1946, cumhuriyet tarihinde ilk defa CHP dışında bir partinin (Demokrat Parti) seçimlere girmesinin önünün açıldığı sene oldu. Ancak bu ilkin başlangıcı bile daha sonraki seçimlerin nasıl bir politik atmosferde yapılacağına dair güçlü işaretler barındırıyordu bünyesinde. Mesela,1946 seçimleri aslında Temmuz 1947'de yapılacaktı. Ancak 7 Ocak 1946’da resmen kurulmuş olan partinin seçimlere hazırlıksız yakalanması için “Milli Şef” seçimleri öne alarak DP’yi hazırlıksız yakalamayı düşünüyordu. Kısmen öyle de oldu. Temmuz 1946’da yapılan genel seçimlerde DP sadece 62 sandalye kazandı, bunun karşısında CHP 465 sandalyeye sahip oldu. Dikkatten kaçmaması gereken bir başka husus da şu: DP çok ciddi bir başarı elde edememişti seçimlerden ancak, bunun tek sorumlusu DP değildi. Hatta esas mesele yurt genelinde yapılan seçimlerin kelimenin tam anlamıyla rezalet düzeyinde usulsüzlüklerle tamamlanmış olmasıydı. Oy kullanmada gizlilik esası yoktu, sonuçlar ilan edilir edilmez oy pusulaları yakılarak yok ediliyordu ve tabii en önemlisi yerelde ve tüm merkezlerde tüm seçim görevlileri organik CHP’lilerden oluşuyordu.
Yazıya bu kısa tarihsel anımsatmayla başlamamın sebebi şu: Demokrat Parti 1946 seçimlerinde gerçekten de olağanüstü haksızlıklarla karşılaşmıştı ve kurucu parti olan CHP’nin, tepeden inme halkçılık ve köylücülük söylemlerini bir tarafa bırakacak olursak, Anadolu’nun yani o dönem itibariyle neredeyse ülkenin yüzde seksenini oluşturan kırsal kesimle bir türlü kuramadığı bağı DP pratik anlamda kuruyordu. Tam da bu sebepten ötürü 1950’lere geldiğimizde DP kesin ve ezici zaferini ilan ediyordu, kurucu CHP zihniyeti karşısında. DP, dışlanmış ve hiçbir zaman cumhuriyetin üzerine inşa edildiği Batılı değerler karşısında kendi kimlik ve inançlarıyla kabul edilmemiş Anadolu insanın sesi olduğu için halkı yanına çekmişti. Ancak 1950’ler boyunca DP’nin kazanmış olduğu ezici seçim zaferleri, DP’nin yasakçı, baskıcı, dışlayıcı ve toptan zora dayalı cumhuriyetin egemen aklıyla hesaplaştığı anlamına gelmiyor, aksine CHP’nin tekelinde bulundurduğu zor ve baskı aygıtları DP tarafından daha muhafazakâr ve kesinlikle siyasi olmayan bir liberal retorikle el değiştirerek varlığını koruyordu.
Ardılları ile bugüne kadar Türkiye siyasal yaşamı içinde varlığını sürdürerek gene ve bugünkü iktidarın da sıklıkla anmaktan geri durmadığı Demokrat Parti, hiçbir zaman Kemalizm’le hesaplaşma yoluna gitmedi. Kemalizm’mi kendi siyasal retoriğine uygulayarak, onun Batılı ve elitist ruhunu taşraya taşıdı. Bu anlamda Kemalizm’in toplumsal hayatta baş aşağı duran görüntüsünü DP ayakları üzerine oturtmuştur belki de.
İçinde bulunduğumuz çalkantılı siyasal atmosfere gelene kadar geçen zaman diliminde de Kemalizm’in aslında toplumsal işleyişini CHP’nin pek yönetme şansı yakalayamadığı bu ülkede muhafazakâr-merkez sağ partileri üstlendi. Muhafazakâr siyasi hareketlerin Kemalizm’in bazı sembolik değerlerine saldırmaları Kemalizm’le hesaplaştıkları anlamına gelmiyor kesinlikle. Bugün memlekete hükümet eden ve Ak Parti ve lideri Erdoğan gerek teori ve pratikleriyle birçok uygulamasında Demokrat Partiyi hatırlatıyor. İktidara geldiği günden itibaren cumhuriyetin kuruculuğunu ve bekçiliğini üstlenen asker ve onun vesayetine karşı savaş açtığını vaaz eden Ak Parti Kemalizm’in ana harcı olan askeri vesayete savaş mı açtı yoksa askeri vesayetinin yönünü kendi lehine mi çevirdi? Açıkça görünen şu ki askeri vesayet ortadan kaldırılmadı, sadece hegemonik güçler arasında bir el değiştirme yaşadı.
1950’den 1958 seçimlerine kadar DP oy oranını sürekli olarak arttırdı.1958 seçimlerinde DP yüzde 58 gibi bir oy oranıyla mecliste temsiliyet buluyordu. Ancak DP’nin artan oy oranına paralel olarak anti-demokratik uygulamalar, baskılar, yasaklar, sansürler hızla artıyordu. Tıpkı AK Parti’nin sıklıkla arkasına aldığı “milli irade” söylemi DP’nin başat siyasal söylemlerinden biri haline gelmişti. DP “milli irade”nin (ki söylemden esas kasıt oyların çoğunluğunu almalarıydı) desteğini alarak atacakları her adımı meşrulaştırma yoluna gidiyordu. DP 1950 seçim zaferinden sonra periyodik olarak siyasal baskı ve tahakkümü arttırdı. Örnekse,1954 yılında Malatya’dan CHP’ye çıkabilecek oyların önüne geçebilmek adına,Malatya’nın bir bölümünden Adıyaman diye bir şehir çıkardı.Bugün AKP’nin Büyükşehir Yasasıyla muhalefete gidecek oyları denetlemek adına yaptıklarıyla benzeşen bir durum.Basın üzerinde ciddi bir sansür uygulamaya konuldu. DP‘nin aleyhindeki herhangi bir neşriyat hızla yasaklanıyor ya da ciddi yaptırımlarla karşılaşıyordu. Basın üstündeki bu baskıları protesto amaçlı 1959 yılında gazeteler beyaz sütunla çıkacaktı. AK Parti’nin bugün basın üstündeki denetimi ve baskısını uzun uzun yazmayacağım, tutuklu gazeteciler cenneti olmamız ve “Alo Fatih” gazeteciliği sanırım yeterli örnekler olacaktır. DP toplantı ve gösteri yürüyüşleri üzerinde muazzam bir baskı kurarak, seçim dönemi dışında kalan tüm toplantı ve gösteri yürüyüşlerini iptal ediyordu. Bugün AK Parti iktidarı döneminde toplantı ve gösteri yürüyüşleriyle ilgili iktidarın tutumunu anlamak için Haziran ayından bugüne sokağa çıkan her topluluktan bir yurttaşın polis tarafından öldürülmesi ya da bir biçimde sakat bırakılması bir veri olarak yeterli olacak kanımca. DP Kıbrıs’ı ilk defa “milli mesele” haline getirerek ve ardından Selanik’teki Mustafa Kemal’in evinin MİT’e çalışan biri tarafından bombalatarak 6-7 Eylül gibi bir utancın, pek de pak olmayan tarih sayfalarımıza yazılmasına öncülük ediyordu. AK Parti iktidarının “milli mesele” haline getirdiği konular elbet Kıbrıs’la sınırlı değil, partinin kendi varlığı bile “milli mesele” olarak tanımlanıyor parti lideri Erdoğan tarafından. Ayrıca mahalli seçimlerden birkaç gün önce Suriye sınırları içindeki Türkiye toprağı olan Süleyman Şah Türbesi’nin “milli mesele” haline getirilmesini ve gerekirse bunun için savaşın dahi göze alınabileceğini kayıtları sızdırılan Dışişleri toplantısından öğrendik.
Sonlarının kesinlikle benzememesini en içten dileklerimle ifade ettikten sonra DP iktidarı ile AK Parti’nin Erdoğan’la kişiselleşen iktidarının geçirdikleri evrimleşme süreçleri olağanüstü benzerlik gösteriyor. DP iktidarının sonlarına doğru baskıları iyice arttırarak, meclis kürsüsü dışında muhalefet etmeyi neredeyse yasaklar hale gelmişti. Hatta meclis içinde oluşturulan tahkikat komisyonları muhalefetin ve basının tüm faaliyetlerini denetim altına almayı amaçlıyordu.
AK Parti’nin henüz mecliste tahkikat komisyonları kurduğu söylenemez, 30 Mart mahalli idareleri seçiminden zaferle çıktığını düşünen iktidarın lideri Erdoğan’ın seçim sonrası yaptığı (siyasi literatürümüze ABD’den giren) balkon konuşması, iktidarın tahkikat komisyonlarını aratmayacak şekilde memleket genelinde muhalefet avına çıkacağını şeffaf bir biçimde gösteriyor. AK Parti iktidarı da tıpkı DP gibi, Türkiye siyasal hayatına dâhil olduğu 2002 seçimlerinden beri oy yüzdesini sürekli olarak arttırarak 30 Mart seçimlerine girdi. Ancak 30 Mart mahalli seçimleri iktidar için farklı bir anlam taşıyordu.İktidarda on yılını geride bırakan AK Parti,tıpkı DP’nin yaptığı gibi aşamalı bir biçimde baskıcı bir politik iklime doğru yol alırken 2013 Haziran Ayaklanması patlak vermişti.Ayaklanmayı “milli iradeye saygısızlık ve darbe girişimi” olarak niteleyen AK Parti hükümeti,modern zamanların darbesinin ayaklanma yoluyla zuhur edeceğini düşünerek,temel özgürlük talepleriyle sokaklara çıkan milyonlarca insanın üzerine devlet aklının en nobran biçimiyle saldırdı.Haziran Ayaklanması’ndan taviz vermemiş olarak çıkmış bir iktidar görüntüsü vermiş olmalarına karşın,ayaklanmanın sembolü olan Gezi Parkı’na dair planlardan vazgeçmeleri-geçmek zorunda kalmaları iktidarı bir adım geri atmak zorunda bıraktı.Haziran Ayaklanması’nın etkilerinin henüz canlılığını koruduğu bir siyasal iklimde mahalli seçimlerin yaklaşması, Haziran’ın seçimlere nasıl yansıyacağı üzerine politik öngörülere iterken iktidar ve muhalefetleri,AK Parti’nin “hizmet” retoriği üzerine kurulu iktidarlarını zorlayacak bir gelişme yaşandı.Yolsuzluk skandalı!!. Yüz milyarlarla ifade edilen yolsuzluk kayıtlarının medya mecralarında dolaştığı, yolsuzluk iddiaları ile ilgili işlem yapan yargı ve emniyet mensuplarının sürgün ya da görevden azledildikleri ve yolsuzluğa karşı demokratik haklarını kullanmak isteyen yurttaşların çok sert polis şiddetiyle geri tepilmeye çalışıldığı ve henüz Haziran ayaklanmasının hafızalarda çok taze bir yerde durduğu bir konjonktürde 30 Mart mahalli seçimleri yapıldı. AK Parti ve lideri Erdoğan, Haziran Ayaklanması ve yolsuzluk skandalının aynı odakların eseri olduğunu vaaz ederek ve yapılanların “milli iradenin” tecellisine saygı duymayan odakların farklı bir dür darbe girişimi olarak nitelendirdi. Dolayısıyla 30 Mart bir mahalli seçim değil, iktidarın darbe teşebbüsçülerine karşısında kendi seçmenin ona vereceği bir güvenoyu olacaktı.
30 Mart seçimlerinin sonuçlarının Erdoğan ve iktidarına “darbe teşebbüslerini” boşa çıkaracak oranda bir güvenoyu verip vermediği tartışmalı. Zira aradan günler geçmesine karşın seçim sonuçları, seçimlere de yansıyan oy hırsızlıkları yüzünden henüz neticelenmedi. Ancak Erdoğan ve iktidarının nezdinde AK Parti seçmeni, liderini ve partisini akladı ve güvenoyu verdi. Erdoğan’ın balkon konuşmasından çıkarabildiğimiz kadarıyla, AK Parti seçmeninden alınan bu güvenoyu Erdoğan’ı isim dahi vererek toplumun yarısını karşısına almaya yetti.
Yazının başından itibaren DP iktidarı dönemi ve AK Parti iktidarı arasında kurmaya çalıştığım analojinin bizi getirdiği nokta, her iki iktidar döneminin de sonlarının yaklaştığını anlamaları halinde sertlik politikasına daha fazla sarılmalarıdır.
Ancak hemen belirtmekte fayda var ki, makalenin başından beri DP iktidarı ile AK Parti iktidarı arasında kurulmaya çalışılan analoji, bu iki iktidarın farklı dönemlerde benzer siyasal argüman ve pratiklerle iktidarlarını inşa etmeleri anlamındadır. Aksi takdirde iki iktidar arasında yaklaşık yarım yüzyıllık bir zaman diliminin bulunması ve DP iktidarı dönemini değerlendirirken üzerinde durulması gereken ve bugün Türkiye ve dünya siyasal konjonktüründe yeri olmayan bazı dinamiklerin olduğunu (iki kutuplu dünya, Komünizm tehdidi vs) hatırlamakta fayda var. Bu önemli ayrıntıyı aktardıktan sonra, DP’nin bundan yaklaşık olarak yarım yüz yıl önce siyasal hayatını sürdürebilmek için koyulduğu yol olan sürekli artan sertlik politikası beraberinde tasfiye ettiğini düşündüğü askeri darbe ihtimalinin yeniden canlanmasını getirdi. Son tahlilde Türkiye siyasal hayatının uzunca bir dönem parçası olacak olan askeri darbelerin ilki olan 27 Mayıs gerçekleşti.
Şüphesiz her ne kadar bazı çevreler 27 Mayıs’ta DP iktidarına karşı yapılan askeri darbeye, darbe demekten imtina edip “27 Mayıs Müdahalesi” gibi ifadelerle askeri darbenin meşruiyet zeminini yaratmaya çalışsalar da, 27 Mayıs’ta DP iktidarına karşı girişilen eylem bir askeri darbeydi. 27 Mayıs’ın yarattığı görece özgürlük alanı onu askeri darbe olma gerçekliğinden uzaklaştırmaz. Bugün AK Parti iktidarı için benzer bir askeri müdahalenin olma ihtimali oldukça düşüktür, zaten hiçbir şartta olmamasını da temenni ediyoruz. Ancak Türkiye siyasal hayatında baskıcı rejimlerin, başka tür bir baskı yönetimi ve dahi daha kötüsü, olan askeri darbelerle devre dışı bırakılması geleneğinin Haziran Ayaklanması’yla ortadan kalktığı kanaatindeyim. Tam da bundan kaynaklı olarak askeri darbe ihtimalinin neredeyse ortadan kalktığı Türkiye siyasal ikliminde iktidarın esas korkması ve dikkate alması gereken Haziran’da milyonlar olarak sokağa çıkan ve hala Tüm Türkiye’de hayalet olarak dolaşan halk kitleleridir.