Barış Ünlü Vakası veya Akademisyenin Bir “Sanık” Olarak Portresi

Genel olarak portre, takdim ettiği kişiyi belirgin fiziksel özellikleri aracılığıyla tanıtan çalışmaları anlatır. Okuruna bir karakteri inşa eden özellikleri dışarıdan göründüğü şekliyle betimleyen sözcüklerden çizilmiş bir portre de, pekâlâ edebi bir portre olarak kabul edilebilir. Karakteri tanımlayan sözcüklerin gücü, konusunu oluşturan bireyin özelliklerini ait olduğu grubun ortak imgesinin bir yansıması olarak sunabilmesi oranında artar. Dolayısıyla, bu türden portre çalışmalarında amaç, tekil durumdan genelin durumunu anlamaya elverecek özelliklerin bilgisini üretmek ve sorunu bu gözle görebilmektir. Bu amaca uygun olarak, akademisyen imgesinin toplumsal tahayyülde nasıl inşa edildiğini Barış Ünlü’nün durumundan hareketle ele almak, onun deneyiminin portresini çizmek yoluyla, mesleğin halihazırdaki durumuna ilişkin bazı belirlemelerde bulunmak istiyorum.

Barış Ünlü, halen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yardımcı doçent olarak görevli ve aleyhine açılmış bir davadan ötürü 3 Şubat 2016 tarihinde yargılanmasına Ankara’da başlanacak. Yargılamaya temel teşkil eden iddia, “terör örgütü propagandası yapmak, suçu ve suçluyu övmek” biçiminde belirtilmiş. Söz konusu iddiayla isnat edilen fiillerden ötürü suçlu bulunması durumunda, 7 yıla kadar hapisle cezalandırılması ihtimali var. Barış’ın yargılanacağı mahkeme, sınavda sorduğu bir sorunun, muhtemelen bir öğrencisi tarafından ihbar edilmesiyle başlayan soruşturmanın sonucunda kuruldu. Ancak bunun evveliyatı da var: İmza atmış olduğu değişik açıklamalar, derslerinde öğrencileri tarafından tutulmuş notlar, kullandığı ders materyalleri, hatta vermiş olduğu okuma listelerine varıncaya kadar her şey, didik didik araştırılmış, belli basın organlarına bu soruşturmadan çok önce servis edilmiş, Barış “haberlerde” zaten açık bir hedef haline getirilmişti.

Bu haberlerin diline ve ileri sürdüğü taleplere dikkat edildiğinde, her defasında değişik “uygunsuz fiillerinin” ihbar edildiğini, bu kabahatlerin Barış’ın babasının kim olmasından “Beyaz Türk” (!) olmasına kadar uzanan geniş bir spektrumda çeşitlilik sergilediğini görüyoruz. Sınav sorusunun nasıl olup da suç deliline dönüştüğünü anlamak için, “suçu” ağırlaştıran bu unsurların nasıl ve nereden türetildiği üzerine de biraz düşünmemiz gerekiyor. Müesses nizamın keşif kolu gibi işlev gören bazı medya kuruluşları, Barış’ın bir “Beyaz Türk” (!) olduğu iddiasını, onun durumunu daha da ağırlaştırsın diye tekrar tekrar ileri sürmekten bıkmıyor, usanmıyor. Bu ısrarın belirtisi olduğu derin ruhsal gerilimleri örten perdeyi araladığımızda ise karşımıza çıkacak gerçekle yüzleşebilmek büyük önem taşıyor.

Mağdur ettiklerinin aslında gaddar olduğunu, zulmettiklerinin aslında zalim olduğunu vurgulamak, Türkiye’de haklar ve özgürlüklere yönelmiş olan saldırı mekanizmasının modus operandi’sini oluşturuyor. Tarz-ı hayat siyaseti üzerinden üretilmiş imajlar, bireylerin iktidar ile karşılaştığı mekânlarda maruz kaldıklarının meşruiyetini tartsın diye dolaşıma sokuluyor. Rahat odasından ahkâm kesen akademisyen, gecenin geç saatlerinde dışarıda olduğu için tecavüzü hak eden kadın, oruç tutmadığı için ölümü hak eden öğrenci ve daha nice sosyal aktörü betimleyen imajların tümü için toparlayıcı bir “meta-imaj” olarak işlev görüyor aslında bu “Beyaz Türk” tiplemesi. Onların pasif veya aktif desteği olmaksızın hiçbir siyasi iktidarın işleyemeyeceği geniş toplumsal kesimlerin sınıfsal hıncını seferber ederek meşruiyet kazandırıyor günümüzün egemenlik aygıtı davranışlarına.

Amacım böylesi bir sınıfsal öfkenin taşıyıcısı olan toplumsal kesimleri mahkûm etmek değil şüphesiz. Türkiye’de yaşanan büyük toplumsal adaletsizliklerin ve ağır yoksulluk ve yoksunluk deneyimlerinin bu türden bir duygusal ekonominin gelişmesinde belirleyici bir payı var. Ancak işin bu yanı başka bir tartışmanın konusunu oluşturuyor. Burada, zalimin yüzündeki hüznün ve takındığı acılı ifadenin bizi kolayca ayartabilmesinin nedenlerini anlamak için bu hususa dikkat çekmek istiyorum. Günümüz otoriterliği, yetmişli yıllar boyunca duvarlarımızı süsleyen “ağlayan çocuk” posterindeki ifadenin bir benzerini takınarak ezmeye ve imha etmeye yöneliyor.

Despotizm, böylesi gözü yaşlı bir saldırganlık rejimi olmasaydı, bugün hüküm süren korku iklimini toplumsal hayatın kılcal damarlarına kadar nüfuz ettirebilmede bu başarıyı yakalamayacaktı herhalde. Bu saldırganlık atmosferi, hukukun ahlâksallaşması, siyasetin uhrevileşmesi ve kültürün spritüelleşmesi yoluyla, kınanabilir olanı cezalandırılabilir olandan, mahrem olanı aleni olandan, kutsal olanı kutsal olmayandan, bilimsel olanı bilimdışı olandan ayırt eden çizgileri görünmez kılan bir hınç dalgasının etkisi altında şekilleniyor. Bir başkasının tuttuğu yası, protesto ıslıklarıyla ve davul zurna eşliğinde yapılan kutlamalar ile boğmaya çalışan bu gözü kara anlayışsızlık, hassas ve duygulu cemaat liderlerinin gözü yaşlı söylevlerinin günümüzde linç, saldırı ve imha çığlıklarına dönüşmesi yoluyla inşa edildi.

İşte Barış’ın “suçunu” ağırlaştırmak için ileri sürülen iddialar, onu böylesi bir saldırganlık kültürünü işleten hınç ekonomisinin hedefi haline getirmeyi amaçlıyor. Modern Türkiye’nin kuruluşundan bu yana siyasal hayatı doğrudan veya dolaylı yollardan belirlemiş bir konu olan Kürt sorununu, bir siyaset bilimcinin derslerinde ele alması, sınavlarda sormasını “suç” haline getirecek olan çemberin içine böylelikle sokuyor. Kimin adalete hakkının olduğunun, kimin yaşamaya, hayatını kazanmaya ve özgürlüğe hakkının olmadığının belirlendiği, “mümkün dünyaların en kötüsüne” yuvarlıyor. Bu davada, onu desteklemek ve mümkün olan tüm hukuki savunma araçlarını, yine de, seferber etmek gerekiyor şüphesiz.

Doğrusu, andığım iddiaların hepsi, bir akademisyenin topluma takdim edilmesinin farklı biçimleri olmaları bakımından, ayrı bir önem taşıyorlar ve “sanık” akademisyen portresinin asılı olduğu duvarı daha iyi tarif edebilmek için başka tartışmaları da davet ediyorlar. Ancak bu aşamadan sonra, aleyhine açılmış dava ile Türkiye’de bir kez daha üniversite olmanın, bilim yapmanın, hatta öğrenci olmanın ne anlama geldiğini tartışma olanağının ortaya çıkmış olmasından ötürü, Barış’ın bu son “vukuatı” üzerinde durmanın daha yararlı olacağını düşünüyorum. Bilmeyenler için belirteyim, dava konusu, 2014-2015 öğretim yılının ilk döneminde okutulan “Türkiye’de Siyasal Hayat ve Kurumlar (I)” başlıklı dersin sınav sorusuyla ilgili. Barış beş yıldır bu dersi veriyor ve dersin odak noktası olarak da bilim dünyasının uzun bir süre “dokunan yanar” cinsinden bir tabu olarak gördüğü Ermeni ve Kürt sorunlarını seçmiş.

Dersin merkezî temaları belirlenirken, Türkiye’nin toplumsal, iktisadi ve kültürel dokusunu biçimlendiren uzun bir baskı ve eşitsizlik geçmişinin unsuru olan bu iki meselenin, güncel siyasal hayatımızı işgal eden sorunlarla bağını kurmak amacı güdülmüş. Böylesi bir derste, 1980 sonrası dönemin tartışma konuları içinde Kürt sorununun ağırlıklı bir yer işgal etmesinde de şaşılacak bir yan yok tabii ki. Ne var ki, işlerin bu doğal gelişiminin oluşturduğu huzurlu manzaranın aksine, Barış’ın derste okutulan ve geniş bir şekilde tartışılmış metinlerden yola çıkarak formüle ettiği bir soruyu sınavda sorması, işte bir akademisyeni sanık sandalyesine oturtan sürecin de başlangıcı oluyor. Muhtemelen sorudan rahatsız olan bir öğrencinin internet kanalıyla yaptığı bir ihbarla beraber, bugün toplamı 7 yıla varan hapis cezası istemi ile yargılanmasıyla gelişecek sürecin ilk adımı da atılmış oluyor.

Özetlediğim bu hikâyede, açıkça görülüyor ki, Barış Ünlü akademik olmayan faaliyetlerinden ötürü değil, doğrudan ve sadece akademik faaliyetlerinden ötürü suçlanmakta ve bu yüzden yargılanacak. Sınav sorusunun öğrencisi tarafından ihbar edilmesi üzerine, Barış ilk olarak medyada aleyhine geliştirilen bir nefret söyleminin hedefi olmuş, sonrasında da aleyhine dava açılmıştır. Mesele, bu haliyle, hangi alanda araştırma yapıyor olursa olsun, hangi dersi veriyor veya alıyor olursa olsun, hiçbir üniversite bileşeninin kayıtsız kalamayacağı bir durumdur. Ders içeriğinin veya sınav sorularının hazırlanması hiç şüphesiz bilimsel araştırma ve tartışma özgürlüğünün kapsamı içindedir. Bilimsel araştırmaların sonuçlarının öğretilmesine yönelen böylesi bir ceza tehdidinin, akademik özgürlükler açısından nasıl bir etki yaratacağını tartışmaya bile gerek görmüyorum.

Burada asıl vurgulamak istediğim ve gözden kaçma ihtimali olan yan, süreci başlatan ihbarla ilgili. İlk bakışta, birçok suçun takibinde ihbar veya şikâyet eden birinin var olmasından ötürü, bu durumda yadırganacak bir yan yokmuş gibi görünebilir. Ne var ki, bu durumda akademik faaliyetin özüne yönelen ve çizdiğim portrenin son derece karanlık bir hal almasına yol açan bir yan gizli. Her hoca, öğrencisin zihinsel kapasitesine yaptığı katkılardan ve kazandırmış olduğu bilgi ve becerilerden ötürü, öğrencisi tarafından suçlanmayacağına zımni bir güven duyar ve öğretim faaliyetini bu güven duygusuyla yürütür. Böylelikle, öğreten ile öğrenen arasındaki ilişkinin çatışma veya rekabet dinamiğinden çok, dayanışma ve birlik temeli üzerine oturmasını olanaklı kılan duygusal bağ tesis edilmiş olur. Derslerin özgür ve yaratıcı bir düşünce etkinliğine dönüşmesinin kaynağı, bir tür varsayımsal “akademik sözleşme” tarafından bu duygunun güvence altına alınmasında yatar. Böylesi bir öğretim faaliyeti etkisini, güçlü ve özgün fikirlerin ileri sürüldüğü bir akademik olgunlaşma süreci olarak öğrencinin zihinsel gelişiminde hissettirir.

Şüphesiz, her öğrencinin, hoca ile öğrenci arasındaki eşitsiz güç ilişkisinin kendi aleyhine işlemesini engelleyecek müdahaleler talep etme hakkı vardır. Bu türden taleplerin derslerin özgür bir ortamda işlenebilmesi açısından öğrencilerin yapacağı katkılar olarak kabul edilmesi konusunda hiçbir itiraz söz konusu olamaz. Lakin son dönemlerde ortaya çıkan “muhbir öğrenci” tipi, hak arayan bir insan portresi oluşturmanın çok uzağındadır. Barış, bazılarının politik açıdan rahatsız edici bulduğu görüşleri öğrettiği için öğrencileri tarafından ihbar edilmiş olan meslektaşlarımızdan sadece biridir. Mevcut siyasal atmosferin ve yürürlükteki hukuk uygulamalarının öğrencileri muhbirliğe teşvik etmesi, işin öğrenci yanında yaratacağı karakter erozyonu ve açığa çıkması muhtemel özsaygı sorunları bir yana, akademik özgürlükler açısından da başka bir tehlikenin geliştiğini gösteriyor. “Akademik sözleşmenin” bozulmasının, hocaların kendini kısıtlamasına yol açacak türden bir ihtiyat ve tedbir eğilimini güçlendirmesi, bilimsel tartışma ve öğretimin zembereğini oluşturan özgür ve yaratıcı düşünce ortamının bundan zarar görmesi, bu tehlikenin en arzu edilmeyen sonuçlarından birini oluşturur.

Akademisyenin “sanık” olarak hali, hatta bazı durumlarda “mahkûm” olarak hali, Türkiye’de tarihsel olarak akademik özgürlüklerin bir başka boyutunu da görmemizi olanaklı kılıyor. Bu tarz bir ceza tehdidi, hoşa gitmeyen, rahatsız edici bulunan fikirlerin sahiplerinin sadece akademik tartışma ve çalışma imkânlarından mahrum bırakılmasının ötesindeki bir durumu da işaret ediyor. Mesele sadece akademik ifade özgürlüğünün ötesinde, aynı zamanda akademisyenin hayat hakkı arayışının da bu özgürlükler kapsamında sorun haline geldiğini gösteriyor. Üniversitelerde, Barış’ın durumunda olduğu gibi çalışma alanının özgüllüklerinden ötürü ve çalışma alanı içerisinde benimsedikleri pozisyonların hoşa gitmemesinden ötürü bazı akademisyenler hızla siyasi iktidarın hedefi haline gelmektedir. Bu durumun taşıdığı riskler, çatışmanın aynı zamanda üniversite içindeki diğer akademisyenler ve öğrenciler arasında bir bölünmeye yol açmasından ötürü, “sanık” akademisyenin son derece ağır bir süreç olarak deneyimlemesiyle sonuçlanabilmektedir.

“Radikal”, “aykırı” veya “marjinal” bulunan akademisyenlere yönelik tepkiler ve Türkiye’de yaşanan tasfiyeleri bu çerçeve içinde anlamak mümkün gözüküyor. 1933 Darülfünun tasfiyesi, DTCF tasfiyesi, 27 Mayıs 147'ler vakası ve 12 Eylül’de yaşanan 1402’likler vakası, hep üniversite hayatına yönelik bu türden müdahalelerin yarattığı mağdur topluluklarının tarihsel örneklerini oluştururlar. İktidarın siyasi programı ve beklentilerine ters düştüğü için üniversitenin hem dışından hem içinden gelen baskılarla belli akademisyenlerin tasfiye edilmesi, Türkiye’nin üniversite sorununun en önemli boyutlarından birini oluşturur. Bugün bir kez daha, üniversitenin 1128’likler vakasıyla aynı türden bir tazyikin altında olduğunu görüyoruz. Barış Ünlü’nün bir sanık olarak çizilen portesi, bu türden tedip ve tasfiye harekâtlarının gelişim sürecindeki halkalardan birini işaret ediyor. Tarihin bir kez daha tekerrür etmemesi için, şimdi bir kez daha, “Barış için” akademisyenler olma ödeviyle karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.