Çöl Kimseyi Sevmiyordu

Sami Özbil, İletişim Yayınları’ndan çıkan Çöl Kimseyi Sevmiyordu isimli romanı ile sessiz sedasız bir ilki hem de çok önemli bir ilki, mükemmel bir yetkinlikle yazmış. Roman, sadece Türkiye’de değil, dünyada da bilebildiğim kadarıyla bir ilk; epeyce taradım ama benzerini bulamadım. Yine de yanılma payını bırakmak gerekir.

Çöl uzamında İslâmiyetin ilk yılları ve İslâm peygamberinin ölümü, halife Osman zamanına kadar olan dönem, o zamanların İslâm tarihinde de geçen isimleri, sahabe arasındaki ilişkiler, yaşantıları, roman kahramanı Nevres merkezli anlatılıyor. Detay atlanmadan, romanın bütününe sinmiş çöl imgesi ve vuku bulmuş önemli tarihsel olayları, Nevres’in tutkulu çocukluk aşkının peşinde geçen yılları ve o aşk uğruna düştüğü yollarda yaşadıkları, etkileyici mekan tasvirleri, iç dünyalara erişme ustalığı ile Çöl Kimseyi Sevmiyordu, bütün dünyanın dikkatinin İslâm ve Müslümanlar üzerinde yoğunlaştığı bugünlerde, gündemi de edebiyat alanından yakalıyor. Ebuzer ise ikincil kahraman olsa da hem romanda hem de İslâm tarihinde önümüzdeki yıllarda, altın çağ düşleriyle oyalananların mübalağalı güzellemelerini yerle yeksan edecek ve asla görmezden gelinemeyecek değerli bir şahsiyet. Sadece gündeme de uygun düştüğü için değil, aksine, gündem konusu olarak İslâm ve kültürü, tavsayıp zamanla alt sıralara düşse dahi Sami Özbil’in romanı kalıcılığıyla da ayrıca değer taşıyor.

Belirtmek gerekir ki çöl, romanda sadece coğrafi bir mekânın fon olarak yer alması gibi edilgen bir öğe değil. Tarihte bir dönemde yaşanmış olayları anlatmakla birlikte, tarihsel bir roman kategorisine de girmez, Çöl Kimseyi Sevmiyordu. Çünkü romanda çöl anlatılıyor. Muhayyilede oluşturduğu sonsuzluk imgesiyle, egzotizmiyle, insan düşünce ve hayal dünyasında yarattığı korku, iktidar arzusunun riayet etmeye mecbur bıraktığı mutlak kuralları; deve sütü, hurma şarabı, deve eti gibi münhasır gastronomisi; kadim kültürü ile çöl, asli tema. Zaten romanın ilk sayfalarından itibaren, çöle misafir oluyor okur. Akabinde de roman bitene kadar, kendisi de yaşamaya başlıyor ve çölün yurttaşı oluyor sanki. Kitap; arasına ayracını koyup, bir mola verildiğinde, Farid El Atraş’ tan Ya Habaibi Ya Ghaiben, Wadih El Safi’den Al Laylou A Layla cd’sini dinleyip, çöl işi helli kahveden bir yudum alınca bile, etrafına yabancılık hissettirip, hemen mekânıma döneyim, çölüm beni bekliyor, dedirtiyor. Üç beş palmiye türü ağaç, bir avuç yeşillik ve küçücük bir su birikintisini bile kutsal bir lütuf mertebesine getirmiş olmasına, hayatı zorlaştıran yoksunluklarına rağmen terk-i diyar edilememesi, lanet olsun mecbur muyum bu kum dünyasında yaşamaya, denilerek daha medeni (!), daha iyi yaşam imkânları veren yerlere, daha doğrusu çölün dışına çıkılamaması, sakinlerinin sadakatle bağımlılığı, çölün büyülü cazibesini düşünmeye sevk ediyor insanı.

ÇÖL VE ŞİİR
Çöl kültüründe, şiirin bu kadar önemsenmesi, değer verilen, iyi okuyan ve iyi şiir yazanların, hayatlarını idame ettirmesini sağlayacak bir gelir getirecek boyutta takdir ediliyor olması, itibarlı bir mevki sahibi kılması şairleri, neden Amazon ormanlarında ya da Amerika çöllerinde veya kuzey kutbunda değil de Arabistan çöllerinde şiir… Mabaref (bilemiyorum ).

Yazar, ancak işin erbabının kotarabileceği bir hassasiyetle, sarmaşık gibi örmüş bu ince mevzuyu. 1997 yılında İletişim Yayınları’nın yayımladığı, çıkar çıkmaz okuduğum, Arap Halkları Tarihi adlı mükemmel eserde, İslâm öncesi kültürde şiirin yeri ve önemi örneklerle ve etraflıca anlatılmıştı. Kitapta verilen çöldeki şiir örneklerinden birinin şu ilk dizesini hiç unutmadım: “Kalk ve konuş.”

Çöl Kimseyi Sevmiyordu, şiir örneklerini kullanmamış ama çölün gündelik hayatında tuttuğu yeri başarıyla anlatmış.

Hurma ağaçları, kum tepeleri arasından geçmekte olan deve kervanları, kervanların başındaki insanların kıyafetleri, kumun sarı renginin ufuktaki batan güneşin kızıllığıyla buluşmasının duyumsattığı dinginlik biliyoruz ki güzel bir imge ama asla masum değil. Yine de modernitenin her alanda sorgulandığı bu yüzyılda o çekim gücünü alıyor olması, tıpkı romanın adı gibi kimseyi sevmediği halde, keşfedilmesi çok garip değil mi?

Sami Özbil, çölü öyle bir şekilde işliyor ki, metafizik sosa bulandırmaya gerek duymadan, mistisizmin pelteleştirici sinsiliğinin gayet farkında bir zihin açıklığıyla havsalayı imgeler bahçesine çevirebiliyor. Romanda ilerledikçe nice soru hafızada küçük ama etkileyici aleviyle yanan mumlar gibi gaiplere daldırıyor insanı.

Çöl ile tanışmam çölü somut olarak hiç görmediğim halde tamamen kültürel bir olaydır. 1960’larda, Türkçe televizyon yayınları birkaç şehirle sınırlı idi. Hatay’da az sayıda ailenin evinde bulunan televizyonlar, yurtdışından bin bir zahmet ve formalitelerle getirtilebiliyordu; bir tanesi de bizim evde idi. Uzun bir demir boruya, üç anten alıcı olarak takıldı. Birinin yönü Kıbrıs, birinin yönü Suriye, diğerininki ise Mısır televizyon yayınlarını çekecek şekilde monte edilmişti. Suriye televizyon programlarında da çöl, dizilerde, filmlerde, İsrail ile savaş görüntülerinde yer alıyordu ama asıl çöl imgesini oluşturan, o yıllarda dünya sinemasında hatırı sayılır bir yeri olan Mısır sinemasının hüzünlü aşk, ayrılık ve özlem şarkılarının söylendiği standartlara göre çok uzun süreli filmlerindeki çölün kendine has ve ne şehir ne de köy yaşamına uymayan bir özgül yaşam biçimi olarak gerçekçi bir anlayışla yansıtılması sayesinde oldu. Deve kervanları, hurma ağaçları, çöldeki seraplar, çöl insanının giysileri, içerdiği ölümcül tuzaklar; savaşlar, aşklar, çölün egzotizminin muhayyilede ilk sırada yer alan imgeleridir. Kaybedilmiş olanın arandığı mekândır aynı zamanda.

Türkiye’de “Çağrı” filmi, çöl ve İslâmiyet hakkında insanların zihinlerinde uzun ve etkileyici bir iz bırakmıştı. Aynı şekilde Anthony Quinn’in canlandırdığı, Mussolini faşizminin işgal ettiği Libya’daki halk direnişini anlatan “Ömer Muhtar – Çöl Aslanı” filmi, Kur’an hocası Ömer Muhtar’ın liderliğindeki Müslüman Libya halkının faşist işgalcilere karşı, Libya çöllerinde verilen gerilla savaşıyla tesir gücü yüksek ve kalıcı olmuştu.

Bernardo Bertolucci’nin “Çölde Çay” filmi, Sahra Çölü’ndeki Amerikalı bir karı-kocanın değişik heyecan arayışlarında yaşadıklarını konu etmişti. Kaliteli bir filmdi ve çöl bir başka boyutuyla yine imgelemimizde yer almıştı.

The Doors adlı Amerikalı rock grubunun biyografik sinema filmi, grubun ve karizmatik solisti, aynı zamanda şair Jim Morrison’ın da hayranı olan Oliver Stone’un ustalığıyla çekilmiş sahnelerden biri çöl ve bilinç ilişkisini zihinlere nakşetmişti. Jim Morrison, grup arkadaşlarını toplayıp Kaliforniya çölüne götürür. Birazda zorlayarak uyuşturucu aldırır arkadaşlarına ve çölde trip deneyi yaşarlar. Kendi iç dünyasına dönen müzisyenler çocukluklarına geri döner, o an sekansta çocukluğundaki baba korkusu yaşayan Robby Krieger’in, yılan fobisi olan Jim Morrison’un çocukluğunda gördüğü otomobilin ezdiği Kızılderili’nin kanlar içindeki cesedini görme anında yaşadığı travmanın o an nüksetmesi, çöl fonunda içler acısı bir sekanstı.

İlk ağızda sayılabilen bu filmler, çölle tanışıklığımızı sağlamada, vukufiyetimize görsel estetik katkılar da yaptı sinema sanatıyla.

Edebiyatta ise; Dino Buzzati’nin gerçeküstücü ögeler kullandığı Tatar Çölü adlı romanının, İletişim Yayınları’ndan çıkmasıyla roman ve çöl daha çok bir metafor olarak işlenmiş olsa da bir kalenin burçlarından izlediğimiz ürkütücü ve vahşi cazibesiyle anlatılan geniş bir alan haliyle muhayyilemizde yer etti, çöl. Romanda, kaledeki askerlerin, hep ürperti duyuyor olmaları, okuru da girdabına çekiyordu.

Türkçe bazı romanlarda yine eğretileme şeklinde birkaç cümlede geçtiği de oldu: “Burası ayrıca pekala çölün soğuk bir ikizi, soğuk bir çöl, buzdan bir çöl olabilir’’ (Ayhan Geçgin, Son Adım, Metis, s. 208). “İki eliyle benimkini sıkıca sıktı, gülerek ‘Çöl ha!’ dedi… Verandadaki sehpada benim kaleme aldığım, ‘Varlığın Yokluğu Olarak Çöl’ adlı yazının yayımlandığı dergi ve Mister Fa’nın yazısının kopyası var’’ (Ömer Faruk, Yarabıçak, İthaki Yayınları, s. 142).

Ama bir romanda Türkiye’de ilk kez çok yönlü ve gerçekçi bir anlatımla sürpriz bir şekilde karşımıza çıktı çöl. Hem de tüm özellikleriyle. Romanın ilk sayfasından çöle girdik, roman bitti ama çıkmak pek kolay olmadı. Yukarıda değindiğim çöl olgusuna hep bir izleyici ya da okur olarak dışarıdan bakan bir göz vaziyetinde idik. Yani edilgendi okur çünkü dikkatler, yazarların da tercihleri o yönde olduğu için, olay ve kahramanlara odaklanmak durumunda kalıyordu. Çöl Kimseyi Sevmiyordu bizi içine çekip aldı, vukufiyet peşindeydin, al işte ben buyum, dedi âdeta. Bir yanda kımıltısız gibi duran o sarı sonsuz uzamda, zamanın ağı ağır geçtiği, hayatın yavaş cereyan ettiği yargısının tam tersine sürekli bir heyecan ve hareketlilik, çöl hakkındaki önyargıyı da yıkıp geçiyor.

ROMANDA ÇÖL VE İSLÂMİYET
Artık ne sosyalistler bilmezmiş gibi ne de İslâmcılar olmamış gibi davranabilirler.

Çünkü sosyalist sol, İslâm tarihine ilgi gösterdi. Çok zaman oldu; ilkin Murat Belge, İtalyan Komünist Partisi Genel Sekreteri Enrico Berlinguer (1922-1984) tarafından ortaya atılan “Tarihsel Uzlaşma” kavramını ve kavram eksenindeki tartışmaları Türkiye düşünce dünyasına aktardı. Hıristiyan/Katolik İtalya toplumunda, çoğunluğun bu dinsel inancı ve kültüründeki tarihsel önemi, ağırlığı dikkate alınarak, bir arada yaşama ve demokrasi tartışmalarının Türkiye toplumundaki İslâm ve çoğunluk inancı gerçekliğinin “din afyondur” metaforu ile değerlendirilmesinin sorunlu ve yetersiz kaldığına işaret ederek tartışılmasını önerdi.

1980’lerin başında yayımlanmaya başlayan siyasi kitle haber dergisi Yeni Gündem, sayfalarını Müslüman yazarlara da açtı, İslâmcı aydınlarla diyalog başladı. Çünkü oradan da benzer eğilimlerde olan yazarlar, aydınlar vardı. Zaman, Yeni Şafak gibi gazetelerin kültür sayfalarında artık Oğuz Atay kritikleri okur olduk. Şimdiki Milli Eğitim Bakanı, o zamanların demokrat İslâmcı aydını Nabi Avcı’ın, Oğuz Atay okuru olduğunu öğrendik. Kült ikonumuz Sadık Özben bile o cenahın medyasına mülakat vermişti. Hatta öyle bir gelişme yaşandı ki Enis Batur, “Artık Müslümanlarla aramızda gündem farkı kalmadı,” diyebildi.

İlerleyen zamanlarda Birikim dergisinin, İslâmiyeti ideoloji-din-felsefe düzeylerinde seviyeli tartışan yazılara dosya açarak, içinde doğup yaşadığımız Müslüman–laik bir toplumda, İslâm düşüncesi, tarihi ve kültürü hakkındaki bilgisizliğimizi fark etmemizi sağladı. Bu eksikliğin giderilme çabalarını teşvik etmiş oldu. Ortodoks kanattan ve laik Kemalist cenahtan, “Birikimciler yakında camiye de giderler artık” gibi müstesna tenkitler hemen geldi. 1991 yılında üçüncüsü olduğum üç kişilik özel bir sohbette, bugünlerde televizyon programlarına da çıkan bir akademisyenin, Murat Belge’nin Müslüman olmaktan direkten döndüğü kanaatini gözlerim fal taşı gibi açılarak dinlediğimi hatırlıyorum. Demokrasi anlayışının seviyesini de imleyen yığınla ideolojik bariyere rağmen, sosyalist solun en azından bir kısmının İslâmiyete bu öğrenme babındaki ilgisi, meyvelerini vermeye başladı. Marksist perspektif, analitik ve eleştirel okumalarla sorular sormaya başladı. İslâmcıların açılmasından hiç hoşlanmadıkları bir yığın olayı, olguyu, çelişkiyi bilince çıkardı. İslâm içinde farklı görüşlere de aynı ilgi ve öğrenme arzusu ile yaklaşıldı. Ali Şeriati gibi parlak bir Müslüman aydın hemen keşfedildi. İslâm tarihi, dikkatle ve sabırla okundu, irdelendi. Kur’an defalarca okundu. Müslüman aydınlarla, İslâmı tartışabilecek bilgi seviyesine ulaşıldı. Siyasi iktidarın desteği ve erk ile yakın ilişkiler, reel politik kaygılar, yirmi yılda kurulmuş olan diyalogların kesintiye uğraması giderek İslâm adına konuşanların kendi içlerine dönüşü tercih etmelerine yol açtı. Artık o demokrat kimlikle yapılan seviyeli tartışmalar kesildi, o reel politik uygulamalar, tutum ve yaklaşımlar, savunulamayacak cürümler mırın kırınlarla geçiştirilmeye başlandı. Ve film koptu. Ama sosyalist solun İslâmı tanıma, öğrenme eşiği geçilmişti. Artık Müslüman aydınların karşısında, İslâmı en az kendiler kadar iyi bilen bir sol aydın kesim söz söyleme, düşünce üretme potansiyeline ulaşmıştı. Yani meydan artık boş değildi.

Sami Özbil, şu an MLKP (Marksist Leninist Komünist Parti) üyeliğinden cezaevinde ve tahmin edileceği üzere özel muamele gösterilen bir politik tutuklu. Ciddi sağlık sorunları var; kansere dönüşme riski yüksek olan korsakoff hastalığına yakalanmış durumda. Cezaevinde çalışma imkânsızlıklarına rağmen romanında, İslâm tarihine, hâlâ anılan/tartışılan olaylara, çöl hayatına, döneme ve dönemin kültürünün bilgisine vakıf olduğu hemen anlaşılıyor. Herhangi bir ideolojik kaygı taşımaksızın, perdeleme, görmezden gelme ya da abartma gibi bir tutum içine girmeden, akıcı bir üslupla ve dürüstçe anlatımıyla takdiri hak ediyor. İslâmiyetin ve Müslümanların azınlıkta ve Kureyş’in baskı ve işkenceli muamelelerine maruz kaldıkları zamanla, çoğunluğa, dolayısıyla da yöneten, denetleyen erk konumuna geldikten sonraki yaşananlar, romanda gerçeklere uygun olarak anlatılmış. Ama öyle kaba saba bir yergi veya sık gördüğümüz gibi yüceltme, mesaj verme yanlışına düşülmemiş. Edebiyat, mesaj uğruna heba edilmemiş.

Her inancın, ideolojinin bir altın çağ icadı veya keşfi oluyor. İslâmiyette de sahabe dönemi o altın çağdır. Hilafetin Emeviler’in eline geçmesiyle İslâmın özünden uzaklaşmasının başladığı, Ebu Süfyan, karısı Hind, Amr gibi simaların Müslümanlığa geçmeleri ve iktidarı almaları ile de bu uzaklaşmayla kök salan bozulmanın bugünlere kadar geldiği, bir görüş olarak kabul görmekte. Tarih, “öyle olmasaydı böyle olmazdı” açıklamasına çok icabet etmez. Vaktiyle Çaru Mazumdar, Kızıl Kmerler, Stalin Marksist sola benzer sıkıntıları yaşatmış, bu karabasanlardan çok çekmişti sosyalistler.

Bu uzun değini, Çöl Kimseyi Sevmiyordu romanının teması, bağlamı gereği zorunlu oldu.

Mevzu İslâmiyet olunca, akla hemen Salman Rüşdi gelebilir ama Sami Özbil’in romanının, Şeytan Ayetleri ile bir benzerliği söz konusu değildir. Çok farklılar. Salman Rüşdi, İslâmın pek konuşulmak istenmeyen bir mühim olayını romanlaştırınca, katli için İran mollasınca fetva çıkarılmıştı. Ama çıkıp hiç kimsenin, “Rüşdi’nin bu yazdıkları gerçekdışıdır,” dediğini ben hatırlamıyorum. Aksine o zamandan bu zamanlara, Şeytan Ayetleri artık sessizlikle geçiştirilse de gerçekleşmiş bir vaka olduğu zımnen kabul görmüş durumdadır. Zaten İslâm kaynaklarında da mevzu geçmektedir.

Roman, konusuyla, kahramanlarıyla, olayların tarihte cereyan edişinin aslına sadık kalarak ama ustaca anlatımıyla ve kurgusuyla ilk olma mertebesine ulaşıyor. İslâmiyetin çöldeki ilk zamanları. Ebu-Kasım’ın Mekke dönemi, Kureyş hükümranlığı, Medine; Kızıldeniz kıyıları ve dağlarındaki tuhaf gelebilecek yaşamlar, en geniş anlamda insanı, çevreden belli bir ölçüde ayıran ve içinde yaşam etkinliklerini ve eylemlerini sürdürmesine elverişli toprak, hava ve sudan oluşan çevre olarak çöl, sadece bir metafor değil romanda. Bir uzam olarak aynı zamanda savaşlarla, aşklarla, arkadaşlıklarla, siyasetle, semavi dinlerle, semavi dinler dışı inançlarla, intikam, ihanet, kadın, ebeveyn-evlat ilişkileriyle, kadim zamanlardan beri hayatın her yönüyle ve kendine mahsus bir tarzda yaşandığı uçsuz bucaksız hissini veren bir mekân.

Hızlanan kentsel yaşamın artık taşrayı da abluka altına aldığı bu zamanlarda, çöl gibi kımıltısız bir uçsuz bucaksızlığın İslâm tarihinde o döneme derinden girilmesi cesaret hatta cüretkârlık isteyen bir tercih olmalı. Sami Özbil’in romanı, on yıl sonra da elli yıl sonra da öneminden hiçbir şey kaybetmeyecek.

Bu ilk ile bir yol da açılmış oldu. Bakalım, Fekku Ragabe köle isyanının, 600 Yahudi’nin kafasının kesildiği Kureyza vakasının, peygamberi ve ona inananları eleştiren şiirleri yüzünden, Hz. Muhammed’in, “Bu adamı öldürecek kimse var mı?” diye sorması üzerine Mesleme Oğlu Muhammed’in şair Kab’ı kafasını keserek öldürüp kesik başını peygambere götürmesinin romanını kim yazacak?

Erich Fromm şöyle diyor: “Birey, ya sevgi ve üretici çaba sayesinde dünyayla bütünleşecek ya da kendisi dışındaki kuvvetlere kör bir şekilde bağlı kalmak suretiyle güvenlik arayacaktır ki bu da onun özgürlüğünü ve bireysel bütünlüğünü kaybetmesine sebep olacaktır.”

Çöl Kimseyi Sevmiyordu, Fromm’un uyarısının, insanın layık olmadığı halde gereğinden fazla uzun sürmüş geçerliliğinin şahikasına ulaştığı bugünlerde, herkesten yeteneğine göre kaosa son vermek için yapacağı kaliteli katkının önemini düşündürüyor aynı zamanda. Romanla, şiirle, müzikle, sinemayla, sanatın her dalıyla…

Sami Özbil, şu gerçekle de bizi çarpıştırdı: Türkiye’de roman, öykü, şiir altmış yıldan beri çok okuyan eleştirmenlerin tanıtım yazılarıyla, eleştirileriyle, tavsiyeleriyle okurların tercihlerinde belirleyici rol oynadı. Eleştirmenliği layıkıyla yapan o kuşak hayata veda ettikten sonra bu kurum işlerliğini yitirdi. Eleştirmenin işi, roman yazarına, şaire nasıl yazması gerektiği vaazını vermek değildir. Orhan Pamuk gibi Nobel Edebiyat Ödülü almış, dünyada romanlarının okur sayısı milyonlara ulaşmış bir romancıya romanını nasıl yazmaması gerektiğini, hakaretlerle yazan eleştirmenleri görünce, artık kendi başımızın çaresine bakmamız gerektiğini anladık. Bir de okumayan ama eleştirmenlik kimliği kendinden menkulmüş gibi üst perdeden konuşma alışkanlığından vazgeçmeyen medya demirbaşlarının, “roman, öykü artık içine kapandı, iyi şiir yazılmıyor…” vs. gibi sıkıcı hal alan fetvaları insanı okumaya yönlendireceğine, şevkini kırmaya hizmet ediyor. Ülke insanının okumadığı feveranı da aynı pes perdeden dillendirilebiliyor ironik bir şekilde. Halbuki çok iyi romanlar da yazılıyor, öyküler de. Ama okurla buluşma, okurun haberdar olması meselesinde giderilmesi gereken bir boşluk var. Çöl tutkum olmasa, Sami Özbil’in romanının adı Çöl Kimseyi Sevmiyordu değil de içinde Çöl sözcüğü geçmeyen bir isimle yayımlanmış olsa, ben de bu kaliteli romandan ve yetenekli genç bir yazardan haberdar olmayacaktım.