyeti yüzünden suçlu muamelesine tabi tutulan ve bu durumu önce Türkiye içinde, sonra da AİHM’de dava konusu yapan bir hukukçuydu. Şırnak’ta gözaltında kaybedilen Mehmet Ertak’ın ailesini AİHM’de savunmaya hazırlanırken, 23 Kasım 1993’te gözaltına alındı, kötü muamele ve işkenceye maruz kaldı ve dava dosyalarına el kondu. Elçi ve diğerleri v. Türkiye davası, çoğunluğu Diyarbakır’da avukatlık yapan kişilerin evlerinde ve bürolarında yapılan hukuksuz aramaları, bu kişilerin gözaltında kötü muamele ve işkenceye maruz kalmalarını konu ediyordu. AİHM’nin 2003 tarihli kararı işkence yasağının, özgürlük ve güvenlik hakkının, özel ve aile hayatına saygı haklarının ihlal edildiğine hükmederek Türkiye devletini tazminata mahkûm etti. Bu karar sadece Elçi ve diğer başvurucuların değil, avukatlık mesleğinin hakkıyla icra edilebilmesi için gereken güvencelerin devlet önünde savunulması açısından da tüm hukukçuların zaferiydi.

Elçi’nin temsil ettiği hukukçu profilini anlamak için hukuk-siyaset ilişkisine değinmekte yarar var. Temel hak ve özgürlükleri savunmayı daha büyük bir siyasal proje içinde anlamlandıran, aktivist bir avukatlık anlayışıydı bu. Savaşa, ölüme, ihlallere karşı gelişen bu avukatlık faaliyeti, Kürt siyasi hareketinin kadrolarını da belirledi. BDP/HDP çizgisinde üst düzey konumlara gelen Osman Baydemir, Meral Danış Beştaş, Selahattin Demirtaş ve ilk anda akla gelmeyen niceleri, mağdurların haklarını Türkiye mahkemelerinde ve AİHM’de savunduktan sonra siyasete atıldılar –CHP’den siyasete giren Diyarbakır Barosu eski başkanı Sezgin Tanrıkulu’nu da unutmamalı. Bu anlamda insan hakları savunuculuğu, dünyada eşine az rastlanır bir siyasallaşmanın da önünü açtı.

Ancak yaşama hakkını savunmanın sosyal, siyasal ve kültürel dönüşümlerden soyutlanamayacağı iddiasıyla ortaya çıkan bu siyaset anlayışı, HDP’nin güçlenmeye başladığı 2015 ortasından beri bir kez daha gözlemlediğimiz gibi, ne zaman mağduriyetlerin ötesinde bir şeyler söylemeye çalışsa, bedel ödemeye zorlandı (bu konuda Bülent Küçük’ün gözlemleri çok önemli). Yaşamdan, gelecekten, dönüşmüş bir ülkeden bahsetmeye çalıştığı anda ölmekten, ölenlere yanmaktan, cenaze kaldırmaktan başka bir şey yapamaz hale getirildi bu insanlar. Geçmiş acılara takılmadan, geçmişi hatırlayarak bugünü ve yarını kurmak isteyenlere, örneğin anayasal hak ve özgürlükleri genişletmekten, Türkiye’nin idari yapısını değiştirmekten bahsedenlere, kendilerine yas tutmanın, ağıt yakmanın ötesinde bir varlık tanınmayacağı bir kez daha hatırlatıldı. Kobanê yolunda, ya da yürüyüşte, halay çekerken, parti otobüsü sürerken, kısacası güle oynaya siyaset yapmak isterken öldürülenlere, yirmi küsur yıldır mahkeme kapılarında yaşamı savunan Tahir Elçi de eklendi. Nasıl olduğu tam anlaşılmadan ama mahkemelerce hedef gösterilmiş, sayısız tehdit almış ve hakkında yurtdışına çıkış yasağı konmuşken, tam da güvenli bir şehirde yaşamaktan söz ettikten az bir süre sonra öldürüldü.

Gerçekler er ya da geç kendiliğinden ortaya çıkmaz; birileri bu gerçekleri ortaya çıkarır. Toplumun belleği otomatik olarak oluşmaz; o belleği bin bir emekle diri tutanlar sayesinde genç kuşaklar geçmişi hatırlar. İhlallerin sistemli, yargı ve ana akım medyanın faillerle işbirliği içinde olduğu her ülkede gerçekleri ortaya çıkarmak ve on yıllar boyunca hatırlatmak, bir avuç insanın ısrarlı çabasıyla mümkün olabilmiştir. İşte Elçi ve dava arkadaşlarının başardığı, avukatlık mesleğini dönüştürürken bir yandan da bu ülkenin toplumsal belleğini diri tutmaktı. Yaşamı savunmanın ölmeye eşdeğer olmadığı, güle oynaya siyaset yapılabilen bir ülke hayaliyle, Elçi’ye rahmet, ailesine ve yoldaşlarına başsağlığı diliyorum.