Sonunda, bu tespitin üzerinden kırk yıl geçtikten sonra Batılı devletler sağlıklı yiyecekleri teşvik etmekle, sigarayı yasaklamakla, göğüs kanseri testleri düzenlemekle ve şu ya da bu hastalığın risk olasılıklarına dair istatistikleri üzerimize boca etmekle epey ilgili hale geldiler.
Foucault asla bunun kötü bir eğilim olduğunu iddia etmedi; sonuçta bu yaklaşım yaşamları koruyordu. Gelgelelim nüfusun sağlık ve refahına bu kadar çok ilgi göstermenin, bu sağlığı enfazlalaştırma programına hak kazanmayanların –ve tehlikeli olarak addedilenlerin– zorunlu olarak dışlanmasına yol açtığı konusunda uyarı yapmaktan da geri durmadı.
Bu nedenle biyopolitika yaşatmanın ve ölüme atmanın politikasıdır. Bir devlet kendi nüfusuna ne kadar çok odaklanırsa başkalarını ölüme terk etmenin, “kimi insanların ölüm riskini arttırarak insanları ölüme maruz bırakma”nın koşullarını da o kadar çok yaratmış olur.
Bu paradoksun, son yıllarda Avrupa’dan sığınma hakkı talep eden yüz binlerce insanın durumunda ayyuka çıkan krizden daha açık bir şekilde görülebileceği yer çok azdır. Avrupalı toplumların kendi memleketlerinde sağlığa bu kadar çok yatırım yaparken, tam da aynı esnada mültecileri sahillerde tutmak için hiç olmadığı kadar sıkı yasal ve maddi engeller yarattığına şahit olmak oldukça çarpıcı.
Ortadoğu’daki karmaşa, ölümcül bir savaş. Yalnızca Suriye’de 300.000’den fazla insan öldüğü tahmin ediliyor.
Bu karmaşa, 2013’te Şam’da binlerce sivilin zehirlenmesi de dahil olmak üzere savaşın yaratabileceği en tüyler ürpertici pratiklerden bazılarını gözler önüne serdi. IŞİD gibi aşırı uçlardaki gruplar, şiddeti tahayyül bile edilemeyecek boyutlara taşıdılar. Kılıçlarla ya da patlayıcılarla insanların kafalarını gövdelerinden ayırdılar; kafeslerde ateşe verdiler; binaların tepesinden aşağı attılar ya da son zamanlarda başvurdukları taktikle arabalara tıktıkları insanları havaya uçurdular (iddiaya göre bir çocuk bombayı etkisiz hale getirmiş.). Bu şiddeti Avrupa’ya ihraç ettiler. Suriye’nin en büyük şehirlerinden bazıları, 1943’teki Stalingrad’a epey benziyor.
Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Belçikalıların ülkelerini terk etmesi gibi; aksi beklenemez bir şekilde insanlar kaçtı (Sadece Birleşik Krallık’a günde 16.000 bireysel giriş var ve sayı 250.000’e vardı).
Bu âdeta beklenen bir göç; çünkü ülkenin büyük bir kısmında normal bir hayat sürdürmek imkânsız hale geldi ve savaştan zarar gören bölgelerde tek bir insan kalmayana kadar da devam edecek. Nüfusu on milyonun biraz altında olan Ürdün, şu anda bir milyondan fazla mülteciye ev sahipliği yapıyor. Türkiye’ye gelenlerin sayısıysa iki milyona yakın.
Uzak Tut ve Bulaşma
Komşuları bu felaketle yüzleşirken, AB ve üyesi olan ülkeler ne yapıyor? Tam da Foucault’nun öngördüğünü. Almanya’yı bir kenara ayırırsanız, mültecilerin ülkeye girmesini engelleyen politikalar tahayyül etmekte ve hiç olmadığı kadar açık bir biçimde caydırıcı mesajlar vermekte birbirleriyle yarışıyorlar.
Avusturya, sınırlarında her gün kabul edilebilecek mülteci sayısına tek taraflı olarak kota koydu; fiilî olarak iflasa itilen Yunanistan bu akının yüküyle tek başına uğraşmak zorunda bırakıldı.
Bir hafta önce Fransa Başbakanı Manuel Valls, ülkesinin ve Avrupa’nın “daha fazla mülteci kabul edemeyeceği”ni ilan etti. Ülkesi en başta iki yıllık süre zarfında 30.000 mülteci almayı kabul etmişti. Bu ifadeyi nüfusun boyutu bakımından anlamak istersek, eğer Fransa 2.200 sakini olan bir köydüyse, o zamandan bu yana tek bir kişi bir kabul etmedi.
Bugün Fransa’da otoriteler (çoğu çocuklardan oluşan) mültecilerin korkunç koşullar altında yaşadığı Calais yakınındaki yerleşimlerin bir kısmını halen harap ediyor.
Danimarka’da polisin artık mültecilerin değerli mallarına el koyma, mültecilerin geriye kalan malı mülkünü ellerinden alma yetkisi var. Slovakya ise Müslümanların kendilerini asla “evinde hissedemeyeceklerini” ya da yerli halkın onları asla kabullenmeyeceğini iddia ederek yalnızca –sayıları 200’ü aşmayan– Suriyeli Hıristiyan mültecileri kabul etmek istiyor.
Bu esnada Birleşik Krallık (Şengen bölgesinde olmamasına rağmen) “sınırlarının hakimiyetini geri kazanmak”la hiç olmadığı kadar meşgul. Belçika, Şengen katılımını askıya aldı ve yeniden sınır denetimine başladı.
Batılı devletler, giderek artan bir hızla ölümcül sınır denetim politikaları inşa ediyor ve sofistike denetim sistemlerini projelendiren askerî teknolojiler ithal ediyorlar. Yunanistan, Bulgaristan ya da Fas’ın dışarıya kapalı İspanyol bölgelerine geçit vermez çitler dikiliyor. Bu durum aslında “başkalarını ölüme terk etmenin koşulları”nı yaratıyor. Suriyeliler, ya ülkelerinde çatışmanın ortasında kalıyor ya da güvenli ama tamamen tecrit edilmiş bir yere varmak için epey riskli yolculuklar yapmayı göze alıyor.
Bu politikaları haklı çıkarmak için az ya da çok girift meşrulaştırmalara başvurulsa da, bunların hepsini hem ahlâki hem de ussal temellerden kalkarak çürütmek oldukça kolay. Geriye bir tek Foucault’nun akıl yürütmesi kalıyor. Sağlıkla kafayı böylesine bozmuş bir toplumun, söz konusu sağlığa fiilî olarak katkıda bulunabilecek insanları (az ya da çok dolaylı olarak) öldürme kudretini açıklamak. İşte, bu noktada Foucault masaya sağlam bir sözcük fırlatır: En geniş anlamıyla ırkçılık.
İnsanların aşırı uç politikaları normal ve hatta ahlâki bulmaları için ölenleri kendi gruplarının üyeleri olarak değil başkaları olarak kavraması gerektiğini dile getiren Foucault’nun iddiası, daha sonradan sosyal psikoloji alanında yapılan binlerce deney tarafından da onaylandı.
İşte, 1914-1916 yılları arasında Birleşik Krallık’ta insanlar 250.000 Belçikalıyı ellerinde çay ve keklerle karşılarken, bugün –pek çok AB üyesiyle birlikte– zaten diktatöryel bir rejimin ve tarihin (hem niteliksel hem de muhtemelen niceliksel olarak) en şiddetli terörist grubunun yürüttüğü bir savaştan kaçan binlerce insanın ölümüne öyle veya böyle katkıda bulunuyorlar. Avrupa devletleri arasında geriye kalan son ahlâk zerreleri de buharlaşıp havaya karışıyor.
(Çeviren: Utku Özmakas)
* Bu yazının orijinali The Conversation'da yayımlanmıştır.