Öncelikle bu noktaya nasıl gelindi? Birinci Dünya Savaşı travmasını dış politikasının temeline oturtan Cumhuriyet Türkiye’si, AK Parti öncesine kadar revizyonist yaklaşımlardan ve (Kıbrıs gibi istisnai durumlar hariç) uluslararası maceralardan kaçındı. 1945 sonrası konjonktürde bağımsız dış politika gütmekle ABD’nin sadık müttefiki olmak arasındaki gerilimi idare etmeye çalışan hükümetler zaman zaman krizleri önleyemeseler de büyük felaketlerin önüne geçebildiler. Kore Savaşı, Kıbrıs sorunu, Körfez Savaşı, ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri, Kuzey Irak’taki Çekiç Güç varlığı, İsrail, Suriye ve İran gibi bölgesel aktörlerle ilişkiler, Türkiye’nin ABD müttefiki olarak önüne çıkan fırsatlar ve bu fırsatların doğurduğu riskler bağlamında analiz edilebilir.
Davutoğlu ve ekibinin vizyonu ise içine kapanık, Ortadoğu’yla mesafeli ve tarihten kopuk olduğunu iddia ettikleri bu dış politika çizgisinden daha aktif, Ortadoğu’yu kucaklayan ve Türkiye’nin tarihsel rolünü kabullenen bir çizgiye geçişi öngörüyordu. Yoğun bir sağ Hegelcilikten muzdarip bu yeni yaklaşım, Osmanlı mirasına sahip çıkan Türkiye’nin Ortadoğu’da Müslüman demokrasilere öncülük ederek tarihsel rolünü yerine getireceğini müjdeliyordu. Aslında 2003 sonrası konjonktürde Batılı aktörlerin de desteklediği bir bakış açısıydı bu: Irak ve Afganistan işgalleri sonrasında ABD’nin hareket sahasının daraldığı, dolayısıyla bölgesel aktörlerin rolünün belirginleştiği, Doğu-Batı diyaloğunu Medeniyetler Çatışması tezine alternatif olarak sunan aktörlerin yüceltildiği, başta Suriye olmak üzere “modern” diktatörlük olma iddiasındaki rejimlerin Batı’yla köprüler kurmak istediği bir dönemde Davutoğlu’nun tezleri, bedel ödemeden emperyal güç olma çabası olarak algılanmadı. Aksine, “yumuşak güç” (soft power) ile bölgeye örnek olmak isteyen bir öncü devletin varlığı dünyada genel olarak takdir gördü.
Bu modeli sınayan dönüşüm ise, Arap Baharı oldu. Aslında Türkiye’nin (ve bu arada ABD’nin) Mısır’daki devrime ilk başta destek vermemesinden de anlaşılacağı üzere, Davutoğlu ve ekibi bu dönüşümleri en başından beri öngörmüş değillerdi. Ancak özellikle Libya’da, Batı’nın askerî gücü ile yerel aktörleri bir araya getiren bir koalisyonun 2011 Eylül’ünde Kaddafi rejimini devirmesi, belli ki kestirme yoldan bölgesel hegemonya kurmak isteyen Davutoğlu’na ilham vermiş. “Yumuşak güç” doktrinini bir kenara bırakan AK Parti iktidarının, NATO’nun ve Körfez krallıklarının askerî ve finansal gücünü muhaliflere kanalize ederek Suriye’de bir Müslüman Kardeşler devrimini örgütleyebileceği inancı, Suriye politikasının çıkış noktası oldu. Esad rejiminin askerî gücünü, İran ve Rusya’nın bu rejime arka çıkma ihtimalini, muhalif gruplar içindeki radikal İslâmcıların Batı’da yarattığı kafa karışıklığını hesaplayamayan hükümet, beş yılın sonunda kimseye yaranamayan, masada ağırlığı olmayan, çaresiz bir biçimde Suudi Arabistan’ı ve ABD’yi askerî bir operasyona ikna etmeye çalışan bir devlete dönüştü. Bir başka deyişle, küçük görülen AK Parti öncesi dış politikasından bile daha etkisiz bir pozisyona düşüldü.
Herkesi yutacak bir bölgesel savaş olmadan da Türkiye daha itibarlı bir konuma gelebilir, ama iç ve dış politikada kökten değişiklikler şart. İlk olarak Suriye’ye ilişkin gerçekleri kabullenerek işe başlanabilir. Esad rejimi Suriye’nin tamamını kontrol edemeyebilir, ama belli ki bu rejimi tamamen ortadan kaldırmak da şimdilik mümkün olmayacak. Üç yıl önce Esad rejimi sallantıda görünüyorken Rusya ve İran’ı Esad’sız bir Suriye fikrine ikna etmek mümkündü, ama şu anda Esad’la masaya oturmak dışında alternatif yok. AK Parti hükümeti için bunu kabullenmek zor olabilir, ama herkesin bu gerçeklikle yüzleşmesi gerek. Elbette Esad ve yandaşları, başta Uluslararası Ceza Mahkemesi olmak üzere her türlü insan hakları platformunda mahkum edilmeli, bu konuda diplomatik girişimler yapılmalı, ya da en azından bu haklı itiraz tamamen bir kenara bırakılmamalı. Ama kısa vadede Esad’la diplomatik kanallar da tekrar açılmalı.
İkincisi, PYD’ye yönelik anlamsız saldırganlığın Türkiye’ye hiçbir getirisi yok. PYD/YPG’nin Türkiye sınırlarına yönelik bir tehdidi olmadığı gibi, PYD ile işbirliği yapan bir Türkiye, başta IŞİD olmak üzere kendi sınırları içinde terör saldırıları yaptığı kesin olarak bilinen örgütlerle arasına set çekmiş olacaktır (tabii bu çıkarım, IŞİD ile işbirliğinin istenmeyen bir durum olduğunu varsayıyor).[1] Suriye Kürtlerini yıpratmak pahasına Türkiye-Suriye arasında silah ve insan sevkiyatı yapılabilecek bir koridoru açık tutmak, Türkiye’nin son dört yıldaki dış politika başarısızlığının devamı anlamına gelecektir. Devletin ileri gelenlerinin PKK ile ilgili planları ne olursa olsun, şunu kabul etmelerinde yarar var: PKK ile olan sorun, Türkiye içindeki dinamiklerle çözülecek –ki bana kalırsa şeffaf bir barış süreci olmadığı sürece kalıcı çözüme kavuşmayacak. PYD’yi zayıflatmanın, hatta yok etmenin, Türkiye’deki şiddete bir yararı zaten yok. Şu anda Suriye’de etkinlik gösteren yerli ve yabancı aktörler arasında güvenlik alanında ikili işbirliğine en yatkın olan ve kontrol ettiği topraklarda meşruiyet sorunu en az olan grup PYD iken, Türkiye’nin artık PYD’yi düşman değil müttefik olarak görmesi gerekir.
Son olarak, tam da Esad/Rusya/İran koalisyonu, “terörle mücadele”de Türkiye’yle aynı hatayı yaptığı için er ya da geç Türkiye’nin önüne bir fırsat çıkacak. Askerî operasyonlar, toplumsal gruplara siyasal temsil hakkı tanıyan mekanizmalar kurulmadığı sürece geçici kalır. IŞİD ve Nusra Cephesi savaşçılarının önemli bir kısmı yabancı olsa da, bu grupların dünya görüşü hiçbir insani veya ahlâki duruşla meşrulaştırılamayacak olsa da, eninde sonunda Suriye’de halkın bir bölümünü isyana iten nedenlerin ortadan kalkması, kalıcı barışın ön koşulu. Suriye’deki ve bölgedeki aktörlerle diyalog kurabilen bir Türkiye barış pazarlıklarının önünü açabilir, hem ABD’yi hem Rusya’yı kaygılandıran uzun bir savaşın önüne geçebilir ve en önemlisi, Türkiye halkına daha ağır bedeller ödetmeden bu macerayı bitirebilir. Elbette ki burada sözü edilen, topraklarının bir kısmını sadece fiilî olağanüstü hal rejimiyle yönetebilen rekabetçi-otoriter Türkiye değil, iç politikasında da barış, demokrasi ve çoğulculuğu önceleyen bir Türkiye.Tüm bu yazdıklarım şu anda hayalcilikten öteye geçmese de, umarım Türkiye’de başka bir dış politika tartışmasını başlatır. İktidardan çok umutlu olmamak gerek, ama muhalif siyasetçilerin alternatif bir dış politikayı konuşması, AK Parti’ye “istikrar” sloganıyla oy verdikten sonra şu anda savaşa ikna edilmeye çalışılan kitlelere ulaşması açısından önemli. Kaldı ki yukarıda yazılanların hiçbiri, şu anda uygulanan dış politikadan daha hayalci değil. Hasarı en aza indiren, gerçekçi, saplantısız ve diyalogdan yana bir dış politika mümkün ve gerekli. Türkiye, yeni Osmanlı veya küçük Amerika olmak yerine çağımızda İsveç, Kanada gibi devletlerle özdeşleştirilen yapıcı diplomasiyi benimserse, hem ülkemiz hem de bölge için çok daha iyi olur.
[1] Bu yazı 17 Şubat 2016 Ankara saldırısından önce yazıldı. 22 Şubat itibarıyla failin kimliğine yönelik belirsizlik sürerken saldırının YPG/PYD ile ilgisinin olmadığı iddiası güçleniyor. Dolayısıyla, aksi kanıtlanmadıkça, YPG/PYD'nin Türkiye'ye yönelik bir saldırısının olmadığını öne sürmekte bir sorun görmüyorum.