Brezilya’da Aşırı Sağ Nasıl Kazandı?

Brezilya’da Bolsonaro’nun zaferiyle birlikte dünyadaki hâkim siyasal momenti belirleyen, Trump, Erdoğan, Putin, Modi ve Orban gibi liderlerle bir nevi “altın çağını” yaşayan otoriter sağ popülizm yeni bir ivme kazandı. Ancak en baştan belirtmek gerekir ki eski bir asker olan Bolsonaro, Kongre’de çoğunluğu kazanamamış olsa da, arkasındaki güçlü ordu desteğiyle iktidarını daha önce Brezilya’da hiçbir sivil devlet başkanının sahip olmadığı yetkilerle donatabilecek güçte bir lider. Dolayısıyla bugün Brezilya sağ popülizmden çok daha büyük bir tehditle karşı karşıya. Seçim sürecinde, daha Bolsonaro iktidara bile gelmeden, ülkenin dört bir yanında Bolsonaro’nun nefret söylemlerinin hedefi haline gelen siyahlara, eşcinsellere ve göçmenlere yönelik tehdit ve saldırılar giderek yaygınlaştı, üniversitelerde yine Bolsonaro’nun doğrudan hedef gösterdiği solcu aktivistler şiddet eylemleriyle karşılaştılar ve bazı Yahudi okullarının duvarlarında gamalı haçlar belirmeye başladı. Bolsonaro’nun seçim kampanyasının sembolü olan otomatik silah logoları her yerde boy gösterirken, sokaklarda #EleNão (#OnaHayır) tişörtleri giyen muhalifler -daha önce #ForaTemer (#TemerDefol) tişörtleriyle sorunsuzca dolaşabildikleri halde- sözlü saldırı ve tacize uğradılar. Brezilya’da özellikle son üç yıldır büyük bir nefret, korku ve kutuplaşma ortamında yükselen faşizmin ayak sesleri artık tüm Latin Amerika’yı alarma geçirmiş durumda.

Şimdi Bolsonaro iktidarıyla birlikte Brezilya’da, 1985’ten bu yana ağır aksak adımlarla inşa edilen demokratikleşme sürecini bir hamlede tersine çevirebilecek yasal düzenlemelerin geçişine tanıklık edeceğiz. Bolsonaro kişisel iktidarını sınırsız yetkilerle güçlendirirken özelleştirme ve kemer sıkma politikaları son hızla devam edecek, Bolsa Família başta olmak üzere sosyal yardım programlarında yapılacak kesintilerle en yoksul kesimlerin gelir dağılımındaki payını artırmaya yönelik on beş yıllık çaba çöpe gidecek. Bu sürece direnen muhalifler yoğun bir toplumsal baskı ve şiddetle karşılaşacaklar. Böylesine bir karanlık, elbette bir günde çökmedi. Bundan iki buçuk yıl önce, 17 Nisan 2016’da Temsilciler Meclisi’nde yapılan ve Dilma Rousseff’in azil sürecini başlatan oylamada, o dönem Sosyal Hıristiyan Parti (PSC) milletvekili olan Jair Bolsonaro, verdiği “Evet” oyunu askerî rejim döneminde istihbarat merkezi DOI-CODI’nin işkence birimini yöneten Albay Carlos Alberto Brilhante Ustra’nın anısına adadı. 1970’lerde Bolsonaro orduda yüzbaşı olarak görev yaparken, Dilma diktatörlüğe karşı mücadele veren Marksist bir şehir gerillasıydı ve üç yıl boyunca hapishanede işkence görmüştü. 1964-1985 arasında hüküm süren askerî dikta boyunca binlerce kişi işkence ve ağır insan hakları ihlallerine maruz kaldı ve (Hakikat Komisyonu’nun belgeleyebildiği kadarıyla) öldürülen 434 kişiden 210’unun cesedine hiçbir zaman ulaşılamadı. Dilma Rousseff, elektrik şokları, buzlu sular ve şiddetli dayaklardan sağ çıkmıştı ama işkenceciler hâlâ karşısındaydı. Bolsonaro o zaman “1964’te kaybettiler ve şimdi 2016’da bir kez daha kaybediyorlar,” demişti. Bugünse sadece seçim zaferi kazanmakla kalmadı, yirmi bir yıl boyunca Brezilya’yı saran faşizm ruhunu geri getirdi.  

Bolsonaro’nun “Büyük Brezilya”sı

Trump’ın “Büyük Amerika”sı gibi Bolsonaro’nun söylemlerinde de sürekli karşımıza çıkan bir “Büyük Brezilya” var. Ancak “Brezilya’yı yeniden büyük yapmaktan” söz ederken Bolsonaro’nun “yeniden” ile kastettiği dönem, Brezilya’nın diktatörlük yılları. Dolayısıyla her ne kadar “Brezilya’nın Trump’ı” olarak anılsa da, Bolsonaro daha çok “Brezilya’nın Fujimori’si” olmaya aday görünüyor. 1990’larda Latin Amerika’nın önde gelen “neo-popülist” liderlerden biri olan Fujimori, Peru devlet başkanı olarak görev yaptığı 1990-2000 arasında bir yandan işgücü piyasalarının esnekleştirilmesine dayalı yapısal uyum programları uygulamış diğer yandan neoliberalizme geçiş sürecine karşı toplumsal direnişi bastırmak için otoriter bir rejim kurmuştu. Fujimori’nin hedefinde öncelikli olarak Maocu çizgideki Aydınlık Yol vardı, ancak gerilla hareketlerine karşı yürütülen “terörle mücadele” süreci ülkedeki tüm muhalefeti baskı altına aldı. 1992’de Fujimori kendi hükümetine karşı yaptığı darbeyle Kongre’yi feshetti, yargıyı tasfiye etti, anayasayı değiştirerek kendisini geniş yetkilerle donattı, idamı geri getirdi ve basını sansürledi. 1993’te Bolsonaro The New York Times’a bir röportaj vererek açıkça diktatörlükleri desteklediğini, demokrasilerde sorunların asla çözülemeyeceğini söyledi ve ekledi: “Fujimori’yi destekliyorum. Brezilya için tek çözüm Fujimorileşmek olacaktır.”[1] O dönemde Bolsonaro, Rio de Janeiro milletvekiliydi ve Brezilya ekonomisi 1980’lerdeki borç krizinin ardından giderek ağırlaşan bir stagflasyon dönemine girmişti. Bolsonaro’ya göre askerî rejim döneminde ekonomi yıllık %6 hızla büyürken demokratikleşme sürecinde enflasyonun bir türlü kontrol altına alınamaması, demokrasiden daha ciddi ihtiyaçlar olduğunu gösteriyordu. Bolsonaro ayrıca Brezilyalıların da tıpkı kendisi gibi düşündüğünü, sokakta bir halk kahramanı gibi karşılandığını vurguluyordu.  

Bolsonaro’nun bu sözleri sarf etmesinin üzerinden yirmi beş yıl geçti ve görünen o ki zaman (şimdilik) onu haklı çıkardı. Dilma Rousseff’in azledilmesinin ardından yapılan ilk genel seçimlerin birinci turunda 49,2 milyon oy (%46) alarak beklenenin üzerinde bir performans sergileyen Bolsonaro, ikinci turda 57,7 milyon oyla (%55) rakibi Fernando Haddad’ın karşısında çok rahat bir zafer kazandı. İlk turda olduğu gibi ikinci turda da İşçi Partisi’nin (PT) oylarının kemikleştiği kuzey ve kuzeydoğudaki en yoksul bölgeler dışında tüm eyaletlerde Bolsonaro Haddad’ı geride bıraktı. Ayrıca Bolsonaro’nun partisi olan Sosyal Liberal Parti (PSL) ilk turda yapılan parlamento seçimlerinde, PT’yi geride bırakarak en çok oy alan parti olmayı başardı. 513 sandalyeli Temsilciler Meclisi’nde %11,9 oy alan PSL 52 sandalye kazanırken,  %10,3 oy alan PT (federal bölgelere göre dağılım gereği) 56 sandalye kazandı. Ancak Brezilyalılar ülke tarihinin en muhafazakâr meclisini göreve getirmiş oldular. São Paulo’dan aday olan Jair Bolsonaro’nun oğlu Eduardo Bolsonaro ise, 2 milyon 60 bin oy alarak Brezilya’nın bugüne kadar en çok oy alan milletvekili olarak tarihe geçti.[2]

Bolsonaro, bu parlak zaferini her şeyden önce derin bir kriz ve kutuplaşma ortamında yeşeren korku ve nefret tohumlarına borçlu. Seçim zaferi sonrasında Bolsonaro’nun söylediği ilk sözler, PT’yi hedef alan bu nefretin aslında solun kendisine yöneldiğini gösteriyor: “Komünizmle flört etmeye devam edemeyiz, Brezilya’nın kaderini değiştireceğiz!” Özellikle 2013’ten itibaren küresel ekonomik krizin etkisiyle birlikte Latin Amerika’daki sol popülist hükümetlere karşı gelişen kitlesel protestoların hepsinde muhafazakâr orta sınıfların aynı korkuyu paylaştığını görüyoruz: “Venezuela gibi mi olacağız?!” Aslında son birkaç yıl öncesine kadar Latin Amerika’da sağ tabanı mobilize etmek için kullanılan esas tehdit, “Küba gibi olmak”tı. Ancak bir zamanlar Arjantin’in IMF’ye olan borcunu ödeyecek kadar güçlü olan Venezuela ekonomisi, artık kendi nüfusunu besleyemeyecek hale gelince Küba’ya kadar gitmeye gerek kalmadı. Özellikle de Latin Amerika’nın dört bir yanına dağılmış dört milyon Venezuelalı göçmenin hali ortadayken!

Brezilya’da Haziran 2013’te patlak veren kitlesel protestolarda Brezilya solunun çok önemli bir fırsatı kaçırarak meydanları sağa kaptırması, bugün Bolsonaro gibi aşırı sağcı bir liderin yükselmesine zemin hazırlayan en önemli kırılma noktası oldu. PT’nin gelirin yeniden dağılımına dayanan politikalarından tehdit algılayan sağ muhalefet, orta ve üst-orta sınıfların önemli bir kesimini mobilize etmeyi başardı ve 1960’lardan bu yana sağ tabanı ilk kez bu kadar kitlesel bir şekilde sokağa çıkaran PT karşıtı (anti-petista) protestolar derin bir kutuplaşma ortamı yarattı. Protesto gösterilerinde öne çıkan darbe yanlısı pankart ve sloganlar, yine 60’lardan beri ilk kez askerî müdahalenin muhafazakâr kesimlerde giderek yükselen bir toplumsal talep haline geldiğini gösteriyordu. Brezilya bayrağının sarı yeşil renklerine bürünen protestocular, ekonomik krize ve yolsuzluğa yol açan “popülizm tehdidine” karşı ülkelerine sahip çıkıyor ve “Komünistler Küba’ya!” diye haykırıyorlardı. Bununla birlikte seçim sürecinde ortaya çıkan sahte WhatsApp mesajları aracılığıyla Haddad ve ailesine karşı yürütülen kirli kampanyada olduğu gibi, sosyal medyada yayılan komplo teorileri ve yalan yanlış haberlerle PT’nin imajı yerle bir edildi. “Ekonomiyi batırmakla” suçlanan Dilma Rousseff’in azledilmesi, Lula da Silva’nın Brezilya’daki tüm yolsuzlukları yöneten bir numaralı sabıkalı olarak cezaevine girmesi ve Bolsonaro’nun “Brezilya her şeyin üstünde” sloganıyla bir anda yükselmesi ancak böyle bir kutuplaşma ortamında mümkün olabilirdi. Peki, Lula ve Dilma’nın çizgisi, Chávez, Morales ve Kirchner gibi liderlerin temsil ettiği Latin Amerika’nın “radikal popülizm” geleneğinden bariz bir şekilde ayrıyken, PT nasıl oldu da Brezilya için bir “komünizm tehdidi” haline geldi?  

Dilma Rousseff neden azledildi?

Brezilya’da neoliberalizme geçiş, 1990’ların başlarında, diğer Latin Amerika ülkelerine kıyasla daha geç bir dönemde gerçekleşti. Bunun en önemli nedeni, askerî rejimin son yıllarında yükselen sol mücadelenin neoliberal reformların uygulama alanını büyük ölçüde daraltmasıydı. Diğer yandan 1980’lerde borç kriziyle birlikte enflasyonun kontrolden çıkması ve makroekonomik istikrar programlarının yüksek enflasyon sorununu bir türlü çözememiş olması, neoliberalizme geçişin önünde büyük bir engel teşkil ediyordu. Ekonomik krizle birlikte, 1970’lerin sonlarından itibaren yükselen kitlesel hareketlerin askerî rejim üzerinde yarattığı baskı, kapitalist sınıflar arasında demokrasiye geçişten yana bir uzlaşı oluşmasında önemli rol oynadı. Dolayısıyla Brezilya’da demokrasiye geçiş süreci, yakın bir örnek olan Arjantin’deki gibi diktatörlük döneminden kalma kurumsal kalıntıların üzerine inşa edilmedi. Aksine, askerî rejimin yöneticileri, ülkenin geleneksel elitleriyle beraber demokrasiye geçiş sürecini bizzat kendileri yönettiler. Böylelikle demokrasiye geçiş, esas olarak neoliberalizme geçişi sağlayacak ve ordunun siyasetteki ağırlığını koruyacak bir süreç olarak inşa edildi.   

2016’da Dilma Rousseff’in azledilmesine yol açan Mali Sorumluluk Yasası, 1980’lerde başarısızlıkla sonuçlanan onlarca istikrar programının ardından, 1994’te Cardoso’nun uyguladığı “Real Planı” ile başarıya ulaşan ve neoliberalizmin hâkim birikim sistemi olarak yerleşmesini sağlayan enflasyon hedeflemesi ve sıkı maliye politikalarının yasalaşmış haliydi. Mayıs 2000’de yürürlüğe giren yasa, bundan sonraki süreçte Brezilya’da makroekonomik politikaların genel çerçevesini belirleyen temel unsur oldu. 2002 seçimlerinde Lula, Mali Sorumluluk Yasası’nın dayandığı makroekonomik istikrara sadık kalacağını ilan etmiş ve bu şekilde liberallerin desteğini alarak devlet başkanlığına seçilmişti. Ancak ekonomik krizin olumsuz etkileriyle mücadele eden Dilma, Lula’ya kıyasla neoliberalizme daha mesafeli bir politika izledi ve sermaye hareketleri ve faiz oranlarına müdahale ederek Mali Sorumluluk Yasası’nı ihlal etti. Dilma’nın yeni kamu yatırımlarıyla yerli üreticiyi korumaya yönelik yeni-kalkınmacı stratejisi, “komünist” bir tehdit oluşturmuyordu ancak ülkedeki hâkim sermaye fraksiyonuyla PT’ye yakın olan ulusal burjuvazi arasındaki kapitalist sınıf rekabetinin giderek şiddetlenmesine yol açtı.

2018 seçim sonuçları gösteriyor ki bu rekabet sadece PT’yi değil, büyük sermaye çevrelerini temsil eden, Cardoso’nun da kurucuları arasında yer aldığı Brezilya Sosyal Demokrasi Partisi’ni (PSDB) de olumsuz etkiledi. PSDB adayı Geraldo Alckmin, başkanlık seçimlerinde sadece %4 oy alabildi (ki bu, partinin tarihinde aldığı en düşük oy oranıydı). Ayrıca 2014’te Temsilciler Meclisi’nde üçüncü sırada yer alan parti onuncu sıraya kadar düştü. Bunda elbette Lava Jato adlı yolsuzluk soruşturmasında adı geçen PSDB’li siyasetçilerin önemli bir rolü vardı. Sonuç olarak iki parti arasındaki çekişme, Bolsonaro’ya yaradı ve PT ile PSDB seçimin en büyük kaybedenleri olurken Sosyal Liberal Parti (PSL) merkez sağın yeni adresi olmayı başardı (PSDB’nin partinin adındaki sosyal demokrasiyle alakası olmaması gibi, PSL de liberal değil, muhafazakâr bir parti). Bolsonaro’nun geleneksel destekçileri esasında büyük toprak sahipleri (Boi/öküz), Evanjelistler (Bíblia/İncil) ve ordudan (Bala/kurşun) oluşan “BBB Grubu”. Ancak Latin Amerika’nın en büyük yatırım bankalarından biri olan BTG Pactual’ın kurucularından Paulo Guedes’i ekonomi bakanı yapacağını ilan eden Bolsonaro, Brezilya’daki hâkim sermaye fraksiyonuyla yakın bir ilişki geliştirmeyi başarmış görünüyor. Ayrıca Bolsonaro’nun seçim vaatlerinden biri, Çin yerine ABD ile ekonomik ilişkileri geliştirmekti -bu da Lula döneminde uluslararası rekabet gücü artan ihracatçı sektörlerin yöneldiği Güney pazarı yerine ABD’nin hegemonyasındaki ulusaşırı birikim ağına daha sıkı entegre olmak anlamına geliyor.

Marielle Franco’yu kim öldürdü?

Eğer PT sağ popülizmin yükselişine karşı radikal bir sol popülist siyaset izleseydi Bolsonaro’nun seçim zaferinin önüne geçilebilir miydi, bu başka bir yazının tartışma konusu. Ancak burada daha büyük bir tehdit mevcut ve faşizme karşı mücadele, aşağıdan yukarı örgütlenen kitlesel bir direniş gerektiriyor. Brezilya’da askerî devletin hâlâ ne kadar güçlü olduğunu görebilmek için, 14 Mart 2018’de gerçekleşen Marielle Franco suikastına bakmak yeterli. Sosyalizm ve Özgürlük Partisi (PSOL) Belediye Meclisi üyesi Franco, siyah ve eşcinsel bir kadın olarak tam da Bolsonaro’nun nefret söylemlerinin hedefinde yer alıyordu. Franco ayrıca Rio de Janeiro’daki en büyük ve en tehlikeli gecekondu mahallelerinden (favela) biri olan Maré’de büyümüş ve eğitimini on yaşından beri çeşitli işlerde çalışarak sürdürmüştü. Yüksek lisans tezinde polis devletinin, favelalar üzerinde uyguladığı şiddetle yoksulları nasıl baskı altına aldığını gösteren Franco, Temer hükümetinin Rio de Janeiro’nun güvenliğini orduya devretmesine karşı en çok ses çıkaran muhaliflerden biriydi. 2018’in Şubat ayında Rio Karnavalı sırasında artan şiddet olaylarını gerekçe gösteren Temer hükümeti, 2016’daki Rio Olimpiyatları’nda olduğu gibi eyaletteki polis ve güvenlik güçlerinin kontrolünü orduya devretmiş, ancak bu sefer daha kalıcı mekanizmaları da devreye sokmuştu. Rio de Janeiro’ya ordunun müdahalesinden tam bir ay sonra Marielle Franco, şehir merkezindeki Lapa’da gerçekleşen “İktidar Yapılarını Değiştiren Siyah Kadınlar” adlı panelin çıkışında, aracına yapılan silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetti. Franco’yla birlikte şoförü Anderson Gomes’i de öldüren katiller hâlâ dışarıda. 

Seçimlerden önce kadınların öncülüğünde gerçekleşen Bolsonaro karşıtı eylemde Marielle Franco’nun resmi, 29 Eylül 2018, Rio de Janeiro.

Marielle Franco’nun katledilmesi, Rio de Janeiro başta olmak üzere ülke genelinde büyük bir kitlesel hareketliliği tetikledi. Son dönemde kadına yönelik şiddetin artmasıyla beraber ivme kazanan kadın hareketi başta olmak üzere, LGBTİ hareketi, favela örgütlenmeleri ve insan hakları örgütleri birlikte geniş katılımlı kitlesel protesto eylemleri düzenlediler. Bu eylemlilik seçim sürecinde de yine kadınların öncülüğünde gerçekleşen Bolsonaro karşıtı kitlesel protestolarda kendini gösterdi. Marielle Franco’nun katillerinin peşine düşmek ve cinayetin sorumlularından hesap sormak, bugün Brezilya’da aşırı sağın yükselişine zemin hazırlayan militerleşmeye ve muhaliflere yönelik, Bolsonaro’nun nefret söylemleriyle tetiklenen şiddete karşı mücadele etmek için önemli bir ilk adım teşkil ediyor. Ancak “sosyalizmi Brezilya siyasetinden silme” vaadiyle seçim kazanmış işkence ve darbe yanlısı bir devlet başkanının iktidarında örgütlenmek ve mobilize olmak kolay olmayacaktır. Burada en büyük sol parti olan PT’ye kendisine yakın sendika ve sivil örgütlerin güvenliğini sağlayarak kitlesini sokağa çıkarma konusunda büyük bir görev düşüyor. Ayrıca Bolsonaro’ya karşı gelişen kitlesel hareketliliğin sürekliliğini sağlayacak ve PT’nin yanı sıra PSOL, PCdoB, CUT, MTST, PCB, UNE, CTB, MST ve CSP CONLUTAS gibi önde gelen toplumsal muhalefet aktörlerini içerecek bir “birleşik cephe” kurulmadıkça faşizme karşı etkin bir mücadele sürdürmek mümkün olmayacaktır. Bu açıdan Bolsonaro iktidarını kötü bir son değil, Brezilya’nın sınıf mücadelesi tarihinde yeni bir sayfa olarak karşılamamız gerekiyor.


[1] James Brooke, “Conversations/Jair Bolsonaro; A Soldier Turned Politician Wants To Give Brazil Back to Army Rule”, The New York Times, 25 Temmuz 1993, https://www.nytimes.com/1993/07/25/weekinreview/conversations-jair-bolsonaro-soldier-turned-politician-wants-give-brazil-back.html

[2] “Eduardo Bolsonaro é o deputado federal mais votado da história”, Folha de São Paulo,  8 Ekim 2018, https://www1.folha.uol.com.br/poder/2018/10/eduardo-bolsonaro-e-o-deputado-federal-mais-votado-da-historia.shtml