Ürdün, Suriyeli Mülteciler ve Korona

Ürdün, resmî adıyla Ürdün Haşimi Krallığı, güneyinde ve doğusunda Suudi Arabistan, kuzeyinde Suriye, kuzeydoğusunda Irak, batısında ise İsrail ve Batı Şeria yer alan bir Ortadoğu ülkesidir. Ürdün İstatistik Kurumu verilerine göre 10.554.000 (DoS, 2020) nüfusu vardır. Bu nüfus yapısı homojen, tek bir etnik veya dinî gruptan oluşmaz. Bu bağlamda bu nüfus içerisinde büyük bir çoğunluğu Arap, Çerkes, Ermeni, Dürzi ve Süryani birçok farklı etnik ve dinî gruplar vardır (Arbaji vd. 2005). Ürdün, coğrafi konumundan dolayı tarihsel olarak mülteci alan bir ülkedir. Bu bağlamda ilk göç dalgası, 1948 Arap-İsrail savaşı sonrasında binlerce Filistinlinin Ürdün’e göç etmek zorunda bırakılmasıyla başlamaktadır (Morris ve Benny, 2004). İkinci dalga 1967’de İsrail’in Filistin halkına ait olan Batı Şeria bölgesini işgali sonrasında başlamıştır (Beinin ve Hajjar, 2014). Üçüncü büyük dalga ise 1990-1991’deki Birinci Körfez Savaşı’yla başlamıştır (Van Hear, 1995). Daha sonra İkinci Körfez Savaşı ve Irak’ın ABD tarafından işgaliyle birlikte yüzbinlerce Iraklı Ürdün’e gelmiştir (Chatelard, 2010). En son olarak 2011’deki Suriye krizi ile birlikte yerinden edilen binlerce Suriyeli en temelde hayatta kalabilmek için Ürdün’e yerleşmek zorunda kalmıştır.

Ürdün’deki mültecileri geldikleri ülke bazında değerlendirmek gerekirse; Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı’nın resmiî rakamlarına göre ülkede 2.206.736 Filistinli mülteci var (UNRWA, 2020). Ancak resmî olmayan rakamlara göre Ürdün nüfusunun neredeyse yarısının Filistinli olduğu söylenmektedir. Bu konuyla ilgili yapılan tartışmalardan dolayı ilgili literatürde, Ürdün Filistin midir gibi çalışmalar görmek mümkündür (Zahran, 2012; Israeli, 2003). Üstte de belirtildiği gibi İsrail devletinin yıllardan bu yana süregelen Filistin topraklarını işgal etme politikasından dolayı yerinden edilen milyonlarca Filistinli Ürdün’de hayatına devam ediyor ve bunların büyük bir çoğunluğu uzun zamandır ülkede yaşadığı için Ürdün vatandaşlığı almıştır. Bu yüzden ülkede yasayan Filistinli sayısı belirlenemiyor. Buna ek olarak ülkede 67.000 Iraklı, 15.000 Yemenli, 6.000 Sudanlı ve 52 farklı ülkeden toplamda 2.500 mülteci daha var (UNHCR, 2019).

Üstte belirtilen mülteci gruplarına ek olarak, Nisan 2020 tarihi itibarıyla, ülkede BM’ye kayıtlı 670.453 Suriyeli var (UNHCR, 2020). Suriyeli mültecilerin %18,9’u (124.019 kişi) Ürdün’ün farklı bölgelerinde yer alan mülteci kamplarında yaşamını sürdürürken geriye kalan %81,1 gibi büyük bir çoğunluk ülkenin muhtelif şehirlerinde hayatını sürdürmektedir. Amman, ülkenin başkenti, en fazla Suriyeli mültecinin (193.700) yaşadığı şehirdir (UNHCR, 2020). Kısacası, yüzölçümü bazında Konya’nın yaklaşık iki buçuk katı büyüklüğünde bir Ortadoğu ülkesi olan Ürdün’de toplamda 3 milyona yakın mülteci var. Bu bağlamda Türkiye’den sonra dünyada en fazla mülteci barındıran ülkedir.[1] Son yıllarda özellikle artan silahlı çatışma, sosyoekonomik krizler, iklim değişiklikleri ve sosyal dışlanma gibi felaketler silsilesi hem dünyanın genelinde hem de Ürdün’deki mülteci sayısını arttıran temel nedenlerden bazılarıdır.

Mülteci krizinin ulusal ve uluslararası koordinasyonsuzluğu ve mülteci politikasının insan hakları çerçevesinde yapılandırıl(a)mamasından kaynaklı günümüz dünyası “mülteci krizi” ile karşı karşıya kalmıştır. Örnek vermek gerekirse, yaklaşık 10 milyon nüfusuyla 1951 Cenevre/Mülteci Sözleşmesi’ne taraf olmayan Ürdün nüfusunun neredeyse %30’u mültecidir.[2] Nisan 2020 tarihi itibarıyla, her ne kadar mutlak sayı anlamında en fazla mülteci barındıran ülke Türkiye olsa da mülteci sayısını ülkedeki nüfusa oranladığınızda Türkiye’deki mültecilerin oranı sadece %4,37’dir (GIGM, 2020). Bir başka ifadeyle mültecilere yönelik nefret söylemlerinin zaman zaman zirveye ulaştığı Türkiye’deki mülteci oranı ile Ürdün’deki mülteci oranı arasında büyük bir uçurum vardır. Üstte belirtildiği gibi Ürdün 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamadığı için Suriyeliler yasal olarak mülteci değil, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi.[3] Yasal olarak mülteci statüsünde olmayan Suriyeliler yine Türkiye’deki uygulamaya benzer şekilde “misafir” olarak görülüyor. Savaş ve öldürülme korkusuyla yerinden göç etmek zorunda bırakılan bu grubun “misafir” olarak tanımlanması bilinçli şekilde dillendirilen bir politik argümandır. Bu söylem ülke yöneticilerinin konuya mutlak anlamda evrensel mülteci/insan hakları çerçevesinden değil, ülkenin fedakârlığı çerçevesinden yaklaştığını göstermek içindir. Bu yaklaşımın tezahürü olarak, yine Türkiye’de olduğu gibi, Ürdün’deki Suriyeli mültecilere 2016 yılına kadar çalışma izni verilmedi, en nihayetinde ülkesindeki krizden dolayı yerinden ve yurdundan olup Ürdün’e gelen bu grup misafirdi. Dolayısıyla zorla yerinden edilen Suriyeliler Ürdün’de onlara sadece sunulanla yetinmek zorunda ve bundan dolayı şikâyet edemez. Çünkü Ortadoğu geleneğinde kültürel olarak misafirin böyle bir tasarruf hakkı yoktur, adabımuaşeret kuralları çerçevesinde var olanla yetinmelidir. Bir başka ifadeyle 2016 yılına kadar ülke içerisindeki hemen hemen tüm Suriyeli mülteci grubu illegal bir şekilde daha alt sektörlerde yer alan güvencesiz, düşük ücretli, sömürülmeye açık işlerde çalıştılar çünkü o tarihe kadar yasal olarak çalışma imkânları yoktu. Suriyeli mültecilere çalışma izni 2016 yılında Avrupa Birliği ve Ürdün arasında imzalanan bir antlaşmanın sonucunda verildi (Kelberer, 2017).[4] Ancak bu antlaşmanın Suriyeli mülteciler için belirli kısıtlamaları vardır ve bunlardan en önemlisi de Suriyeli mülteciler için açık sektör olarak ifade edilen inşaat, tarım ve imalat sektöründe sadece iş izni alınabilir. Bir bakıma Suriyeliler toplumda vasıf gerektirmeyen ve daha alt konumda yer alan, ayrıca Ürdünlülerin de çalışmayı pek tercih etmediği sektörlerde çalışılmaya zorlanmıştır (Stave ve Hillesund, 2015). Bir başka ifadeyle 2011 Suriye krizinden önce ülkesinde doktor, mühendis veya avukat gibi beyaz yakalı personel statüsünde yer alan biri, Ürdün’de yasanın dayatmasıyla ya kendi nitelikleriyle uyuşmayan bu üç sektörden birisinde çalışır ya da eğer mümkünse kendi işini enformel bir şekilde yapmaya devam eder. Hukuki ancak etik olmayan bu uygulama devlet aygıtının sınıfların oluşması/değişmesi surecindeki rolünü ve aslında belli grupların sınıfsal oluşumunu nasıl engelleyebileceğini açık bir şekilde göstermektedir. Bu uygulama bugün Suriyeli mültecilere uygulanmaktadır ancak yarın başka bir etnik veya dinî gruba uygulanmayacağının bir garantisi yoktur. Sonuç olarak ortaya sadece belirli sektörlerde çalışmak zorunda bırakılan savunmasız bir grup ortaya çıkıyor. Şu âna kadar yaptığım saha çalışmasından edindiğim izlenim; Suriyeli mülteciler çoğunlukla düzenli ve sabit geliri olan bir işe sahip değiller; sadece yaşamak ve ailesine bakabilmek için ayakta durmaya çalışan binlerce Suriyeli mülteci olduğunu söylemek mümkün. Bu bağlamda görüşme yaptığım Suriyeli mültecilerden birisi “Suriye’deyken durumum gayet iyiydi, kendi evim ve işim vardı. Hatta beş tane de işçi çalışırdı dükkânımda. Ancak şimdi kendi işimi burada yapmam mümkün değil. Şu an inşaatlarda çalışıyorum, o da düzenli değil zaten. Mesela kış aylarında hiç iş olmaz nerdeyse,” demişti. Yeterli hukuki korunmaya sahip olmayan ve sadece belirli sektörlerde çalışılmaya itilen mülteciler gündelik hayatın bu zorlukları ile mücadele etmeye çalışırken üstüne bir de dünyanın birçok yerinde üretim sürecinin durmasına neden olan koronavirüsü krizi eklendi.

Ürdün’de Koronavirüs Önlemlerinin Suriyeli Mülteciler Üzerindeki Etkisi

Öncelikle Suriyeli mültecilerin demografisi hakkında bilgi vermekte fayda var diye düşünüyorum. BM’nin verilerine göre Ürdün’de, kayıtlı Suriyeli mültecilerin yarısı 18 yaş altında. 18-59 yaş aralığı nüfusun %46,3’ünü oluşturuyor. Ve son olarak 60 yaş üstü grubunun nüfus içerisindeki oranı ise %4’tür (UNHCR, 2020). Belirgin bir şekilde genç nüfus oranı Suriyeli mülteciler arasında en büyük çoğunluğu oluşturuyor. Cinsiyet dağılımı anlamında neredeyse bir eşitlik söz konusu. Ülkedeki Suriyeli nüfusun %50,1’ini kadınlar oluştururken geriye kalanını erkekler oluşturuyor (UNHCR, 2020).

Ürdün’de büyük bir çoğunluğu çalışma çağında (15-64 yaş aralığı) olan binlerce Suriyeli mülteci hayatını yeniden kurmaya çalışarak toplumsal hayata entegre olmaya çalışırken hiç beklenmedik küçücük bir virüsün en büyük mağdurlarından biri oldular. Örneklendirmek gerekirse, Aralık 2019’da Çin'in Wuhan kentinde başlayan koronavirüsün etkisi Mart ayının ilk haftasından itibaren Ürdün’de de baş göstermeye başlamış ve bu bağlamda hükümet koronavirüs krizinin etkilerini en aza indirebilmek için bir dizi önlemler almıştır. Bu önlemlerden en önemlisi 19 Mart tarihinde Ürdün Hükümet Sözcüsü Amjad Al Adailah tarafından ilan edilen, ülke genelinde sokağa çıkma yasağı ve yine ülke genelinde tüm işyerlerinin de kapatılması oldu (Aljazeera, 2020). Bu bağlamda neredeyse üç haftadan uzun bir suredir Ürdün’de üretim hayatı durmuş durumdadır. Ürdün ekonomik anlamda son yıllarda ciddi sorunları olan, özellikle de genç nüfus işsizlik oranı çok yüksek olan bir ülkedir. Ürdün İstatistik Kurumu’nun Mart 2020 verilerine göre, 20-24 yaş arası işsizlik oranı %39,7’dir (DoS, 2020). Buna ek olarak ülke içerisinde hayatını idame ettirmeye çalışan milyonlarca mülteciyi eklediğinizde ortaya ekonomik krizinin derinliğini attıracak bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Yazının odak noktası olarak koronavirüsten dolayı getirilen kısıtlamaların mülteciler üzerindeki etkisine baktığımızda ortaya derinleşen yoksulluk durumu ortaya çıkmaktadır.

2012 yılının başlarında Ürdün hükümeti tarafından Suriyeli mültecilerin konaklaması için yapılan ve şu an (10 Nisan 2020) dünyanın beşinci büyük mülteci kampı olan Al Za’atari’de 76.681 Suriyeli mülteci yaşamını sürdürmektedir (UNHCR, 2020). Bu kamp Ürdün’deki birçok şehirden daha fazla nüfusa sahiptir. Ürdün hükümeti koronavirüsün yayılımını engellemek için ilk olarak 19 Mart tarihinde, mülteci kampında yaşayanların kamptan çıkmasını yasaklandı. Şu an kamplara giriş-çıkış yasak. Ürdün’de faaliyet gösteren uluslararası sivil toplum kuruluşlarından bir tanesinde çalışan görüşmecilerimden birisi, “Kampta kalanlar için kamptan çıkma yasağı haricinde bir değişiklik yok, gerekli tüm önlemler alındı,” demişti. Ancak koronavirüs krizinden önce yapılan akademik çalışmalarda ve sivil toplum kuruluşlarının raporlarında kamptaki mültecilerin yaşam koşulları ayrıntılı bir şekilde sunulmuştu (Saikal vd. 2020; Al-Krenawi, 2019; Tiltnes, Zhang ve Pedersen, 2019; Al-Smadi vd. 2016). Kampta yaşayan Suriyeli mülteciler genellikle prefabrik bir veya iki odalı evlerde kalıyorlar. Yine kampta yaşamını sürdürenlerin %82’sinin bağımsız mutfağı var; kamptakilerin %40’ının kaldığı yerde ise tuvalet evin dışında. Ve bu tuvaletler kampta kalan diğer mültecilerle ortak kullanılıyor (Tiltnes, Zhang ve Pedersen, 2019). Örnek vermek gerekirse; Azraq Kampı’nda yasayan bir mülteci ile yaptığım görüşmede şunları duymuştum: “Burada kaldığım konutta tuvalet ve banyo yok, kampta kalan diğer insanlarla paylaşımlı bunlar. Ayrıca hijyenik olarak sorunlu, yeterli temizlik yapılmıyor. O yüzden bir şekilde kaldığım konutta duş almaya çalışıyorum.” Üstte sıralanan koşullar düşünüldüğünde kampta görülecek olası bir koronavirüs vakasının sonucu çok ağır olabilir. Ancak şu âna kadar (10 Nisan 2020) kamplarda koronavirüs vakası kaydedilmiş değil.

Kamp dışında ülkenin hemen hemen tüm bölgesine yayılmış Suriyeli mülteciler daha derin bir yoksulluk ve yoksunluk sorunuyla karşı karşıyalar şu anda. Kamp dışında kalanların %98’i kiralık evlerde yaşıyor (Tiltnes, Zhang ve Pedersen, 2019). Bu evler genellikle şehirlerin daha varoş semtlerinde, çoğunlukla bakımsız ve hijyenik anlamda sorunlu. Buna ek olarak şu âna kadar gözlemlediğim ve yaptığım görüşmelerden edindiğim bilgiler ışığında mültecilerin büyük bir çoğunluğunun ortalamanın çok üstünde bir ev kirası ödediğini söylemek mümkün. Her şey “serbest piyasa” kuralları çerçevesinde gerçekleştiği ve yasal olarak yeterli derecede korunmadıkları için bu durumu şikâyet edip pratik olarak kendi lehlerine sonuç alabilecekleri bir kurum neredeyse yok. Maalesef mültecilerin tek sorunu ev kiralarının yüksek olması değil. Bunun yanında en büyük sorunlardan bir tanesi de işgücü piyasasında emeği ile çalışanların hak ettiği ücreti alamamasıdır. Bu durumu örneklendirmek gerekirse, görüşme yaptığım Suriyeli mültecilerden birisi şunu söylemişti:

Normal bir işte bile çalıştığımızda kendi emeğimizin karşılığını alamıyoruz. Ben yaklaşık üç ay boyunca bir inşaatta çalıştım yapabileceğim başka bir iş olmadığı için. En sonunda iş bittiğinde iş sahibi paramı vermedi. Çok uğraştım ama paramı alamadım. En son gidip kendisine paramı vermediği için polise şikâyet edeceğim dediğimde bile, bana “İsteğin yere git, istediğin şikâyeti yap,” demişti. Şikâyet de ettim ama bir şey değişmedi, paramı alamadım.

Çoğunlukla şehirlerde hayatını idame ettiren ve insanca yaşayabilmek uğruna insani olmayan çalışma şartlarında emeğini arz etmek zorunda bırakılan mültecilerin kendi emeğinin karşılılığını alamaması sürekli daha fazla kâr etme hırsıyla dünyayı her gün daha fazla krizle karşı karşıya bırakan kapitalist zihniyetin bir sonucudur.

Şehirlerde hayatına devam eden mülteciler çoğunlukla sabit geliri olan bir işe sahip değiller. Zaten yasal olarak çalışma izni alabildiği işler de daha alt sektörde yer alan ve düzenli bir geliri olmayan işler; tarım, inşaat ve imalat gibi. Tüm bunlara ek olarak 19 Mart 2020 tarihinde Ürdün hükümetinin aldığı kararla tüm işyerleri kapatıldığı için sadece günlük yaptığı bir işle gelir elde eden binlerce mülteci şu an yeterli bir gelire sahip değil. Bu bağlamda ortaya çıkan en büyük sorunlardan bir tanesi de ev kiralarının ödenememesinden dolayı evsiz kalmaları. Bir başka ifadeyle, öncelikli olarak sadece hayatta kalabilmek için kendi ülkelerindeki savaştan kaçıp evlerinden ayrılmak zorunda bırakılan mülteciler ikinci kez yine kendilerinin almadığı bir kararla ortaya çıkan ekonomik şartlardan dolayı evlerinden çıkmak zorunda bırakıldılar. Bu şekilde, düzenli bir geliri olmayan mülteciler, koronavirüs krizinin başladığı günden bu yana hemen hemen dünyanın her yerinde dillere pelesenk olan “evde kal” söylemindeki mekânsal yapıdan bile mahrumlar. Bu bağlamda görüşme yaptığım bir mülteci şöyle demişti:

Biz altı kişiyiz evde. Sadece eşim çalışıyordu. Zaten doğru düzgün bir gelirimiz yoktu, ancak tüm iş yerleri kapatıldığı için şu an durumumuz çok daha kötü. Daha geçen hafta [2 Nisan 2020] ev kiramızı ödeyemediğimiz için ev sahibi bizi evden çıkardı. Mecburen başka bir ev bulmak zorunda kaldık bir anda. Ancak her geçen gün durum daha kötüye gidiyor ve şu an çok sınırlı miktarda yiyeceğimiz kaldı. Ne yapacağımızı bilmiyoruz, sadece öylece bekliyoruz.

Kira ve mutfak giderinin karşılanamamasının temel nedenlerinden bir tanesi gelir kaynaklarının düşük ve zayıf olmasından dolayı bir tasarruf yap(a)mamalarıdır. Üstte belirtilenlere ek olarak önemli bir diğer konu da toplumun içerisinde en korunaksız durumda olan mültecilerin travmatik geçmişleridir. Yapılan bir araştırmaya göre 18 yaş üstü Suriyeli mültecilerin %18,43’ünde Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) bulunmuştur (Al-Smadi vd. 2016). TSSB belirgin olarak savaş ortamından kaynaklanan travmatik olaylarla doğrudan bağlantılı. Bu travma halini yaşayan mülteci gruplar genellikle toplumdan dışlanan, yüksek işsizlik oranı olan ve bu bağlamda temel ihtiyaçlarını bile gidermekte ekonomik anlamda sorun yaşıyor (Al-Krenawi, 2019). İnsanları derinden etkileyen sosyoekonomik krizlerin travma yaşayan insanlar üzerindeki etkisi daha yıkıcı olabilir. Bu bağlamda mültecilerin kendilerini güvende hissetmeleri ve gelecekle ilgili olarak herhangi bir kaygı yaşamamaları gerekir. Bu sorunların bilincinde olan ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşları biraz da olsa insanların yükünü hafifletmeye çalışmak için nakit ve hijyen kiti desteği sunmaya çalışıyor ancak bunun uygulaması verimli bir şekilde işlemiyor, hâlâ bu yardıma ulaşamamış onlarca mülteci var. 

Sonuç

En temelde zorla yerinden göç ettirilen insanların dünyanın neresinde olursa olsun insan hakları çerçevesinde hazırlanacak yasal düzenlemelerle korunması gerekir, o ülkenin sosyokültürel geleneksel kodlarıyla değil. Hem kamplarda hem de kampların dışında hayatını idame ettirmeye çalışan binlerce mülteci şu an hijyenik anlamda sorunlu ve bakımsız konutlarda kalıyor. Buna ek olarak, bu grubun büyük bir çoğunluğu şu an hem gelecek kaygısından hem de geçmişte yaşadığı travmatik olaylardan dolayı yaşadığı topluma uyum sağlamakta zorlanıyor. Bu sadece Ürdün’deki mültecilerin yaşadığı bir sorun değil, dünyanın her yerinde, zorla yerinden edilen göçmenlerin mevcut pandemi nedeniyle daha yüksek risk altında olduğu apaçık ortadadır. Ancak Ürdün’de 19 Mart 2020 tarihinde alınan kararla tüm işyerlerinin kapatılmasıyla birlikte sadece gündelik kazançla ayakta durmaya çalışan binlerce insan şu an en temel gıda ihtiyacını bile karşılamakta zorlanıyor. Bu bağlamda, bu tarz sosyoekonomik kriz durumlarında hem mülteciler ve yerel nüfus arasında ortaya çıkması muhtemel gerginliklerin/nefret suçlarının azaltılması hem de sosyal devlet anlayışı gereği devletin ihtiyaç sahibi herkese güvence vererek gerekli maddi ve ayni desteği sağlaması devletin en temel vazifelerinden birisidir. Bu bağlamda devlet ve sivil toplum kuruluşları ortaklaşa hareket ederek acil eylem planı oluşturmalı ve ihtiyaç sahibi aileleri tek tek belirleyerek gerekli tüm desteği sağlamalıdır. Buna ek olarak ulusal ve uluslararası toplum kuruluşları gıda ihtiyacı ve nakit destekle toplumun içerisinde ekonomik anlamda zayıf olan grupların insanca/onurlu bir şekilde yaşamasına olanak sağlamalıdır. Son olarak, devlet yasal bir düzenleme yaparak kirada oturup koronavirüs krizinden dolayı nakit paraya erişimde zorlanan insanların evden atılmasını engellemelidir. Şayet “evde kal” sloganı sadece bir slogandan ibaret değilse, mülteci barındıran tüm devletlerin bu düzenlemeyi yapması elzemdir. Bu gereklilik aynı zamanda sosyal devlet olma ilkesinin de bir önkoşuludur. Sonuç olarak devlet insanları yerinden ettirenlerin tarafında değil, onuruyla insanca yaşama hakkına ve bu anlamda barınma hakkı olan birey(ler)in safında olmalıdır.


Kaynakça

Al-Krenawi, A. (2019). “Living in a Refugee Camp: The Syrian Case in Jordan”, Culture, Diversity and Mental Health-Enhancing Clinical Practice (s. 119-132), Springer, Cham.

Al-Smadi, A. M., Halaseh, H., Gammoh, O. S., Ashour, A. F., Gharaibeh, B., & Khoury, L. S. (2016). “Do chronic diseases and availability of medications predict post-traumatic stress disorder (PTSD) among Syrian refugees in Jordan”, Pak J Nutr, 15(10), s. 936-941.

Arbaji, A., Kharabsheh, S., Al-Azab, S., Al-Kayed, M., Amr, Z. S., Abu Baker, M., & Chu, M. C. (2005). “A 12-case outbreak of pharyngeal plague following the consumption of camel meat, in north–eastern Jordan”, Annals of Tropical Medicine & Parasitology, 99(8), s. 789-793.

Beinin, J., & Hajjar, L. (2014). “Palestine, Israel and the Arab-Israeli Conflict”, The Middle East Research and Information Project.

Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA), https://www.unrwa.org/where-we-work/jordan (erişim tarihi: 5 Nisan 2020).

Chatelard, G. (2010). Jordan: A refugee haven.

DoS 2020, http://dos.gov.jo/dos_home_e/main/archive/Unemp/2020/Emp_Q4_2019.pdf (erişim tarihi: 7 Nisan 2020).

Göç İdaresi Genel Müdürlüğü (GIGM), "İstatistikler", https://en.goc.gov.tr (erişim tarihi: 10 Nisan 2020).

Israeli, R. (2003). “Is Jordan Palestine?”, Israel Affairs, 9(3), s. 49-66.

Kelberer, V. (2017). “The Work Permit Initiative for Syrian Refugees in Jordan”, Policy.

“Population of the Kingdom by Sex According to the 1952, 1961, 1979, 1994, 2015 and 2018 Censuses, and Estimated Population for Some Selected Years”, http://dosweb.dos.gov.jo/population/population-2/  (erişim tarihi: 10 Nisan 2020).

“Round-the-clock curfew in Jordan to battle coronavirus outbreak”, (21 Mart 2020), https://www.aljazeera.com/news/2020/03/jordan-announces-clock-curfew-coronavirus-outbreak-200320184824472.html?xif=%20(son%20eriÅŸim%20tarihi:%2006/04/2020).

Saikal, S. L., Ge, L., Mir, A., Pace, J., Abdulla, H., Leong, K. F., ... & Padovese, V. (2020). “Skin disease profile of Syrian refugees in Jordan: a field mission assessment”, Journal of the European Academy of Dermatology and Venereology, 34(2), s. 419-425.

Tiltnes, Å. A., Zhang, H., & Pedersen, J. (2019). “The living conditions of Syrian refugees in Jordan”, FAFO Report.

Stave, S. E., & Hillesund, S. (2015). Impact of Syrian refugees on the Jordanian labour market. Cenevre: ILO.

“UNHCR continues to support refugees in Jordan throughout 2019”,  https://www.unhcr.org/jo/12449-unhcr-continues-to-support-refugees-in-jordan-throughout-2019.html (erişim tarihi: 8 Nisan 2020).

Van Hear, N. (1995). “The impact of the involuntary mass ‘return’to Jordan in the wake of the Gulf crisis”, International Migration Review, 29(2), s. 352-374.

Zahran, M. (2012). “Jordan Is Palestinian”, Middle East Quarterly.

Zimmermann, A., Dörschner, J., & Machts, F. (ed.) (2011). The 1951 Convention relating to the status of refugees and its 1967 protocol: A commentary, Oxford University Press.


[1] Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre Türkiye’de 4 milyonun üzerinde mülteci barınmaktadır (GIGM, 2020).

[2] 1951 Cenevre Sözleşmesi, kısaca BM’nin mültecilerin statüsünü, sığınma hakkı almış bireylerin haklarını ve sığınma hakkı veren ülkelerin sorumluluklarını düzenleyen uluslararası bir antlaşmadır (Zimmermann, Dörschner, ve Machts, 2011).

[3] Ancak bu çalışmanın bütününde Suriyeliler mülteci kavramı ile eşanlamlı olarak ifade edilmiştir.

[4] Türkiye’deki Suriyeliler de yasal olarak çalışma iznine 2016 yılında hak kazanmıştır.