Birçokları sadece karmaşa içinde hissediyor kendini. Yer sallanıyor; neden, niçin, bilmiyorlar. Onların bu durumu, endişedir; daha açık seçik hale gelirse, korku olur.
(Ernst Bloch, Umut İlkesi)
Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor. Karamsarlığın hayaleti. Kabul edelim bu hayalet sadece Avrupa’da da dolaşmıyor. Yavaş yavaş bütün bir dünyanın ruh halini belirlemeye başlıyor. Ekonomik krizler, savaşlar, savaş sonrası yaşanan göçler, dünya ölçeğine yayılmış durumda olan şiddet, demokratik değerlere inancın zayıflaması, artan ekonomik eşitsizlikler ve sömürü bu karamsarlığın arka planını oluşturuyor. Karamsarlık havası yaşanan problemlerin doğrudan bir yansıması olarak da görülmemeli. Nihayetinde içinde bulunduğumuz gerçekliği daima bir yorum filtresinden geçiririz. Eğer ortama karamsarlık hakimse ve geleceğe dair umutlar tükeniyorsa bunun gerisinde umutlarımızı artıracak siyasi söylemlerin ve bu söylemler üzerine kurulu toplumsal hareketlerin eksikliği de vardır. Güçlü ve popüler demokratik sol bir söylemin ve siyasetin eksikliği ile birlikte düşünülmesi gereken bu karamsarlık havası insanların en büyük yaşam ve yaratım arzularını harekete geçiren “daha iyi bir gelecek” umudunu yok ediyor. Son birkaç on yıla bakıldığında eşitlik-adalet-özgürlük ve demokrasi ilkeleri etrafında örülen yeni sol güçlü bir entelektüel etkiye sahip olmasına rağmen bu düşünceler henüz yeterince siyasetin popüler diline dönüştürülmemiş ve mevcut karamsarlıktan çıkış için yeterli mobilizasyonu sağlayamamıştır. Mevcut karamsarlık ortamında yaşanan bu eksiklik güvenlik-düzen-kâr/rant ekseninde hareket eden aşırı sağ-popülist siyasetlerin önünü açarken kitlelerin talepleri, arzuları ve umutları bu siyasetlerin süzgecinden geçirilerek daha özgür ve eşit bir dünya hayali ertelenmiş geleceklere havale ediliyor.
Aydınlanma’dan Karamsarlığa Avrupa
Karamsarlığın ortaya çıkışı için küresel ekonomik krizin ilk ayak seslerinin duyulduğu 2007 yılını referans noktası olarak alabiliriz. 2007 yılında ortaya çıkan küresel ekonomik kriz sonrasında küresel alanda birçok değişim ve dönüşüm yaşandı. Kriz beraberinde çok hayati siyasal ve sosyal sorunları da getirdi. Kriz öncesinde de mevcut olan eşitsizlik ve adaletsizlikler krizle birlikte daha vahim bir hal almaya başladı. Başta Ortadoğu olmak üzere birçok coğrafya hem ekonomik krizin hem de sonrasında ortaya çıkan siyasal krizlerin etkisini hissetti. Nihayetinde küresel sisteme yönelik karamsar bir hava oluşurken sistemin nasıl yeniden kurulacağına ve hangi değerler üzerine oturtulacağına dair tartışmalar da hız kazandı. Eski dünya düzeni ve onun üzerine inşa edildiği değerler buharlaşmaya yüz tutarken yeni dünya düzeninin nasıl olacağı ve hangi değerler üzerine kurulacağı kendini hayati bir tartışma gündemi olarak dayatmaya başladı.
Avrupa küresel kriz ve onun siyasi etkilerinden en fazla etkilenen coğrafyalardan bir tanesi oldu. Coğrafyanın en önemli siyasi oluşumu olan Avrupa Birliği kendini krizin ortasında bulurken ilk tepki olarak krizin Birliğe yansımalarını bir çözüme kavuşturmaya çalıştı. Bu süreç içerisinde hem Birlik hem de Birliği aşan bir olgu olarak Avrupa projesi, kimliği ve fikri tartışmaya açıldı. İngiltere’nin birlikten ayrılma kararı da bu tartışmaların odağına oturdu.
Aydınlanma geleneğine ve Kant’a kadar uzanan Avrupa fikri ve projesi İkinci Dünya Savaşı sonrasında öncelikle ülkeler arası ekonomik bağların güçlendirilmesi ve sonrasında ise temel hukuki normlara dayalı bir siyasi birliğin oluşturulmasıyla Avrupa Birliği olarak günümüze kadar ulaştı. Bu süreç beraberinde Avrupa, Avrupalılık, Avrupa Kimliği ve Avrupa’nın sınırları gibi konuları da temel tartışma gündemleri haline getirdi. [1]
Fakat Avrupa kimliği ve fikri son yıllarda ortaya çıkan ekonomik, siyasal ve sosyal sıkıntılar sonucunda önemli yaralar almışa benziyor. Avrupa kimliğine ve fikrine dair oluşan karamsar hava birçok Avrupalı entelektüel tarafından paylaşılıyor. Avrupa fikri ve kimliğinde yaşanan bu aşınma ülkeler arası siyasi bir birlik olarak Avrupa Birliği’nin de geleceğini tehlikeye atıyor. Sağ entelektüeller ve siyasiler bu durumu ülkelerini Avrupa Birliği’nden uzaklaştırmak için bir fırsat olarak görürken sol entelektüeller ve siyasiler ise Avrupa projesinde yaşanan bu sarsılmanın yasını tutmakta, projenin başarısız olmasının sebeplerine odaklanarak yeni bir Avrupa tahayyülü oluşturmaya çalışmaktalar. Sol entelektüellerin bu tavrını onların eleştirel ruhunu da göz önüne alarak mutlak karamsarlıktan ayırmak gerekir. Bu onların da kendilerini içinde buldukları karamsar ortam kadar eleştirel bir tavır adına kötümser düşünmeye alışık olmalarından da gelir. Ne de olsa kendini eleştirel düşünmeye adamış her düşünür için “ad pessimum düşünmek, bu durumu da yine mutlaklaştırmaya kalkmayan her analiz için, ucuz itimatperestlikten daha iyi bir yol arkadaşıdır…”[2] der Ernst Bloch.
Üç Karamsar: Balibar, Stiglitz ve Durand
Fransız filozof Etienne Balibar yeni çıkan kitabına Avrupa, Kriz ve Son? ismini verir. Yine kendisiyle yapılan bir söyleşide Balibar “Avrupa bugün kendi kendini yok etme aşamasındadır,” diye karamsar bir cümle kurar. Bu karamsarlık sadece filozofa özgü değildir. Filozofu da sarmalamaya başlayan genel ve paylaşılan bir karamsarlıktır. Filozofun karamsarlığı eleştirel düşünce adına anlaşılabilir ve hatta temkinli bir iyimserliğin önünü bile açabilir. Durum kitleler için biraz daha farklıdır. Eğer kitleler korku ve karamsarlık sarmalına düşmüşlerse orada tehlike çanları çalıyor demektir. Avrupa’da yaşanan ekonomik kriz ve bunun beraberinde getirdiği mali ve bütçesel kriz, mülteci sorunu ve Avrupa kentlerinde gerçekleştirilen kanlı saldırılar sonrası Avrupa vatandaşları arasında güvenliğe dair artan endişeler Avrupa projesinin veya fikrinin geleceğine yönelik karamsarlığın oluşmasına neden olmuştur. Bütün bunlara ek olarak Avrupa’da hem popülist partiler hem de aşırı sağcı görüşler yükselişe geçmiş ve temel haklar üzerine kurulu Avrupa projesini tehlikeye atmıştır.[3]
Balibar’a göre özellikle Avrupa ülkeleri arasında yapılan onlarca zirveye rağmen mültecilere yönelik anlamlı bir çözümün oluşturulamıyor olması Avrupa projesinin başarısızlığına işaret etmekte ve Birlik etrafında kurulan demokrasi ve dayanışma duygularına zarar vermektedir.[4] Balibar için temel sıkıntılardan bir tanesi de onun “demokratik eksiklik” olarak adlandırdığı Avrupa’ya ait problemlerin yeterince açık bir şekilde ve demokratik olarak kamu önünde tartışılmıyor olmasıdır. Bir diğer ifadeyle politik konuların Avrupa genelinde tartışıldığı kamusal sahnelerin zayıf olması ve bunun sonucunda güçlü bir Avrupa kamusal alanının oluşturulamıyor olmasıdır. Balibar bu zayıflık karşısında, ulus devletler dışında doğrudan bir Avrupa kamuoyunun ve Avrupa kamusal alanının inşasını önerir ve ortak bir Avrupa devleti yerine mevcut devletlerin bağı ile oluşan federatif bir yapı konusunda ısrar edilmesi gerekliliğini savunur:
“Mevcut kriz ışığında düşünüldüğünde fedaratif bakış bana yeni ortak bir devlete dayalı bakıştan daha anlamlı geliyor. Devlete dayalı terminolojiden federasyona dayalı bir terminolojiye geçmek sembolik olarak çok önemli görünüyor. Mevcut durum içerisinde, zorluklara rağmen, demokratik reformlar konusunda daha ileriye gidip Avrupa’ya ait yeni bir ekonomi ve strateji kurmak gerekiyor.” [5]
Avrupa’nın bugünü ve geleceğine dair benzer bir karamsarlık içinde olan bir diğer isim ise ünlü iktisatçı Joseph Stiglitz’dir. Stiglitz de Balibar gibi “Avrupa kendi geleceğini yok etme aşamasında,” der.[6] Bir filozofun ve bir iktisatçının birbirinden habersiz olarak Avrupa’nın geleceğine yönelik aynı karamsarlığı paylaşması basit bir tesadüfün ötesinde döneme damgasını vurmaya başlayan bir karamsarlığa işaret ediyor. Bununla birlikte, bir filozofla iktisatçının ortak karamsarlığı, yaşanan ekonomik kriz ile siyasi ve insani kriz ve hatta düşünsel kriz arasında önemli bir bağın olduğunu ve hatta bunların örtüştüğünü imliyor.[7]
Stiglitz küresel kriz sonrası Avrupa’da uygulanan mali sıkılık ve kamu borçlarının azaltılmaya çalışılması siyasalarının Avrupa’nın ekonomik geleceği için tehlikeli olacağını öngörür. Stiglitz’e göre artan ekonomik eşitsizlikler 2007 küresel ekonomik krizinin en önemli hazırlayıcılarından bir tanesiydi. Küresel krizle birlikte eşitsizlikler daha da arttı. Böyle bir ortamda eşitsizlikleri uzun vadede azaltacak ve sürdürülebilir bir ekonomik büyüme sağlayacak altyapı, eğitim ve yenilik üretimi yatırımlarına daha da ağırlık vermek gerekirdi. Bu tür politikalar kamu dengelerinde belirli bir bozukluğa neden olsa bile uzun vadeli dengelerin korunmasına yardımcı olabilirdi. Oysa Avrupa ülkeleri kriz karşısında ilk tepki olarak mali sıkılaştırmaya ve borçların kontrol altına alınmasına yönelik politikalara yöneldiler. Bu yönde atılan adımlar özellikle Yunanistan’da ortaya çıkan ekonomik krizle birlikte daha da vazgeçilmez görüldü. Ne var ki yatırımların azalmasına ve yaşanan krizin daha da derinleşmesine yol açan bu önlemler zaman içinde hem ekonomik hem de politik sorunlar doğurmaya başladı. Bütün bu sorunlar beraberinde Avrupa projesi hakkında daha da karamsar bir havaya yol açtı.
Avrupa projesinin yaşadığı sıkıntılara değinen bir diğer isim ise iktisatçı Cédric Durand. Durand Avrupa’nın yaşadığı ekonomik krizle ortaya çıkan aşırı sağ kutuplaşmanın ve buna bağlı olarak güçlenen milliyetçiliğin Avrupa’nın ortaklığa ve kamusal yarara dayanan sosyal ve politik yönünü geri plana ittiğini belirtiyor. Avrupa topluluklarının ortak bir sosyal yaşam kurmaya yönelik oluşturdukları politik proje bu eğilimler sonucu tehlikeye düşüyor. Durand yaşanan krizin sadece ekonominin ve kapitalizmin bir krizi olmadığını, ayrıca Avrupa fikri ve Avrupa kimliğinin de bir krizi olduğunu belirtiyor. Durand’a göre, kriz karşısında Komisyon, Konsey ve Avrupa Merkez Bankası neoliberal gündemi daha keskin bir şekilde uygulayarak Avrupa’yı oluşturan toplulukların taleplerini karar mekanizmalarından tamamen dışladılar. Durand için çözüm daha sosyal ve demokratik olacak başka bir Avrupa tahayyülü geliştirmekte yatıyor. Bunun yolu da insanların karar alma mekanizmalarına, yani Brüksel’deki bürokratik aygıta daha fazla katılabilmelerinde gizli.
Sonuç
“Mesele, Umut Etmeyi öğrenmektir. Onun emeği feragat etmez, akamete uğramaya değil başarmaya âşıktır. Korkmanın üzerinde durur Umut, ne onun gibi pasiftir, ne bir Hiçliğe kapanmış. Umudun duyusu kendi içinden çıkar, insanları genişletir, daraltacağına.” [8]
Avrupa projesi şu âna kadar edindiği başarıyı görece yaşadığı istikrarlı dönemlere borçluydu. Bu istikrarlı dönemler insanların geleceğe dair umutlarının artmasına yardımcı olurken daha eşitlikçi ve adil siyasetler için de uygun zemini oluşturuyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan refah devletinde hem ekonomik büyüme garanti altına alınmış hem de refah devleti uzlaşısına bağlı olarak sosyal ve siyasal haklarda önemli genişlemeler yaşanmıştı. Bu durum Avrupa ülkelerinin Birlik fikrine daha çok sarılmalarına ve Birlik projesinin gelişmesiyle refahın daha çok artacağına inanmalarına sebep oldu. Şüphesiz toplum ve siyaset için işlerin daima iyiye gideceğine dair bir tasavvur yanıltıcıdır. Gerek istikrarlı gerekse de istikrarsız dönemler daima kendi içlerinde karşıtlarının tohumlarını taşırlar. Refah devleti uzlaşısı Avrupa halkları için belli bir iyimserlik yaratmışsa da hasıraltı edilen birçok sorun zamanla sistemi krize sürüklemiştir.
Refah devleti uzlaşısı ekonomik ve sosyal haklara dayalı bir rejimin ötesinde birlikte yaşamaya, siyasallığa ve vatandaşlığa dair önemli bir mutabakatı da içeriyordu. 68 Hareketi ve sonrasında güçlenen kültürel haklar refah devleti uzlaşısı ile birlikte Avrupa’da her şeyin yolunda olduğuna, düzen içinde ilerlendiğine ve toplumsal çelişkilerin çözüldüğüne dair bir yanılgı yarattı. Yeniden dağıtımcı ve üretim ilişkilerini kökten değiştirici bir devrime inancın sosyal devlet ve kültürel haklarla zenginleştirilmiş bir demokrasi ile ikame edilmesi toplumsal istikrarsızlığı ortadan kaldırabilir ve küçük agonistik kavgalarla birlikte yaşama ve toplumsal ilerleme mümkün olabilir diye düşünüldü. Kimlik hakları ve kültürel haklarla zenginleştirilmiş siyasal teorilerin yanına toplumdaki en dezavantajlıların çıkarına olacak şekilde düzenlenecek Rawlsçu yeniden dağıtım ilkesi eklendi. Böylece tarih boyunca kanlı huzursuzluklar yaratmış olan antagonizmalar çözülecek, agonistik çokkültürlü bir siyasal alan yaratılacaktı. Fakat tarih bu iyimserliğe çok fazla şans tanımadı. Toplumun ontolojisine kazınmış çelişkiler bir süre sonra ortaya çıktı. Çelişkiler arttıkça da mevcut toplumsal uzlaşıları sürdürmek mümkün olmadı. Irak Savaşı’ndan ekonomik krize, oradan Arap Baharı’na ve son olarak göçmen krizine varana kadar toplumsal çelişkiler siyasal ve toplumsal yapıda önemli tahribatlara yol açarak Avrupa’yı bir krizin eşiğine taşıdı. Son yaşanan küresel ekonomik kriz ve sonrasında ortaya çıkan politik ve toplumsal huzursuzluklar Birlik fikrine inancı azaltmaya başladı. Birlik ülkelerinin ortaya çıkan ekonomik ve politik krizler karşısında Birliğin kurucu değerlerinden uzaklaşmaları ve söz konusu problemlere ortak bir şekilde etkili önlemlerin alınmaması Birlik hakkındaki endişeleri arttırdı.
Bu ortamda Avrupa kamuoyu yönünü bulmaya çalışıyor dersek abartmış olmayız. Ya mevcut kriz derinleşerek ürettiği mutlak karamsarlıkla birlikte Avrupa Birliği projesinin başka bir zamana ertelenmesine yol açacak ya da yeni tartışmalar ışığında temkinli bir iyimserlik veya eleştirel bir karamsarlık sonucu daha fazla eşitlik ve demokrasi umuduyla Birlik fikri ve Avrupa kimliği güçlendirilecek. Bloch’un ifadeleriyle, “bizzat çürümenin bir parçası olan ve ona hizmet eden bir karamsarlıktan farklı olarak, sınanmış bir iyimserlik, gözündeki çapakları sildiğinde, hedefe olan inancı hepten reddetmez; tersine, şimdi doğrusunu bulmayı, teyid etmeyi ister.” [9]
Burada meselenin sadece Avrupa fikrine ve projesine sahip çıkmak olmadığını, bunun yanında Avrupa ülkelerinin ve mevcut haliyle Avrupa Birliği’nin başta ekonomi ve mülteciler sorunu olmak üzere bölgenin sorunlarına evrensel değerlere dayalı kalıcı çözümler bulmasıyla ilişkili olduğunu akılda tutmak gerekir. Sorunlar her geçen gün büyürken soyut düzeyde Avrupa projesini desteklemek yeterli olmayacaktır. Ülkelerin ve birliğin kurumsal olarak sorunları çözme kapasiteleri de hayatidir. Unutmamak gerekir ki, Birliğin kendini kuran evrensel değerlerden uzaklaşması bizzat Birliğin kendini yıkması anlamına gelecektir. Eğer bir yol aranacaksa, bu, kurucu değerlerin daha da radikalleştirilmesi yolu olmalıdır.
[1] Her kimlik gibi “Avrupa” kimliği de içerisinde belirsiz ve muğlak unsurlar taşır, bir gurur kaynağı olduğu kadar savaş ve yıkımların da kaynağıdır. Her kimlik gibi yine zaman içerisinde oluşmuş ve kurulmuştur. Ortak anılar, ortak hayaller, Avrupa’ya dair üretilen imajlar, bu hayal etrafında üretilen hikâyeler ve söylemler Avrupa’nın ne olduğuna ve Avrupalının kim olduğuna dair kimi zaman birbiriyle de çelişen formlar üretmiştir. Avrupa’yı oluşturan halkların geleceğe dair umutları arttıkça Avrupa kimliği ve fikri daha öne çıkmış ve Avrupa projesinin en önemli sonucu olan Avrupa Birliği siyasi ve ekonomik olarak daha ileri aşamalara götürülmüştür. Bkz. Anthony Pagden, “Europe: Conceptualizing a Continent”, içinde The Idea of Europe: From Antiquity to the European Union, ed. Anthony Pagden, Cambridge: Cambridge University Press, 2002, s. 33.
[2] Ernst Bloch, Umut İlkesi Cilt: 1, çev. Tanıl Bora, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007, s. 249.
[3] Igor Martinache, “Etienne Balibar, Europe, crise et fin ?”, https://lectures.revues.org/20388.
[4] Etienne Balibar, “Une autre Europe est nécessaire !”, http://info.arte.tv/fr/etienne-balibar-une-autre-europe-est-necessaire.
[5] Étienne Balibar ve Cédric Durand, “Europe, en être ou pas”, http://www.regards.fr/politique/europe-en-etre-ou-pas,7753.
[6] Joseph Stiglitz, “L’Union européenne est en train de détruire son avenir”,
[7] Étienne Balibar ve Cédric Durand, “Europe, en être ou pas”.
[8] Ernst Bloch, Umut İlkesi Cilt: 1, s. 19.
[9] A.g.e., s. 538.