Göç İdaresi ve AFAD verilerine göre[1] Türkiye’de 3 milyona yakın Suriyeli sığınmacı var. Suriyeli mültecilerin 260 binden fazlası AFAD’ın 10 ilde kurduğu ve yönettiği 26 barınma merkezinde yaşıyor. Barınma merkezlerinde, yani kamplarda, 261 bin Suriye ve 8.200 Irak vatandaşı olmak üzere 269.200 mülteci kalıyor. Bu durumda, Türkiye’de yaşayan mültecilerin yaklaşık %10’u kamplarda, geri kalan %90’ı da, yani yaklaşık 2.700.000’i neredeyse tüm şehirlere dağılmış olarak yaşamaktalar.
Suriye’de yaşanan iç savaş ve çatışmalı süreç beş yılı geride bıraktı, bu süre boyunca yaklaşık 12 milyon Suriyeli evini terk etmek zorunda kaldı, 4,8 milyonu ise çevre ülkeler Türkiye, Lübnan, Ürdün, Irak ve Mısır’a sığındı. Avrupa ülkelerine sığınmış olan Suriyeli sayısı da 1 milyonu aşmış durumda.[2] Dünya, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük göç olgusuyla karşı karşıya kalmış durumda. Karşı karşıya kalınan sorun, geçerli göç politikalarının da yeniden sorgulanmasını beraberinde getirdi. Suriye krizi, başta Avrupa olmak üzere, tüm dünyada göçmen meselesinin yeniden tartışılmasına, göç mevzuatının gözden geçirilmesine sebep oldu. Türkiye gibi, neredeyse mülteci ve göçmen mevzuatının olmadığı ülkelerde her şey yeniden yazıldı. Batı açısından, sınırların belirsizleştiği AB ülkeleri sınır politikalarını yeniden gözden geçirir duruma geldi. Toplumlar açısından, göçmen ve mülteciyle birlikte yaşamanın nasıl olacağı tartışmaları gündelik konular içerisinde en ön sırayı almaya başladı. Bir yandan çatışmalı ortamın doğurduğu şiddet, güçlenen radikalizm ve bu radikallerin dünyayı nerdeyse savaş alanı haline dönüştürmesi. Diğer yandan yaşadıkları ülkelerden, yaşayamaz duruma gelen, canlarını ve geleceklerini kurtarmaya çalışan insanların akın akın, güvenli gördükleri ülkelere sığınmaları ve bunun için ölümü de göze alacak yollara başvurmaları, durumu karmaşıklaştırıp kaotik bir hale getirdi.
Bugünlerde, pek çok ülke ve yönetimleri olabildiğince göçmenleri kendi ülkelerinde uzak tutmanın yollarını ararken, uluslararası anlaşmalar yeniden gözden geçirilmeye ve yeni anlaşma metinleri oluşturulmaya başlandı. Batılı ülkeler bu sorun karşısında olabildiğince sınırları ve kapıları sıkı tutmaya çalıştı ama bunu yapmak için, yaklaşık 1 milyon Suriyelinin sınırlardan geçmesini de bekledi. Yapılan araştırmalar bu kişilerin çoğunlukla eğitimli ve meslek sahibi kişiler olduğunu ortaya koyuyor. Ürdün ve Lübnan dışındaki körfez ülkeleri ta ilk günden beri sınırlarını sıkı sıkıya kapalı tutu, ilk günden bu yana Suriye içerisinde kendi meşreplerine yakın olan isyancıları destekliyorlar. Türkiye, Suriye ve Lübnan’daki Suriyeli mültecilere çoğunlukla kendi siyasal düşüncelerine yakın sivil toplum örgütleri eliyle yardımda bulunuyorlar. Zengin körfez ülkelerinin ekonomileri uzun süredir “göçmen işçi emeğine” dayalı bir sömürü üzerine kurulu ve kurulan dengenin bozulmasının bu ülkeleri yöneten rejimlerin de sonunun getireceğini biliyorlar. Bu yüzden kapıları kapatıp Baas rejiminin olabildiğince çabuk yıkılması için Suriye içindeki muhalif, çoğunluğu İslâmcı örgütlere açıktan destek veriyorlar.
Göçün ana taşıyıcısı olan Türkiye’de ise durum gün geçtikçe, hem siyasi açıdan hem de mülteciler açısından zorlaşıyor. Türkiye hükümeti, iç savaşın başlamasından bu yana, Suriye politikasını iki ana ayak üzerinde kurdu. Savaşın ilk yıllarında, rejimin birkaç ayda devrileceği ve kendisine yakın düşüncede olan Müslüman Kardeşler gibi siyasal İslâmcıların iktidara geleceği üzerinden hesap yaptı. Aslında bu gerçekleşseydi, diğer ayak olan Kürt politikasını etkileyecek ve kontrol altında tutabilecekti. Çünkü ta ilk günden beri Suriye muhalefetine, gelecekte kurulacak Suriye’de Kürtlerin statü sahibi olmaması telkin ediyordu. Aslında hesap basitti, rejim gidecek, yeni gelen muktedirler, Kürtleri ve taleplerini bir şekilde, Baasçılar gibi, kontrol altında tutacaktı. Ama bunun olmayacağı 2014 yılında, yani ayaklanmanın ikinci yılında anlaşıldı. Çünkü Suriye, birden dünyadaki güçlerin kapışma alanına dönmüştü. Rusya, İran, Irak, gibi ülkeler Baasçıların arkasında durmuş, Amerika ve Avrupa ülkeleri ise güçlenen radikalleri mi Esat’ı mı tercih edecekleri konusunda tereddütlere kapıldılar. Rejimin devrilmesindense IŞİD, Nusra ve diğer radikal örgütlerin yok edilmesi için koalisyon kurdular. Her geçen gün, Türkiye’nin Suriye politikasının gerçekleşmesini imkânsız kılıyordu. Kürtlerin statü talepleri ve oluşacak yeni durumun, kadim Türk politikası ve devleti için bir beka sorununa dönüştü. İçeride Kürtlerle kurulan masanın ana dosyası her iki tarafça da artık “Rojava” ve geleceği olmuştu. Son bir yılda, Türkiye içinde yaşanan çatışma ve ölümlerin sebebi de, Kürtlerin Sur, Cizre, gibi tarih mirası ve hafızasının yok edilmesinin ardında da “Rojava”nın geleceği meselesi yatmaktaydı.
Türkiye, Avrupa’nın mülteci krizine gösterdiği reflekse bakarak, bu süreç boyunca, çok önemli bir araca sahip olduğunu da fark etti. Suriyeli mülteciler, Avrupa’ya karşı bir koz olarak kullanılabilirdi. Son zamanlarda bu kozun içerideki Kürt ve Alevi muhalefete karşıda etkili olabileceği düşünülmüş olmalı ki, Osmanlı’dan devralınan ve Cumhuriyet döneminde de sık sık baş vurulan “iskan” politikaları yeniden masanın üzerine çıkarılmaya başlanmış görülüyor. Mültecilerin gelecekte Kürt ve Alevi nüfusun yoğun olarak yaşadığı illerde “iskan” edileceği fısıltısı, toplumun bu kesimleri içerisinde hızla yayılıyor. Pazarcık ve Sivas’ta yaşananlar, böyle bir niyet olduğunu da doğruluyor. Mültecilerin yapılacak böyle bir davete icabet edip etmeyeceği ise henüz bilinmiyor. Evleri yıkılan, topraklarından koparılan insanların gelip başka insanların evlerini ve topraklarına el koyup yerleşmeleri kuşaklar sürecek bir çatışmayı da beraberinde getirecektir. Hele ki, bu iki toplum da aşırı politikleşmişse, bu sürecin yeni çatışmalara evrilebileceği şimdiden görülmelidir.
Yeniden mülteci meselesine dönersek. Türkiye için bu koz o kadar işlevseldi ki, bu koz elinden olduğu sürece, içeride ve dışarda ne yaparsa yapsın Batı'nın buna ses çıkarmayacağını düşünüyorlardı. Doğrusu Batı mülteci meselesindeki ikiyüzlülüğünü beş yıldır sürdürüyordu. Türkiye’yle bunu pazarlık unsuruna dönüştürmüştü.
Ve antlaşma imzalandı, Türkiye’nin mültecileri kendi ülkesinde tutma karşılığında, 3 milyar euro, AB üyeliği için birtakım fasılların açılması ve vize muafiyeti gibi vaatlerde bulunuldu. Taraflar şu günlerde, antlaşmanın vaatlerinin gerçekleştirilip geçekleştirilmediği üzerinde birbirlerini suçlamakla meşgul. Tüm bu yaşananlar, kimilerince sayısı 3,5 milyona yaklaşan Suriyeli mültecilerin de gözünün önünde oluyor. Hepimizde şöyle bir algı var: Sanki bu insanlar hiç yoklar, bizim onlara dair düşüncelerimizi, onlar üzerinden yaptığımız pazarlıkları duymuyorlar, izlemiyorlar, görmüyorlar…
Oysa nerdeyse 6 yıldır, bu insanlar bizimle birlikteler, yaşamaya çalışıyorlar. Belki statüleri yok, beş yıldır misafirler, bekleme odasına alınmış, “geçici” yaşam sürekli bir hal almış, hayata tutunmaya çalışıyorlar. Bu ülkenin sorunları onları da yoruyor, bu ülkenin bir ucunda, kadim Halep’le yaşıt Diyarbakır’ın yüreği Sur’un, Halep gibi yerle bir edildiğini görüyorlar. Suriye’nin, doğdukları kentlerin ve sokakların yıkılışına tanık oluyorlar. Geleceklerinin ellerinin arasından kayıp gittiğini görüyorlar. Türkiye’nin dört bir yanında ucuz işgücü olarak kullanıldıklarını en iyi onlar biliyorlar. Çocukların ve kadınların başına gelenleri televizyonlarda her gördüklerinde, başlarını öne eğip gözlerini toprağa dikiyorlar. Eğitim, sağlık, barınma, insan hakları alanında yaşadıkları sorunları, birbirlerine ve konuştukları herkese bir nefeste anlatıyorlar. “Bizi neden kimse dinlemiyor. Bizimle ilgili kararlar alındığında, neden bizim de fikrimiz sorulmuyor?” diyorlar. “Sorunlarımız birikiyor, gençlerimiz, öleceğini bile bile denizlere, tekin olmayan yollarla, Batı’ya gitmeye çalışıyor,” diyorlar. “Umudumuz tükeniyor. Çocuklarımız beş yıldır eğitim almıyor,” diyorlar. “Savaşın ve göçün travmasıyla başa çıkamıyoruz; çocuklar, kadınlar, erkekler, psikolojik sorunlar yaşıyoruz,” diyorlar. “Muhacir diyen Ensar da, göçmen, mülteci, Arap diyen de bizi sömürüyor. Doktorumuz, mühendisimiz, öğretmenimiz, kadınlarımız, çocuklarımız da biz de köle gibi çalıştırılıyoruz ama ancak karnımızı doyurabiliyoruz,” diyorlar.
Türkiye’de yaşayan Suriyeli mülteciler açısından, beş yılı aşkın süredir yaşanan sorunlar, geleceğe dair belirsizlik ve statüsüzlük hali, bu toplum içerisinde umutsuzluğu da büyütüyor. Temel sorunlar olan eğitim, ucuz işçilik, işsizlik gibi alanlarda acil önlemler almayı gerekli kılıyor.
İşgücü piyasasına yedek kaynak: “Göçmen emeği”
Kitlesel göçlerin yaşandığı ülkelerde “göçmen işçiler” yoğun olarak işgücü piyasasına girerler ve işverenler tarafından yerli işgücüne karşı yedek işgücü olarak devreye sokulurlar. Bugün Türkiye’de tekstil, inşaat, tarım sektörü gibi kayıtdışı alanlarda yerli emeğe karşılık, ucuz işgücü olarak göçmen işçiler tercih ediliyor. Kitlesel göç dönemlerinde çocuk işçiliğine rağbet de artmaya başlar. Son beş yıldır Suriyeli çocuklar Türkiye’nin de içinde bulunduğu Suriye ile komşu ülkelerin iş piyasasında taze işgücü olarak görülüyor.[3]
Eğitim ve Çocuk İşçiliği
Türkiye’nin de taraf olduğu çocuk işçiliğiyle ilgili, Birleşmiş Miletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO); “Asgari Yaş” ve “Çocuk İşçiliğin En Kötü Biçimlerinin Bitirilmesine Yönelik” şartlara göre 6-17 yaş arası kişiler çocuk sayılmaktadır. Türkiye İş Kanunu’nun 71. maddesine göre 15 yaşını doldurmamış çocukların çalıştırılması yasaklanmıştır.
Bu sözleşme, şart ve kanunlar gereğince 18 yaşının altında çalışanlara; çalışan çocuk ve bu yaştakilerin çalışma biçimine de çocuk işçiliği denilmektedir.[4] 18 yaşını doldurmamış çocuk ve gençlerin çalıştırılması sıkı koşullara bağlanmıştır. Çocuk işçiliği, insani gelişim açısından çok ciddi sorunlar doğurmaktadır. Çalışan çocukların, büyük ölçüde eğitim, sağlıklı bir çevreden ve temel özgürlüklerden mahrum kaldıkları, küçük yaşta çalışmanın fiziksel, sosyal, kültürel, duygusal gelişimlerine zarar verdiği görülmüştür. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, bugün dünyada her beş çocuktan biri çalıştırılmaktadır.
Bu süreçte çocuk işçiler ücretsiz işçi ya da ucuz işgücü olarak en çok sömürülen kesimi oluşturmaya devam etmektedir. Dünyada çocuk işçiliğine karşı mücadele için her yıl binlerce toplantı ve proje yapılsa da, gün geçtikçe, güvencesiz ve esnek çalışmanın emek piyasasını baskı altına aldığı çalışma yaşamının direncini yitirdiği görülmektedir. Özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkelerde, taraf olunan anlaşmaların istisnai bölümlerinin esnetilmesi ya da uygulanmaması, çalışma yaşıyla ilgili sınırlamaların aşağı çekilmesi, kayıtdışı alanların oldukça geniş olması sebebiyle, çocuk işçiliğinin son yıllarda artış gösterdiği gözlemlenmektedir.
Çocuk işçiliği, istihdama katılan ve ev içinde çalıştırılan çocuklar olarak iki kategoriye ayrılıyor. Çocuğun emeği karşılığında eğer ücret, kâr ve aile işletmelerinde ya da aile ile birlikte ailenin kazancı için satılıyorsa buna “istihdama katılma” deniyor. Bu alandaki çocuk işçiliği tarım, ormancılık, hayvancılık, sanayi, madencilik, imalat, inşaat, atık, toptan perakende ticaret, sokak satıcılığı ve taşıt onarımı gibi iş kollarında yoğunlaşmaktadır.
Ev içinde çalıştırılan çocuklar ise, hane üyeleri tarafından ücretsiz olarak yapılan yemek yapmak, temizlik, çocuk ve hasta bakımı gibi işleri kapsıyor.
Türkiye’de Çocuk İşçiliği Yaygınlaşıyor
Türkiye’de, istihdamdaki çocuk işçi sayısı dönemsel olarak farklılık gösteriyor. Örneğin, 1999-2006 yılları arasında istihdam edilen çocuk sayısı, 15-17 yaşa arası, 2 milyon 270 binden, 890 bin düzeyine düştü; 2006-2012 yılları arasında ise çocuk işçiliğinde azalma eğiliminin durduğu ve özellikle tarım kesimindeki artış ile birlikte çocuk işçi sayısının tekrar arttığı bir döneme girildi. 2015 yılında ise bu sayı 1 milyonu aştı ve artmaya devam ediyor.[5]
İstihdam içinde değerlendirilmeyen ev işlerinde çalışan çocukların sayısı 8 milyonu aşmış durumda. Bu sayının 15-17 yaş arası çocuklar için olduğu unutulmamalıdır. 15 yaşın altında çocukların çalıştırılması kesinlikle yasak olduğundan, bu konuda net sayısal veri bulunmamaktadır. Bu alanda yapılan çalışmalar 15 yaş altı çocuk işçiliğin öteden beri oldukça yaygın olduğunu göstermektedir. Türkiye’de kayıtdışı ekonomi çok yaygın olduğundan bu enformel alanda ucuz işgücü olarak çocuk ve kadın emeğinin yaygınlaştığı görülmektedir. Çocuk işçiliğinin en yoğun olduğu sektörlerden olan tarım sektörü ve buna bağlı mevsimlik gezici tarım isçiliğinde son yıllarda, Suriyeli mültecilerin katılımıyla, çocuk emeği yoğunluğu artmaktadır.
UNICEF’in 4 Nisan 2016 verilerine göre, Türkiye’deki kayıtlı Suriyeli mülteci sayısı 2.749.140, kamplarda kalan Suriyeli sayısı 270.380, kamp dışında yaşayan Suriyeli sayısı 2.478.760, Suriyeli çocuk sayısı (toplam Suriyeli nüfusun %54’ü) 1.490.033, okula kayıtlı Suriyeli çocuk sayısı 325.000. AFAD verilerine göre, haziran itibarıyla, 10 ilde ve 26 barınma merkezinde “yaklaşık 261 bin Suriyeli ve 8,2 bin Irak mülteci olmak üzere 269.200 mülteci” yaşamaktadır. Geçici Barınma Merkezlerinde (kamplarda) 83.443, devlet okullarında 75.600, Geçici Eğitim Merkezlerinde 175.000 çocuk olmak üzere Suriyeli öğrenci sayısı toplam 334.043’tür. Kamplarda okullaşma oranının yüksek olduğunu göz önüne alırsak, toplam Suriyeli mültecilerin % 31’ini okul yaşında olarak kabul edebiliriz, ki bu sayı yaklaşık olarak 850.000 çocuk olduğu anlamına geliyor. UNICEF’e göre bu çocukların yalınızca 325.000’i okula kayıt yaptı, ne kadarının okula devam ettiğini bilmiyoruz. Örneğin Başbakanlık Göç ve İnsani Yardımlardan Sorumlu Başmüşavirliği’nden Ercan Mutlu ise 22 Ocak 2016 itibarıyla 315 bin Suriyeli çocuğun karne aldığını, yaklaşık 200 okulun ikili eğitim ile Suriyelilerin kullanımına açıldığını belirterek, “2016 sonu itibarıyla 450 bin Suriyeli öğrencinin eğitim görmesini hedefliyoruz,” dedi.[6] Çocukların 15 bininin okula devam etmediği, gelecek yıl planında Suriyeli çocukların ancak yarısı kadarının okula gidebileceği düşünülüyor.
Tüm bu verileri doğru kabul edersek, 2015-2016 eğitim döneminde eğitim almayan yaklaşık 525.000 civarında çocuk bulunuyor. Bu yarım milyonu aşkın çocuğu ve geçen beş yıllık süre boyunca eğitim yaşının dışına çıkan diğer yüz binleri de katarsak, karşımızda devasa bir eğitim almamış, okuma yazma dahi bilmeyen çocuk ve gençler var. Peki bu insanlar nerede? Bu soruya yanıtı Suriye toplumu içerisinde aradığımızda karşımızda eğitimle ilgili biriken devasa sorunlar çıkıyor. Suriyeli mülteciler, işsizlik, düşük ücret, uzun çalışma saati, hayat pahalılığı, statü ve diğer yaşamsal sorunlar içerisinde en can yakıcı sorunu, “eğitimi” olarak tanımlıyor. Eğitimde şu sorunlar öne çıkıyor: mülteci çocuklara dair eğitim stratejisinin ve planlamanın olmaması, okulların çok başlılığı, müfredatın belirsizliği, eğitime dair kararların kendileri dışında alındığı, okulların denetlenmediği, yönetim sorunlarının olduğu belirtiliyor. Acil olarak “geçmiş 5 yılı nasıl telafi ederiz” üzerine çalışılması ve buna dair planlar yapılması isteniyor. Bu yapılmasa, bir neslin yitirileceği korkusu Suriye toplumunda hakim olmuş durumda. Okulların yetersizliği, bunun için Türkiye geneli Suriyeli mültecilerin yaşadığı kentlerde ve kent içlerinde bir haritalandırma yapılmaması ve okul dağılımının buna göre planlanmaması sonucu, okullara ulaşım aileler için büyük bir maddi yük getirmektedir. Okullarda eğitim kalitesinin çok düşük olduğu söyleniyor ve mevcut okullar sadece “abc okulları” olarak tanımlanıyor. Büyük ölçüde kitap sorunun olduğunu, öğretmenlerin pedagojik eğitim almamış insanlardan oluştuğunu, bu insanların ideolojik eğitim verdiklerini ve bunun da çocukların siyasallaşmasına, radikalleşmesine sebep olduğunu belirtiyorlar. Öğretmenlere verilen maaşın çok düşük olması (yaklaşık 900 TL), pedagojik eğitim alan, mesleği öğretmenlik olan insanların okulları tercih etmemesine sebep oluyor. Suriyeli eğitmenler, eğitim metodu ve yöntemi üzerine tartışırken, dil bariyeri üzerine de tartışmakta, çokdilli eğitimin, anadilde eğitimin, bununla birlikte, toplumsal entegrasyon için çocukların Türkçe öğrenmesi zorunluluğu üzerinde yoğunlaşıyorlar. Türkiye’nin kendi vatandaşları olan Kürtlerin çokdilli ve anadil eğitimine izin vermediği bir eğitim sisteminde bunun nasıl olacağı da ayrı bir tartışma konusu (Kanımca, ileriki dönemlerde Türkiye kamuoyunun tartışacağı konulardan biri de bu olacaktır. Suriyeli göçmen çocukların Arapça eğitim aldığı okulların yanına Kürtler, Çerkezler ve diğer halklar da kendi dillerinde eğitim veren okullar talep edeceklerdir).
Diğer yandan engelli çocuklar, Çingeneler, Filistinliler, Ermeniler, Asuriler gibi etnik ve dinsel azınlıkların çocuklarıyla ilgili eğitim konusunda neredeyse hiçbir şey yapılmıyor. Örneğin sayıları 50.000’i bulan Suriye’den gelen Dom ve Abdal,[7] Çingene çocuklarının neredeyse hiçbiri okula alınmıyor. Suriyeli aileler ve eğitimciler bu çocuklarla kendi çocuklarının aynı okul ve sınıfta olmasını istemiyor.
Suriyeli çocuk işçiler
Suriye’deki savaşın en büyük mağduru olan mülteci çocuklar, eğitim hakkından mahrum bırakıldıkları için ailelerinin yaşam mücadelesine ortak oluyor. Çocuklar kırsalda tarlalarda, bahçelerde, kentlerde ise atölyelerde ve sokakta çalıştırılıyor. Diğer yandan yetişkinlerin iş bulamaması çocukları çalışmaya zorluyor. Kayıtdışılığın en yüksek olduğu sektörlerde çocuk emeği hızla yaygınlaşıyor. Antep, Kilis, Urfa, Antakya gibi sınır illerde, Suriyeli çocuk işçiler, trikotaj atölyelerinde, tekstil fabrikalarında, kuru meyve fabrikalarında, ayakkabı imalat atölyelerinde ve araba tamirhanelerinde, tarım işçiliğinde, sokaklarda kâğıt mendil, su satıcılığı gibi işlerde çalıştırılıyor. Çocuklar yetişkinler için bile tehlikeli kabul edilen işlerde çalışmak zorunda kalıyor. Suriye’deki iç savaş koşullarına bir de ağır işyükünün eklenmesi çocuklar üzerinde olumsuz fizikî ve psikolojik etkiler bırakıyor. Suriyeli göçmenler ve Suriyeli çocuklar, artık kayıtdışı ekonominin bir parçası olmuş ve bu alanın en ağır koşullarına mahkûm edilmiş durumda. Türkiye’de Suriyeli mültecilerin çalışma izinleri sorununun tam olarak çözülmemesi sonucu, Suriyeli işverenlerin üretim yaptıkları atölyelerin çoğunluğunda da çocuk işçiler yoğun olarak çalıştırılmaktadır. Özellikle plastik, ayakkabı, trikotaj gibi ağır işkollarında yoğun olarak çocuk işçiler çalıştırılmaktadır. Yetişkin işçilerle birlikte izbe atölyelerde, günde 12-14 saat çalışan çocuk işçiler, genellikle yarı yarıya ücret almaktadır. Erken yaştan itibaren kimyasallar ve ağır iş şartlarına maruz kalan çocukların bedenlerinde meslek hastalıkları daha çabuk görülüyor.
20 Haziran Dünya Mülteciler Günü ve geçen haftaki “Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü” sebebiyle, tüm dünyada bu günler, mülteci ve çocuk işçiliğinin tartışıldığı, karaların alındığı, toplantıların yapıldığı, bildiri ve raporların sunulduğu günler olma özelliği taşıyor.
Bugünün dünyası, 65 milyon yerinden edilmiş, 23 milyon mülteci ve 10 milyon vatansız insana ev sahipliği yapıyor.[8] Her beş çocuktan birinin çalıştığı gerçeği de karşımızda duruyor. Dünyada ve ülkemizde çatışma alanları genişledikçe, insanlar bu çatışma alanlarından uzaklaşmak ve güvenlikli alanlara çekilmek amacıyla göç etmek zorunda kalacaklardır. Bu savaş ve göç hali öncelikle savunmasız olan çocuklara zarar vermekte, onları eğitimlerinden uzaklaştırmaktadır. Bu durumdaki ailelerin yoksullaşması işsizlik, maddi yoksunluk, barınma, gibi sorunlarla yüz yüze kalan çocukları çalışmaya zorluyor.
12 yaşında Bir Usta
Mahmut 12 yaşında, beş yıl önce gelmiş Halep’ten. Suriye’de iç savaş başladığında 6 yaşındaymış, okula başlamış ama çatışmaların şehre yayılmasından dolayı okula gidememiş. Okuma yazma öğrenememiş. Ailesi önce Kilis’e sığınmış, sonra da Antep’e göçmüşler. Suriyeliler için okullar çok az ve uzak olduğundan okula gidememiş, çeşitli işlerde çalışmış. “Babam, ‘Okul yok, bari meslek sahibi ol,’ dedi; zaten o babam iş bulamıyor, eve ben bakıyorum,” diyor. Beş yıldır trikotaj, plastik, araba tamiri gibi pek çok işte çalışmış. Antep’te, bir zamanlar halı fabrikalarının olduğu Ünaldı Sanayi bölgesinde çalışıyor. Yaklaşık 40 kişinin çalıştığı atölyede, çalışanlardan 6 işçi dışında hepsi 18 yaşının altında çocuklar. 8-9 yaşında çocuklar daha çok taşıma, iplik kesimi, dizme, sıralama gibi işler yapıyor. Çalıştığı atölye yerin iki kat altında eski bir halı fabrikasının bir bölümü; patronu Suriyeli, bu atölyede daha büyük bir ayakkabı fabrikasına fason dikim yapılıyor. O büyük fabrika da Suriyelilere ait, burada parça parça dikilen ayakkabılar ana fabrikada birleştirilip ayakkabı ve terlik haline getiriliyor. Daha çok Suriye içine satılıyor. Mahmut 6 aydır bu atölyede usta olarak, makinede ayakkabı tokalarını dikiyor. Diğer ustaların hepsi kendisinden 4-5 yaş büyük ama Suriyeli ustabaşı “Eli çok yatkın makinaya,” diyor. Gerçekten küçük elleri dikiş makinesine öyle uyum sağlamış, ustalaşmış ki hayretler içinde kalıyoruz. Konuşmayı da çok sevmiyor. Arkadaşları, “Usta olmadan önce çok konuşurdu, usta ağırlığı çöktü üstüne,” diyorlar. Diğer ustalar haftalık 300-350 TL alırken, Mahmut 150 TL alıyor. “Neden?” diye soruyorum ustabaşına. “O daha çocuk,” diyor…
Ne yapılmalı?
Öncelikle Suriyeli mülteciler, kendilerine dair alınan karar mekanizmalarına dahil edilmeli. Eğitim sorunu hızla çözülmeli ve çocuklar formel eğitime dahil edilmeli ve tam okullaşma sağlanmalıdır. Geçmiş beş yılın kaybının telafi edilmesi için gerçekçi strateji belirlenmeli ve gerçekleşmesi için kamu ve sivil toplum birlikte çalışmalıdır. Çocukların ve ailelerinin barınma, beslenme, eğitim, sağlık gibi asgari yaşam koşulları sağlanmalı. Türkiye genelinde bir haritalandırma çalışması yapılarak Suriyeli çocukların yoğun yaşadığı alanlara okullar açılmalı, kitap, müfredat, öğretmen sorunları çözülmelidir. Çok başlı okul sistemini kaldırılmalı ve Mili Eğitim Bakanlığı’nın denetiminde eğitimin siyasallaşması ve çocukların ideolojik yönlendirmelerinin önüne geçilmelidir. Öğretmenlerin formasyon, ücret ve eğitim eksiklikleri giderilmelidir, savaştan çıkmış derin travmalara maruz kalmış öğretmen ve öğrencilere psikolojik destek sunulmalıdır. 5-14 yaş arası okul çağındaki tüm çocukların tam okullaşmalarının sağlanması, 15-18 yaş arası okuldan kopmuş çocukların da en azından çıraklık okullarına yönlendirilmesi gerekiyor. Özellikle Suriyelilerin de sahip olduğu işyerlerinde çocuk işçilerin çalıştığı işyerlerinin denetimi sıklaştırılmalıdır.
Ve tabii Kürt, Arap, Çerkez ve diğer halklardan çocuklar arasında ayrım yapmadan anadilde eğitimin önü açılmalıdır.
[1] Afet Raporu | Suriye. https://www.afad.gov.tr/TR/IcerikDetay1.aspx?ID=16&IcerikID=747
[2] “Syria Regional Refugee Response”, UNHCR.
http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php#_ga=1.150812086.1634584225.1465540161
[3] “Savaş, göç, sınıf: Emeğin göçü”, http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/7364/savas-goc-sinif-emegin-gocu#.V1sFk2OayCQ
[4] “Türkı̇ye’de Mevsı̇mlı̇k Tarımsal Üretı̇mde Yabancı Göçmen İşçiler". Kalkınma Atölyesi tarafından hazırlanan bu çalışma Mevcut Durum, Politika Önerileri ve Dersler raporlarından oluşuyor. Şimdiye kadar bu alanda yapılmış en kapsamlı çalışmalardan biri... Emek Göçü, Göçmen İşçiliği, özellikle de Suriyeli Göçmen İşçiliği açısından, farklı ülkelerdeki deneyimler ve uygulamaların da yer aldığı oldukça detaylı bir çalışma. Göçün emek yönüne ışık tutuyor. http://www.kalkinmaatolyesi.org/v2/tr/yabanci-gocmen-isciler/
[5] “DİSK-AR: Türkiye'de Çocuk İşçiliği Gerçeği Raporu, 2015”,
http://disk.org.tr/2015/04/disk-ar-turkiyede-cocuk-isciligi-gercegi-raporu-2015/
[6] Türkiye’deki Suriyeli Çocuklar Raporu, Nisan 2016, https://www.unicefturk.org/suriye/Suriyeli_Cocuklar_Bilgi_Notu_Nisan%202016_1.pdf
[7] “Middle East Gypsies”, http://www.middleeastgypsies.com
[8] “Figures at a Glance”, UNHCR, http://www.unhcr.org/figures-at-a-glance.html