Dilma’dan Sonra Lula’dan Önce

Brezilya siyasetini izlemek, en az Türkiye siyasetini izlemek kadar yorucu bir uğraş. Yoğun bir kriz ortamı, karamsar bir atmosfer, karmaşık ilişkiler, çelişkili süreçler, her gün yeni bir gelişme ama aslında hep aynı şey… Üstelik Devlet Başkanı Dilma Rousseff’in azledilme (impeachment) sürecinin tamamlanmasıyla da sular durulmadı. Son olarak, geçtiğimiz günlerde “Lava Jato” adlı yolsuzluk soruşturmasını yürüten savcılardan Deltan Dallagnol, eski Devlet Başkanı Lula da Silva’nın Petrobras’taki yolsuzluğu yöneten en üst düzey kişi olduğunu öne sürdü. Buna göre Lula, 2005’teki Mensalão skandalından (Kongre üyelerine hükümeti desteklemeleri için kamu ödeneği ayrıldığına dair rüşvet skandalı) Petrobras’a uzanan karmaşık bir yolsuzluklar ağının tam merkezinde yer alıyordu. Bunu göstermek için savcı Dallagnol, basın toplantısında basitleştirilmiş bir şema sundu. Farklı yolsuzluk skandallarını bir araya getiren şemada tüm oklar Lula’yı gösteriyordu. Bu şema, kısa sürede sosyal medyada alay konusu haline geldi ve şemayı inandırıcı bulmayanlar kendi alternatif şemalarını çizerek tepkilerini göstermeye başladılar. Lula’ya yönelik en önemli suçlama, Petrobras’tan OAS adlı inşaat şirketine aktarılan 2,4 milyon real (726 bin dolar) ile Guarujá’da lüks bir apartman dairesi aldığı yönünde. Bu suçlama yeni değil, ancak yeterli delil olmadığından daha önce bununla ilgili Lula’ya dava açılmadı. Savcılığın dava açılması için mahkemeye Dilma azledildikten sonra başvurması ve Lula’yı tüm yolsuzluğun “patronu” olarak sunması, bu açıdan siyasi bir karar olarak görülüyor. İşçi Partisi (PT) yanlıları, Dilma’nın ardından sıranın 2018 genel seçimlerinde yeniden aday olmak isteyen Lula’ya geldiğine inanıyor.

Burada en önemli mesele, yolsuzlukla mücadelenin siyasi bir araç haline gelmiş olması. Dolayısıyla ne Dilma’nın görevden alınmasını ne de Lula’ya (büyük ihtimalle) dava açılacak olmasını yolsuzlukları ortaya çıkaracak adımlar olarak değerlendirmek mümkün. Aksine yolsuzlukla mücadele bu şekilde karartılıyor ve seçimle iş başına gelmiş bir hükümetin devrilmesini meşrulaştırmak için kullanılıyor. Ortada dev bir yolsuzluk olduğu (Petrobras’ta 3,7 milyar dolarlık) ve sadece PT ile sınırlı olmadığı aşikâr. Sözgelimi Dilma’nın azledilmesi sürecinde başrol oynayan Temsilciler Meclisi Başkanı Eduardo Cunha, gerek Kongre’deki finansal elitlerin gerekse de Brezilya siyasetinde son on yılda ağırlığı giderek artan Evangelistlerin bir temsilcisi ve Petrobras’taki yolsuzluğa en çok bulaşmış isimlerden biri. Brezilya Demokratik Hareket Partili (PMDB) siyasetçi, Dilma’nın yerine geçecek ilk kişi konumundaydı ancak Lava Jato kapsamında rüşvetten yargılanarak Meclis Başkanlığı görevinden alındı. Dilma’nın 31 Ağustos’ta azledilmesinden kısa bir süre sonra, 12 Eylül’de parlamentonun alt kanadında yapılan oylama sonucunda milletvekilliği görevinden de azledildi. Diğer yandan yargılanmak üzere görevinden alınan Dilma’nın yerine geçen PMDB lideri Michel Temer ve kabinesindeki bazı isimlerin de Petrobras’taki yolsuzluğa karıştığını gösteren ses kayıtları ortaya çıktı, bir ay içinde üç bakan istifa etti. Michael Löwy’ye göre azledilme sürecini inşa eden vekil ve senatörlerin yüzde 60’ı yolsuzluğa karışmıştı[1]. Buna karşın hakkında hiçbir yolsuzluk iddiası bulunmayan Dilma, kamu açığını gizlemek için ekonomik verileri çarpıttığı –ki bu kendisinden önceki tüm devlet başkanlarının başvurduğu bir “yöntemdi”– gerekçesiyle yargılanarak azledildi. 81 üyeli Senato’da Dilma’nın azli yönünde oy kullanan 61 senatör arasında, 1992’de yolsuzluk suçlamasıyla görevinden azledilen Devlet Başkanı Fernando Collor de Mello da yer alıyordu. Löwy’nin dediği gibi Marx haklı çıkmıştı, tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi şeklinde tekerrür ediyordu. Brezilya açısından 1964’teki askerî darbe ne kadar trajikse, 2016’daki “parlamenter” darbe o kadar trajikomikti.  

Dilma, Senato’da yargılanması sırasında tarihî bir konuşma yaptı ve biri askerî diktatörlük döneminde gördüğü işkence sırasında, diğeri kanserle mücadele sürecinde, iki kere ölüm korkusu yaşadığını söyledi ve ekledi: “Bugün sadece demokrasinin ölümünden korkuyorum.” Dilma’nın azledilmesi, sadece PT yanlısı değil, PT dışı sol tarafından da demokrasiye yapılmış bir saldırı ve hatta başlı başına bir hükümet darbesi olarak görülüyor. Ancak bu süreçte darbe karşıtı güçlü bir sol mücadelenin örgütlenmesi mümkün olmadı. Brezilya solunun bölünmüşlüğü elbette yeni bir konu değil, tartışmakla da bitmez. 1964’teki askerî darbenin ardından solun bölünmesine yol açan en önemli meselelerden biri, diktatörlüğe karşı silahlı mücadelenin meşru olup olmadığıydı. Brezilya Komünist Partisi’nin (PCB) silahlı mücadeleye karşı çıkması önemli bir ayrışmaya yol açmıştı. Bugün Brezilya solunun ve dolayısıyla darbe karşıtı mücadelenin bölünmesine yol açan en önemli faktörün, PT’nin bizzat kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Sendikal mücadelenin içinden gelen ve aşağıdan yukarı örgütlenme modeline dayanarak kurulan PT’nin giderek sosyalist niteliğini kaybetmesi ve 13 yıllık iktidarı boyunca uyguladığı sosyal politikalara rağmen büyük bir sermaye partisi haline gelmesi, solun parçalanmasını hızlandırdı. Sendikalar ve toplumsal hareketlerle organik bağlara sahip geniş bir kitle partisi olan PT, Topraksız Tarım İşçileri Hareketi’nin (MST) desteğini kaybetmesiyle ve Merkezî İşçi Sendikası (CUT) ile Ulusal Öğrenci Birliği (UNE) içindeki kırılmalarla birlikte bu özelliğini yitirmeye başladı. Bununla birlikte düşük gelirli kesimlerin yoğunluklu olarak yaşadığı kuzey ve kuzeydoğu bölgelerinde PT’nin oylarını kemikleştiren “Bolsa Família” gibi sosyal yardım programları, paradoksal bir şekilde PT’ye yönelik tepkileri besleyen bir unsur haline geldi. Haziran 2013’te patlak veren, toplu taşıma araçlarına yapılan zamların tetiklediği protestolar bunun en önemli göstergesiydi. PT’nin sosyal yardım politikalarından yararlanarak üniversite eğitimi alan ve sosyal haklarında belirgin bir iyileşme olan en düşük gelirli kesimler sokağa çıkmış ve Dünya Kupası’nın maliyetinin toplumsallaşmasına itiraz etmişti. Bu isyan, Hardt ve Negri’nin “küresel adalet hareketi” olarak tanımladığı ve Tahrir Meydanı’ndan Puerta del Sol’e, Syntagma Meydanı’ndan Wall Street’e kadar uzanan “yeni” toplumsal hareketlerle önemli benzerlikler taşıyordu. Bu açıdan Gezi Direnişi’yle de çokça karşılaştırılan ayaklanma, Brezilya solu açısından önemli bir sınav oldu. Bugünkü siyasi tablo, Haziran 2013’te çok önemli bir fırsatı kaçıran solun ve o fırsatı kendi lehine çevirmeyi başaran sağın eseri.    

Haziran Günleri’nden Nisan Darbesi’ne

Brezilya’nın önde gelen sosyologlarından Jessé Souza, A Radiografia do Golpe/Darbenin Radyografisi adlı son kitabında, “Haziran Günleri” olarak da bilinen 2013 Protestolarıyla Nisan 2016’daki[2] darbe arasında doğrudan bir bağ kuruyor ve darbenin aslında Haziran 2013’te başladığını öne sürüyor. Buna göre 10 Haziran’da başlayan, kendiliğinden ve aşağıdan gelişen ayaklanmanın seyri 19 Haziran’dan itibaren değişmeye başladı ve muhafazakâr orta sınıfların katılımı ve ana akım medyanın manipülasyonuyla birlikte protestolar, doğrudan PT hükümetini hedefleyen gösterilere dönüştü. Böylelikle protestocuların ulaşım, eğitim ve sağlık sistemlerine daha fazla yatırım yapılması yönündeki temel taleplerinden ziyade yolsuzluk konusu ön plana çıkmaya başladı. Souza bu noktada, ana akım medyadaki yolsuzluk söylemlerinin, devleti şeytanlaştırma ve piyasayı yüceltme üzerine kurulu muhafazakâr ideolojiye dayandığını vurguluyor. Böylelikle yolsuzluk, sadece devlet kademelerine özgü bir hastalıkmış gibi sunuluyor ve serbest piyasa ekonomisinde Brezilya’nın tüm sorunlarından kurtulacağı mesajı veriliyor. Kuşkusuz, ilerleyen süreçte küresel ekonomik konjonktürün hızla Brezilya gibi emtia talebiyle büyüyen hammadde ihracatçısı ülkelerinin aleyhine dönmesi, Souza’nın bahsettiği söylemin gelişmesi için elverişli bir zemin hazırladı. Muhafazakâr orta sınıflar, gittikçe derinleşen ekonomik krizden PT’nin sosyal yardım politikalarını sorumlu tutmaya başladılar ve bu da son dönemde sınıf çatışmasını derinleştiren en önemli etken oldu. Ekim 2014’te Dilma’nın (sürekli vurguladığı gibi 54 milyon Brezilyalının oyuyla) ikinci kez devlet başkanlığına seçilmesinin ardından, sağ muhalefet bir yandan ülkenin en büyük televizyon ağına sahip grubu Globo öncülüğünde medyada PT karşıtı geniş bir kampanya başlattı, diğer yandan 2015-2016 boyunca ülke geneline yayılan kitlesel protestolar düzenledi. Souza, yukarıda adı geçen kitabında Haziran 2013’ten itibaren günbegün darbe stratejisinin finansal elitler tarafından nasıl inşa edildiğini, yargının bu süreçte nasıl siyasallaştığını ve parlamentonun nasıl satın alındığını ayrıntılarıyla açıklıyor. Darbenin finansal elitler tarafından zengini daha zengin ve yoksulu daha yoksul yapan bir araç olarak kullanıldığını belirten Souza’ya göre, Brezilya’daki gerçek yolsuzluk tam da burada yatıyor. Benzer şekilde Löwy de, darbenin Latin Amerikalı oligarşilerin yeni stratejisi olduğunu, daha önce Honduras ve Paraguay gibi “muz cumhuriyeti” olarak görülen ülkelerde uygulanan bu stratejinin Brezilya gibi bir ülkede denenmesinin çok ciddi sonuçları olacağını vurguluyor. Ancak Löwy’ye göre son sözü yine toplumsal hareketler ve işçi sınıfı söyleyecek.[3]

Haziran 2013’ten bu yana Brezilya solu içerisinde sekterleşme eğiliminin güçlendiğini ve kendi örgütlerinin çıkarlarını gözeterek farklı stratejiler geliştiren ve hareketi kendi stratejilerine göre yönetmek isteyen sol fraksiyonlar arasındaki çizgilerin giderek keskinleştiğini söyleyebiliriz. Öyle ki bu süreçte, 2013 protestolarının kıvılcımını ateşleyen ve anti-kapitalist bir oluşum olan Ücretsiz Bilet Hareketi (Movimento Passe Livre) bile geleneksel sol tarafından dışlandı ve kendisine alan açamadı. Diğer yandan Kasım 2015’ten bu yana liselerde süren işgal eylemlerinin, Temer iktidarında bakanlık binalarına yayılması ve büyümesi, sol mücadele açısından önemli bir kazanım oldu. Brezilyalılar, 2 Ekim’de yapılacak yerel seçimlere hazırlanırken, ülke genelinde sosyalist adayların Haziran Günleri’nden miras kalan forum geleneğini sürdürdüğünü ve meydanları dolduran geniş forumlarda katılımcı siyaset anlayışının yerleşmeye başladığını gözlemlemek mümkün. Ağustos boyunca süren olimpiyat oyunlarında sıklıkla duyulan “Fora, Temer” (Temer, defol) sloganını halihazırda süren paralimpik oyunlarında da aynı sıklıkla duyabilirsiniz. Dahası “Fora, Temer”, sokakta ve kültür-sanat etkinliklerinde atılan bir slogan olmanın ötesinde günlük dile öyle yerleşti ki, Brezilyalıların deyişiyle bir “bordão” (insanların ağzından düşürmediği yeni, popüler sözcük) haline geldi. Ayrıca Temer’in Portekizcede “korku” anlamına gelmesi, Temer karşıtlarına onlarca kelime oyunu yapma imkânı veriyor ve demokrasi yerine bir korku rejiminin söz konusu olduğu Temer’in önüne sadece bir “o” sesi eklenerek ifade edilebiliyor.[4] Sözün özü Brezilya, aşağıdan gelişen toplumsal hareketlerin biriktirdiği deneyimlere dayanan güçlü bir mücadele geleneğine ve müzikten edebiyata, sinemadan spora, siyasetten dine kadar hayatın her alanında kendini gösteren zengin bir direniş kültürüne sahip bir ülke. Dilma’nın ardından Lula siyaset sahnesine (devlet başkanı adayı olarak) dönebilecek mi, PT darbeye zemin hazırlayan neo-popülist politikalarının çelişkilerinden ders çıkarabilecek mi, bunu zaman gösterecek. Ancak Brezilya’nın geleceğini, Löwy’nin dediği gibi aşağıdan gelişen süreçler belirleyecek.  



[1] Temsilciler Meclisi ve Federal Senato’dan oluşan Ulusal Kongre’de Dilma’nın azledilmesini savunan grup, Brezilya kamuoyunda kısaca “BBB” olarak anılıyor. Boi (öküz) büyük toprak sahiplerini, Bíblia (İncil) Evangelistleri,  bala (kurşun) ise askerî polis ve özel timlerle ilişkisi olan siyasetçileri ifade etmek için kullanılıyor.

[2] Dilma Rousseff hakkında 12 Mayıs 2016’da Senato’da yapılan oylamada 55 senatörün “evet” oyuyla azil davası açılmış ve Dilma, yargılanmak üzere 180 günlüğüne devlet başkanlığı görevinden uzaklaştırılmıştı. Ancak Jessé Souza, 17 Nisan’da Temsilciler Meclisi’nde yapılan ve azil sürecini başlatan ilk oylamayı esas alarak Mayıs yerine Nisan Darbesi denilmesini daha uygun görüyor. Parlamento Başkan Vekili Waldir Maranhão bu oylamayı önce geçersiz sayarak iptal etmiş, ancak sonrasında oylamanın askıya alınma kararını iptal ederek sürecin devam edeceğini açıklamıştı.  

[3] Löwy’nin bloğunda yayımladığı yazı şu adreste bulunabilir: https://blogdaboitempo.com.br/2016/05/17/michael-lowy-o-golpe-de-estado-de-2016-no-brasil/

[4] Portekizcede özel isimlerin öncesinde, cins isimlerde olduğu gibi belirli tanımlık (artikel) kullanılır (Eril isimler için “o”, dişil isimler için “a”). Ancak ünlü kişiler söz konusu olduğunda bu kural geçerli değildir. Dolayısıyla devlet başkanından bahsederken “A Dilma” demenize gerek yoktur, sadece “Dilma” demeniz yeterlidir. Bununla birlikte sözü geçen ünlü kişiyi küçümsemek istiyorsanız, sanki ünlü değil de sıradan biriymiş gibi, ondan “A Dilma” olarak bahsedebilirsiniz. Temer karşıtları da “Temer” yerine “O Temer” diyerek hem devlet başkanını küçümsemiş hem de korkmak anlamına gelen “temer” fiilini isimleştirerek Temer yönetiminin bir korku rejimi olduğunu söylemiş oluyorlar.