Kırgızistan’da rahatsızlıklar bir süredir artmaktaydı. İki buçuk yıl aradan sonra Şubat başında buraya döndüğümde, ilk fark ettiklerimden biri halktaki huzursuzluğun artmış olması ve pahalılıktan daha çok şikâyet ediliyor olmasıydı. İki-üç yıl önce devrik cumhurbaşkanı Akayev hakkında olumlu söz duyamazdım. Sadece konu tartışılırken, sessiz kalanların ifadelerinden farklı düşündüklerini sezerdim. Akayev kötü, Bakiyev ise halen umut vaad eden biriydi. Bazı rahatsızlıklar doğmaya başlamıştı, ama hâlâ Bakiyev’in bir meşruiyeti vardı. Ben buradayken iki kere söz verilecen anayasada değişikliklerinin yapılması için insanlar Bişkek’te toplandı, ben de bunları izledim, resimlerini çektim ve yazdım. Ama sonuçta küçük çaplı çatışmalar dışında bir karışıklık yaşanmadan insanlar meydanda toplandılar, birkaç gün kaldılar, sonra anlaşma sağlandı ve dağıldılar.
Bu gelişimde ise, neredeyse herkesin durumdan şikâyetçi olduğunu fark ettim. Daha önce Akayev kötülenirken sessiz kalanlardan biriyle de görüştüm. O zaman da Akayevci değilmiş, şimdi de, ama Akayev’e haksızlık edildiğini, aslında o kadar kötü olmadığını düşünüyormuş. Şimdi bunu rahatça dile getirip, Bakiyev’in ne kadar kötü olduğunu, o zamanlar onu övenlerin de artık fikir değiştirdiğini söylüyordu. Yanlış anlaşılmasın, o zaman sessiz kalıyordu derken, bu siyasi baskıdan korktuğundan değildi. “Mahalle baskısı” denene benzer, örneğin bizde de zamanında Özal için olumlu konuşanların azlığı gibi bir durumdu. Gazetelerde falan deniyordu ki, “Kimse Özalcı olduğunu kabul etmiyor, ama seçim zamanı herkes Özal’a oy veriyor! Nereden çıkıyor bu oylar?” Burada da öyle bir sebepten ses çıkmıyordu. Arkadaş arkadaşı biliyordu. Şimdi ise, insanlar “devrim oldu, ne değişti?” diyorlardı.
Çok şikâyet olmasına karşın “bundan bir şey çıkmaz herhalde”, diye bir düşünce doğmuştu bende. Çünkü bir yandan da konuştuklarım, “bir şey değişmedi, Olan insanlara oldu! Tekrar devrim olsa ne olacak” diyorlardı. Ama işler öyle gelişmedi! İnsanlar uzun süre beklediler ve sonra Bişkek’te meydanda toplandıklarında artık önlenemez bir güç halini almışlardı.
İş nasıl bu aşamaya geldi? Bir kere Kırgızistan’ın ekonomik olarak yapısal sorunları var. Bunları aşmaları çok zor. Bu söylenirken, ardından “küçük bir ülke” deniyor, ancak 200.000 km2’lik bir ülke olarak aslında çok da küçük değil, Avrupa’daki pek çok ülkeden büyük, örneğin Bulgaristan’ın neredeyse iki katı. Üretim kaynakları sınırlı, ama zaten nüfus da az, 5.400.000. Yine de ülke yirmi yıldır ayakları üstüne kalkabilmiş değil. Burası SSCB yıkılırken Batının laboratuar olarak seçtiği ülke. Kırgızistan tüm eski SSCB ülkeleri içinde Dünya Ticaret Örgütüne ilk kabul edilen ülke ve onların reçetelerinin de ilk denendiği ülke. “Küçük bir ülke, nüfusu az; az bir yatırım ve istikrarla burayı Orta Asya’nın İsviçre’si yaparız” diye düşünülmüş. Sadece güzel dağları ve yaylaları nedeniyle değil, asıl Orta Asya’nın finans merkezi olarak “İsviçre” yapılacakmış.
Burada kapitalizme geçiş için şok terapi seçilmiş ve neredeyse bir gün içinde neredeyse tüm devlet mülkleri özelleştirilmiş. İşletmeler bir tür doğal seleksiyona bırakılmış. Gerekli görülenler ya da kâr edebilecek olanlar satın alınır, diğerleri kendi haline bırakılır. Tabi her şeyin alıcısı olmadığından pek çok kurum çökmüş. Örneğin daireler orada yaşayan insanlara bırakılmış, araziler kolhoz ya da sovhozdaki insanlara, kolhozdaki payları nispetinde dağıtılmış. Ama ortak mallar ortada kalmış. Traktör gibi ortak araçlar, iş aletleri ya da ortak alanların bakımı için gerekli hizmetler... Şu oturduğumuz apartmanların içinin ve dışının felaket durumu da bununla ilgili. Yirmi yıldır binaların ne içi bakım görüyor ne doğru dürüst temizleniyor ne de dış cephede dökülmüş sıvalar umursanıyor. Neyse ki Sokaklara bakacak bir belediye var.
Daha vahimi, fabrikaların durumu. Doğal seleksiyon onların hepsini doğanın kucağına terk etmiş. Hem mecazi anlamda, kapitalizmin orman koşullarına; hem de gerçek anlamda; içlerini ot bürümüş. Eski dönemde üretim yapan fabrikaların büyük çoğunluğu bugün kendi haline bırakılmış, terk edilmiş vaziyette. Tarıma baktığınızda durum çok bozulmuş, ama sanayi ondan da beter etkilenmiş. Toprağı insanlara paylaştırabilirsiniz, ama ortak araçlar ortada kalacağından, her birinin bir traktör alacak durumu da olmadığından ya yine ilkel tarım koşullarına dönerler ya da toprağı, gelir getirmeyecek kadar küçükse, satarlar. Ama yine de bir şansları vardır. Fabrikalar içinse bu söz konusu değil. İşçiler fabrikayı ortak nasıl yönetecek, parçalanmış bir ülkede hammadde nereden gelecek, mal nereye satılacak? İnsanlar fabrikalardan alabileceklerini alıp yeni gelir kaynakları arayışına girmişler. Elinde bir kamyon demir olan kadınlar duymuştum eskiden. Fabrika dağılırken, ona da o düşmüş, ama satacak yer olmadığından mal elinde kalımış.
Bugün Kırgızistan’da çok az üretim var. Son yıllarda sanayi üretiminin arttığına dair olumlu sözler duyuyorum, ama bunlar güneyde kumaş, havlu üretiliyormuş gibi ufak çaplı girişimler. Bir de tabi ufak bir gıda üretim sektörü var. Kırgızistan Orta Asya ülkeleri içinde krizden en hızlı çıkan, en yüksek büyüme gösteren ülke, ama o kadar geriden başlıyorlar ki! Küçük bir tesis bile fark yaratıyor.
Bu aslında Rusya için de geçerli. Geçen yıl kampa gideceğimizde bizden Rus malı ürünler getirmemiz istenmişti. Yurtsever, Komünist yoldaşlar tarafından... O ürünlerin de ne olduğunun listesini verdiler. Hiç de kolay olmadı listedekileri bulmak. Aldığımız alt tarafı yiyecekti. Rusya’da bile tekstil, elektronik, sanayi bugün çok kötü. Silah sanayi, uzay gibi kökü geçmişe uzanan sektörler ile üstünde oturdukları gaz ve petrol hariç üretim yok denecek kadar az ya da kalitesiz. Yirmi yıl önce Newsweek’ten bir karikatür hatırlıyorum. Kırgızistan’daki çöküşü de çok güzel özetliyor aslında. Ortada bir araba enkazı, etrafında çeşitli yönlere dağılan insanlar vardı. Her birinin elinde de arabanın bir parçası. Karikatürün altında “Russian privatization” yazıyordu, “Rus usulü özelleştirme”.
Rusya’da da Kırgızistan gibi hızlı bir özelleştirme sürecine girişilmişti, hâlâ da Rusya yeniden üretici bir güç olmak yerine gaz ve petrol gelirlerinin üstünde ekonomik ve siyasi güç oluşturmaya çalışan bir ülke; üretmeyen, olanı satarak yaşamaya çalışan bir ülke olarak var olmaya çalışıyor. Bunlar az sayıda insan istihdam eden, gelirin de az sayıda insan tarafından bölüşüldüğü işletmeler olduğundan ülkeyi güçlü gösterse de, dünya çapında milyarderler yaratsa da, halk sürünmeye devam ediyor.
Kırgızistan’da ise bunlar da yok. Dağlar ve nehirleri ile Sovyet döneminden kalan hidro elektrik santralleri sayesinde önemli bir elektrik üretim merkezi. Ürettiği elektriği komşularına da satıyor. Bir de altın ve cıva üretimi var, ama ülke ekonomisinde ağırlıklı bir yere sahip olan tek madeni zengin bir altın madeni olan Kumtor, ki onun da tamamı Kanadalılara ait ve ekonomiye olması gerektiği kadar katkı yapamıyor. Çıkarılan altının ne kadarı bildiriliyor, ne kadar vergi veriliyor şüpheli. Bu, Çin sınırında, 4.000 metre yükseklikte bir maden. Az sayıda çalışanı var. Ekonomik faydasının azlığı yanında çevreye verdiği zarar nedeniyle de ara sıra ona karşı Kırgızların eleştirileri yükseliyor. Türkiye’de karşı çıkılan siyanür, burada serbestçe kullanılıyor ve 1997’de iki tona yakın siyanür taşıyan bir kamyon Issık göle akan bir nehre düşmüş. Issık göl Kırgızların göz bebeği. Bu, çok tepki almış, ama o zamanki bakan göle girip “bakın yüzüyorum işte, hiç zararlı değil” diye beyanat vermiş. Ne kadar tanık değil mi? Bizde de 1986’da, Çernobil sonrasında TAEK başkanı Ahmed Yüksel Özemre televizyonda radyasyonlu çay içip, radyasyon yok diye açıklama yapmamış mıydı?
Bişkek’te harap halde pek çok fabrika var. Bunlardan bir kısmını fotoğraflamıştım. Fotoğraf çektiğim yerdeki binalardan en büyük olanı halen çalışıyor gibiydi. Kapısında taş-demir yazıyordu ve rahat iki yüz metrelik bir tesis uzanıyordu. Rusya’da Daria’nın babasının gezdirdiği, Rusya’nın en büyük boru üretim merkezlerinden biri olan fabrikaya benziyordu. Oradaki upuzun tesiste öncelikle petrol ve gaz için uzun borular üretip dünyaya satıyorlardı. Kırgızistan’da ise... Yine upuzun bir tesis; çalışıyor görünüyor ama atıl duruyordu. Zamanında burada yapılan beton-çelik prefabrik evleri burası üretmiş olmalı. Sanayi bölgesinin kenarında bir yerine bir alışveriş merkezi yapmışlar. Adı Taşrabat. Taşrabat Kırgızistan’daki tarihi bir hanın adı. Ama adında buranın eski günlerine, “beton şehri” olduğu günlere bir ima var sanki. O atıl görünen, kiminde insanların çalıştığı sanayi artığı bölgede dolaşırken bir Kırgız gençle konuştum, bilgi almaya çalıştım, ama orada çalışmasına karşın nasıl bir yerde çalıştığı hakkında bilgisi yoktu. Yalnız atıl yerlerden birinin, benim resmini çektiğim tren rayının sol yanındaki binanın Atambayev’in olduğunu söylediği. Atambayev geçen hafta muhalefet lideriydi. Bişkek’te olayların başladığı 7 Nisan sabahı gözaltına alındı. Taraftarları, partisi önünde, Sosyal Demokrat Parti binası önünde toplandılar. Polis saldırdı, ancak kalabalık karşı saldırıya geçti, polisleri püskürttü, silahlarını aldı. Elinde silahlarla yürüyen kalabalık olarak, onların meydana girerken resimlerini gördük. Atambayev şu an yeni hükümetin liderlerinden.
Sanayi bölgesine alışveriş merkezi yapılmasının sembolik değeri var, ama daha sembolik olan, o sanayi bölgesinin yanı başında bir pazarın ortaya çıkmış olması. Çoğunluğu Çin’den gelen inşaat malzemelerinin satıldığı bir Pazar yeri. Çöken bir üretim ve onun yerini alan bir pazar...
İkisi de bir şekilde insanlara gelir sağlıyor, ama bu şeklin ne olduğu da önemli. O küçük dükkânlarda, kışın ısıtması bile olmayan yerlerde, yandaki küçük dükkânla rekabet edebilmek için mümkün olduğunca kârdan kısan, sabahtan akşama kadar çalışan dükkân sahipleri… Ne bir sağlık güvenceleri var, ne iş güvenceleri, ne tatilleri, ne emekli maaşları... Küçük meta üretimi dediğimiz, ayakta kalmak için en kötü koşullarda çalışmaya razı insanlar... Kagarlitsky’nin Rusya için dediği gibi bu kapitalizmin de en kötü biçimi. Üretimin olduğu bir yerde hiç olmazsa çalışanlar vardır, onların örgütü ve hakları vardır.
Peki, o kapanan fabrikalardakiler ne olmuş? Birinin resimlerini paylaşmıştım. 50 yaşlarında bir Tatar. Onu gördüğümde elindeki kimliğini gösterip para istiyordu. Benimle dilencilik yerine sohbet etti, sonra kimliğin ne olduğunu sorunca, emekli kimliği olduğunu söyledi. Burada emekli kimliğini göstermek dilenmek için meşruiyet sağlıyor. 50 yaşında bir adam nasıl emekli olabilir? Konuştuk. Fabrikadan emekli olmuş. Fabrika kapanırken muhtemelen çalışanların hepsini emekli edip, 50 dolar civarında kimseye yetmeyecek bir maaş bağlamışlar. Sovyet dönemini düşünecek olursanız, “dünyayı elleriyle yaratan bir sınıfın onurlu savaşçısı”, bir süper gücün ve “insanlığın geleceğinin yaratıcısı” iken, şimdi... İşsiz, yıkılmış bir ülkenin tek başına yaşamaya çalışan insanıydı. Ne kişisel olarak ne de parçası olduğu ülke olarak hiçbir saygınlığı kalmamıştı. Konuşmaya başladığımızda zor ayakta duruyordu. Uzun uzun bana Frunze’yi anlattı. Bişkek’i değil... Babası Stalin tarafından molla bir aileden oldukları için Kazan’dan Sibirya’ya sürülmüş, sonra Kırgızistan’a gelmesine izin çıkmış ve orada aile kurmuş. Hesaplayınca, babası herhalde 1956’daki aftan sonra Kırgızistan’a gelmiş, evlenmiş, bizimki doğmuş. Stalin’i hiç sevmiyordu. Trotsky’den söz etti, onu da okumuş, ama “o da iktidara gelse, aynı şey olurdu” diyordu. Lenin... Tabi ki Lenin’e söz yoktu, “nastayaşie çelovek”, “gerçek bir insan” ya da “esaslı insan”!
Çok doluydu. Kendi şehrini, kendi kimliğini, yaşadığı dönemi özlüyordu. Aynı taşların üstüne basar, aynı yerlerden geçerken... 1918’de ölenler için, yani devrim şehitleri için yapılmış sütunun önüne geldi. Önünde sönmeyen ateş var(mış). Gençliğinde o da orada nöbet tutmuş. Önünde durdu yine selam verdi. Ben fotoğraf makinesini çıkarınca, elini kalbinin üstüne koydu, başını kaldırıp, gözlerini ileriye dikerek, poz verdi. O günleri yeniden yaşıyormuş gibi… Sonra eliyle gözyaşlarını sildi. “Ne oldu?” diye sordum ona, konuşacak kadar kendini toparlayınca, arkadaki çocukları gösterdi. Sütunun altındaki mermerde kaykay kayan Rus çocuklar... Onlardan yakındı. Geçmişin değerini bilmediklerinden şikâyet etti. Yaşlı bir adam gibi… Oysa onun mutlu olduğu günlerde olsaydı, herhalde o çocuklara devrimin gölgesi altında, onun getirdiği mutlulukla oynayan çocuklar olarak bakardı.
Ona biraz para verdim. Verdiğim parayla bir büfeye gidip yiyecek ufak bir şey aldı, su bardağıyla bir şey içti. “Su muydu?” diye sordum. “Ben su içmem!” dedi. Yarım bardak votkayı su gibi içmişti. Benim verdiğim azıcık parayla onları nasıl aldı onu da anlamadım. Para çıkarmadı, biliyorum, çünkü parasını göğsündeki bir cüzdanda tutuyordu. Bana da on kere tembih etti: “Paranı cebinde taşıma, kıyafetinin içine koy, çalarlar! Dolmuş parası kadarını dışarıda tut!”… Büfeci için “Tavariş” diyordu, “yoldaş”! Anlaşılan adam ondan az para almış.
Beni kızıyla tanıştırmak için ısrar etti. Yakında bir yerde çalışıyormuş; o bana kızının çalıştığı yeri tarif edecekmiş, ben bakacakmışım. Kızı onu görmek istemiyordu. Beni evine davet etti. Kiracı olarak kalmam için... Kızı gittiği için bir oda boşmuş, böylece çamaşır, yemek, temizlik sorunum da olmazmış... Sonra bir şekilde ayrıldım ondan. Kızının çalıştığı yerin yakınında, onun yanına gitmek ister ama gidemezken...
Bu 21 Martta, yani Nevruzda olmuştu. Panayır gibi geçen halk konserleri sırasında... Onları gözlemlemektense, saatlerce onunla konuşmak daha insani geldi bana.
O terk edilmiş sanayi bölgesinin olduğu yeri ertesi gün, okuldan eve yürürken keşfettim. Yaklaşık sekiz kilometrelik bir yürüyüş yapmıştım. Aslında okul ev arası sadece 6,5 km. Hava güzelse, ara sıra yürüyorum. Dün, yani 9 Nisanda ve 7 Nisanda da yürüdüm. Ama o sefer keşif yapacağım için daha çok yol teptim. İyi de oldu. Eski sanayi bölgesi benim evimin olduğu Sovyet caddesinin biraz yanında yer alıyor. İçinden raylar geçiyor. Raylar şehrin doğusundan batıya, önce istasyona, yani daha önce söz ettiğim Erkindik Bulvarının başladığı yere uzanıyor, sonra diğer önemli cadde, Manas caddesi üstündeki fabrikaya. Fabrikalar raylarla tedarik hatlarına bağlanmış. Hammadde de üretilenler de buradan SSCB içinde dağılıyor. Diğer uçta, iki buçuk km. uzaktaki Manas caddesi üstündeki fabrika da bugün harap vaziyette. Bir gün oraya da girmek istiyorum. Manas caddesi üstündeki, zamanında varlığı gizli tutulan fabrikalardan, daha doğrusu ne ürettiği. Orada çalışan insanlar ürettikleri hakkında ya bilgi vermiyorlar ya da yanlış bilgi veriyorlarmış; sanırım tencere ürettiklerini söylüyorlarmış. Yüksek duvarları var ve trenlerle kapalı olarak gelip giden malzemelerle bu gizliğili pekiştirmişler. Anavatan Savaşı (II. Dünya Savaşı) sırasında Moskova’yı korumak için kullanılan kurşunların çoğu burada üretilmiş. Bu nedenle bir tür kahraman fabrika! Burası da şimdi bir hayalet şehir gibi. Yüksek duvarların arkasında, kısmen yıkık duran bir fabrika harabesi…
Aslında bu sanayi hattı sanırım buradaki favori rock bar ve konser salonu Promzona’ya kadar uzanıyor. Orası şehrin dışında ama sanırım aynı hat üstünde ve Promzona aslında “sanayi bölgesi”nin (promışlennaya zona) kısaltması. Buraya kadar bu çok geniş bir hat oluyor. Ama… terk edilmişliğin hattı.
Rusya üstüne Mayıs başında yazdığım bir yazıda Kırgızistan’dan da söz etmiştim. Şöyle yazmışım “Kırgızistan’dayken ‘o ülkenin vahim durumu karşısında SSCB’nin dağılışının faturası buraya çıkmış, sistem çözülünce asıl burası çökmüş’ diye düşünüyordum. Her yerde çürümeye terk edilmiş fabrikalar, tesisler, atıl devlet çiftlikleri... Ekonomisi çökmüş, üretim yerine Çin’den ve Afganistan’dan gelen mallara aracılık ederek yaşayan bir ülke. Pazarların kirasını toplamak için çıkan çatışmalar, pazardan meclise giden vekiller, öldürülen pazar sahibi muhalefet liderleri, 2005’te bir sınır kentindeki pazarda başlayan “turuncu devrim” vs. Bunun yanında devletle ilgili her şeyin rüşvete dayandığı bir sistem. Gümrükte, sokaktaki polisle, eğitimde, sağlıkta... Her alanda... Sınıfça öğretmene, profesöre rüşvet verilen, o kabul etmezse dekana, müdüre verilen. İyi not hak eden öğrencinin bile hak ettiğini karnede görmesi için rüşvet vermesi gerektiği bir yer. Polis para almak için illa bir açık bulmaya çalışır. Üniversite diplomasını derse gitmeden parayla almak mümkün, hatta genel uygulama bu. Diplomayı aldıktan sonra atama da yine parayla. Kırgızistan’da bunlar istisnai vakalar da değil. Farklı alanlardan pek çok kişiden benzer örnekler dinledim ya da gündelik konuşmalar içinde sıradan bir şeymiş gibi söz edildiğine tanık oldum. Bu, sistemin kendisi haline gelmiş. Öyle ki, bunun parçası olmaya direnenlere sorun çıkarılıyor. Biri hastalanınca Bişkek’ten kendi köyüne gidiyor, çünkü oradaki doktor eskiden Bişkek’te hastanede başhekimmiş, ama istenen parayı vermediğinden sürülmüş, yerine başkasını başhekim yapmışlar. Yıllardır jürideki biri sorun çıkardığından doktorasını alamıyormuş, çünkü istediğini vermiyormuş. Okulda dışlanmış çünkü öğrencilerden para alınmasına karşı çıkıyormuş vs. Hayatın farklı kademelerinde, öğretmen, öğrenci, profesör, hasta, doktor... Pek çok insandan birbirini teyit eder benzer olaylar dinlemiştim. Bunu Kırgızistan’ın felaketi olarak görüyordum…”
Ve şunu eklemiştim: “Rusya’da şu kadar zaman geçirdikten sonra anlamaya başladım ki, çöken sadece Orta Asya ülkeleri olmamış ya da SSCB’nin çeperindeki diğer ülkeler de değil. Sistem Rusya’daki insanların da üstüne çökmüş!”
Rüşvet mekanizmasını çözmek çok zor. Polis, öğretmen, emekli maaşları 50-60 dolar civarında. Kırgızistan’da istatistiklere göre nüfusun %40’ı yoksulluk sınırının altında bir gelirle yaşıyor. Bu, günlük iki dolar olarak kabul ediliyor. Bu maaşlarla memurlar ve emekliler de yoksulluk sınırının altında yaşıyor demek. Bunlara bir de işsiz yığınları, hatta pazarlardaki ya da yol kenarlarındaki küçük büfelerde çalışanları eklemek mümkün, hatta hizmet sektöründe çalışan pek çok kişi için de ücretler çok düşük. Ülke nasıl ayakta duruyor? Rüşvet alabilen rüşvetini alıyor tabi. Bir tür özelleştirme. İşinizi yaptırmak istiyorsanız bir normal yolu var, madem ki her şey özelleşti, verir parasını yaptırırsınız; bir de uzun yolu var, ki o da resmi prosedür oluyor. Elbette ki her zaman, her şeyde değil, ama devlette pek çok işin bir rayici var.
Bunu çözmek de çok zor. Devletin vergi toplayabilmesi gerekli ki çalışanlarının maaşını yükseltebilsin. Vergi nereden gelecek? Burayı ayakta tutan en büyük gelir kaynağı ticaret. Rusya’daki milyarlarca dolarlık pazarların malları Çin’deki Uygur bölgesinden çıkıp, buradan geçip Rusya’ya gidiyor. Moskova’da, St. Petersburg’daki pazarlarda bizzat Kırgızlar tarafından satıldığını gördüm bu malların. O pazarcıların ve temizlik gibi işler yapan Kırgızların Rusya’dan Kırgızistan’daki ailelerine yolladıkların paralar da buranın ekonomisi için önemli bir girdi yaratıyor. 5.5 milyon Kırgızistan vatandaşının 500-800 bini yurtdışında! Bunun yarattığı, küçümsenecek bir gelir değil. Bir zamanlar Türkiye de bütçe açığını Almanya’dan işçilerin yolladıklarıyla kapıyordu; sonra onlar paralarını Almanya’ya yatırdılar; yerlerini turizm gelirleri aldı.
Yurtdışından gelen paraya vergi uygulanması olsa olsa paranın kaçak getirilmesine yol açar. O, zaten dişlerinden tırnaklarında arttırdıkları para! Ticareti vergiye bağlamaya çalışmak da yararsız. Taşkent’te Almatı’da da çok büyük pazarlar vardı. Her iki ülke de bunları kontrol altına almaya girişti. Bunun sonucunda iki pazar da bölgedeki ağırlıklarını Bişkek’teki Dordoy pazarına bıraktı. Wikipedia’ya göre Dordoy bugün, Tayland’daki bir pazardan sonra dünyanın en büyük ikinci pazarıymış ve bu, Kırgızistan’daki tek pazar değil. Bu sayede pek çok insan yoksul koşullarda da olsa hâlâ burada hayatta kalma şansı bulabiliyor.
Kırgızistan’da ekonomik bir açmaz var; buranın dışarıdan ekonomik bir girdi bulup, bir plan dâhilinde üretime geçerek, üretimi canlandırması, hem insanlara iş hem gelir hem de devlete vergi yaratması şart. Yoksa beş yıl sonra bir isyan daha işten değil. Bu yapısal bir sorun ve çözülmediği takdirde burada periyodik olarak isyanların çıkması işten değil.
Buradaki olayların derin arka planı bu. Bunlar yirmi yıldır olan sorunlar. 2000’te “lâle devrimi” denen iktidar değişimin ardından Bakiyev ve Kulov ikili yönetimi iktidara gelince en büyük beklenti ekonominin düze çıkması ve korroptsia’nın ortadan kalmasıydı. Korroptsia İngilizce “corruption” sözünden alınma, “çürüme, yozlaşma, rüşvetçilik, ahlaksızlık...” Bunların hepsi yerine geçen bir sözcük. Bu, Sovyet sonrası coğrafyanın en temel sorunu. Bunlara ek olarak, önceki dönemde bir sorun da şuydu: “Orta Asya’nın Demokrasi Adası” olarak bağımsızlık günlerinde taltif edilen Kırgızistan ve demokrat biri olarak görülen cumhurbaşkanı Akayev, iktidarı kendi tekelinde toplamaya başlamış, muhalefete karşı hoşgörüsünü yitirmiş, ailesine siyasi ve ekonomik ikbal yaratan birine dönüşmüştü. İktidar değişikliği bu nedenle oldu, hileli olduğu düşünülen seçimlerle iktidarını koruyan bir başkanı halk seçim dışı yollarla yerinden etti!
Peki ne oldu? Dış devletler ve AGİT gibi kurumlar aracılığıyla iki lider anlaştı. Benim de katıldığım adil bir seçimden sonra Bakiyev 2005’te açık farkla cumhurbaşkanı seçildi (%88,9) ve diğer önemli lider, seçime katılmayan Kulov’u başbakan olarak atadı. Muhalefetin iki önderi Bakiyev ve Kulov “tandem” denen ikili bir yönetim kurdular. Bir buçuk yıl sonra Kulov konumunu yitirdi. Ben buradayken muhalefet anayasada demokratik reformların yapılmadığı gerekçesiyle iki önemli eylem yaptı ve insanlar yine Bişkek’te meydanda topladılar. Bunların ilkini o zaman Birikim dergisine yazmıştım. Sonuçta her ikisinde de anlaşma sağlandı. Ancak o arada Kulov makamını ve itibarını yitirdi. Burada farklı bir siyasi yapı var. Sovyet döneminden kalan bir gelenek nedeniyle siyasetin siyaset üstü yapılması benimsenmiş, sistem ona göre kurulmuş. Bu sistem tüm Orta Asya ülkeleri için geçerli, başka Sovyet sonrası ülkelerle de benzerlik taşıyor olmalı. Burada siyasal partiler var, ancak bunların etkileri sınırlı. Çünkü seçimlerdeki çekişme adaylar arasında oluyor, bir seçim bölgesinde en çok oy alan aday meclise gidiyor. Burada o kişinin partisinden ziyade, bölgesel ilişkileri rol oynuyor. Türkiye’de taşrada bazı yerlerde olduğu gibi. Milletvekilleri seçildikten sonra en çok oy alan parti hükümeti kursa yine bir aşama olurdu. Ama hükümeti fiilen cumhurbaşkanı kuruyor ve daha önemlisi başbakan ve bakanlar hükümeti kurduktan sonra partiler üstü hareket etsinler diye partilerinden istifa ediyorlar. Böyle bir ortamda elbette ki partilerin kendi ulusal programlarının olmasının bir anlamı yok. Ülke yönetimini kendi programlarına göre yapmayacak olduktan sonra niye bir ulusal program olsun? Bu sistem, kişilere, en başta da cumhurbaşkanına büyük bür güç veriyor. Sistem, kurumsallaşmayı değil, kişileri yüceltiyor. Devlet yönetiminde kendine yakın insanları atayan cumhurbaşkanı güç kazanıyor. Genel siyasal sistemde de partiler ve onların hedefleri, kitleleri değil, liderleri öne çıkıyor. Tabi Türkiye’deki sistem de farklı bir yapıya sahip olmasına karşın, benzer bir kişi kültünü yeniden üretiyor, ama burada sistem zaten kişi kültüne dayalı olarak oluşmuş. O seçiyor, o atıyor; kişiler de seçen ve atayan olmak için kendi yakın çevreleriyle mücadele ediyor. Demokrasi denilen ise, ancak bu farklı kliklerin, daha açıkçası çıkar gruplarının mücadelesine cumhurbaşkanının hoşgörü göstermesi oluyor.
Kulov’un başını yiyen de ya da Bakiyev’in onu bir kenara itebilmesini sağlayan da, bu “tarafsızlık” oldu. Kulov, başbakan olarak muhalefetle cephe cepheye kaldı. Arkasında partisi olmayan, tarafsız biri olarak hükümet politikalarını uygulamaya çalışan Kulov yalnız kaldı. Hatta partisi sokakta ona, yani hükümeti temsil eden kişiye cephe aldı. Bunun sonucunda Kulov hem hükümet başkanlığını kaybetti hem de ülkenin diğer saygın lideri, en azından muhalefetin en güçlü lideri olma şansını kaybetti. 2007’de partisinin başına döndüğünden beri kendisinin de partisinin de adı pek duyulmuyor. Geçenler durakta 7 Nisan gecesi onun imzasıyla Rusça bir bildiri gördüm. Ama o kadar…
Aslında Kırgızistan’a geçen gelişimde siyasi yapıda olumlu gelişmeler olmuştu. Milletvekilleri sadece bölgelerden değil, partilerin aldıkları oylara göre de seçileceklerdi. Bu, partilerin önemini arttıracaktı. Bunu önemsiyorum, çünkü bir ülkede farklı siyasetlerin, farklı ideolojilerin olması, sorunlara yapılacak tartışmalarla çözüm aranması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca bu çoğulluğun bir karşılıklı denetim de getireceğini düşünüyorum. Bu da korroptsia’nın önlenmesi için şart!
Ben buradayken takip ettiğim eylemler ve tartışmaların ardından, ben buradan ayrıldıktan sonra, 2007 Ekiminde yeni anayasa referandumla kabul edildi; böylece seçim bölgeleri sistemi korunacak, ama meclise gidecek bazı adaylar partilerin listesinden, genel oya göre seçileceklerdi. Anayasa değişikliğinden sonra 2007 Aralığında seçim yapıldı. Bakiyev’in kurdurduğu “Ak Col” adlı parti %47 oyla meclisteki 90 sandalyenin 71’ini kazandı. Aday ya da partilerin çoğu %5 ülke barajını ya da her bir seçim bölgesi için almaları zorunlu asgari oyu alamadıklarından onların kazandıkları adaylıklar da Bakiyev’in partisine gitti. Tanıdık değil mi? Seçime katılan 22 partiden sadece üçü barajları geçebildi: Bakiyev’in Ak Col’u, Sosyal Demokrat Parti ve Kırgızistan Komünistleri Partisi. Bunların ikisi de %5 oy almış, yani barajın kıl payı üstündeler. Oyların %43’ü temsil dışı kalmış. AGİT seçimlere hile karıştırıldığını açıkladı. Yerellerdeki barajlarla, ufak oyunlarla bu epey fark yaratmış olmalı.
Hileli seçimlerle hükümette kurulan iktidar, savcıların, valilerin, belediye başkanlarının atanması, hatta tüm yetkili kurumlara Bakiyev’in yakınlarının atanmasıyla ülke genelinde tek kişi iktidarının pekiştirildiğinden şikâyet ediliyordu. Üst makamlarda yakınlarına görev vermesi, kardeşlerine, oğullarına verdiği ayrıcalıklı konumlar, yani nepotizm Akayev döneminden beter görülüyordu. İnsanlar “Akayev dönemi daha iyiydi, hiç değilse onun ailesi daha küçüktü” diye dalga geçiyordu.
Sırasıyla Bakiyev’in ailesinin, yakınlarının ve sonra bir de güneylilerin kayırıldığından yakınılıyordu. Burada Kuzey-Güney arasında bir ayrımdan söz edilir. Siyasetin fay hattı bu, yani Tanrı Dağlarının birbirinden ayırdığı iki bölge. Dağları aşan düzgün bir yol henüz birkaç yıl önce tamamlandı. 2005 yazında AGİT seçim gözetmeni olarak Kırgızistan’a geldiğimde Bişkek’ten görev bölgem olan Oş’a uçakla geçmiştik, karayolu henüz tamamlanmamıştı. 2007 baharında Kırgız Kimliği çalışmasını yaparken, karayolundan gidip geldik. Bu yol o kadar yeni!
Her iki taraf da Kırgız. Güneyde, özellikle de iki büyük kent Oş ve Calalabad’da kalabalık bir Özbek topluluk da var, ama çoğunluk Kırgız. Özbekler ve Kırgızlar kıyafetleriyle, evleri, gelenekleriyle kolayca birbirinden ayırt ediliyor. Kuzeyli ve Güneyli Kırgızlar da birbirinden ayırt ediliyor. Şiveleri biraz farklı. Örneğin kuzeydeki ya da resmi Kırgızcadaki “c” sesleri “y” oluyor, yani “cok” Özbeklerde ve bizdeki gibi “yok” oluyor. Pazarda çoğu pazarcının Güneyden geldiğini hemen fark ediyorsunuz. Giyim olarak da fark var. Güneye gittiğinizde insanların daha muhafazakâr giyindiğini görüyorsunuz. Örneğin Oş’tayken Kuzeyden gelenler daha modern kıyafetleriyle göze batıyor. Görüntü olarak da az çok farklılar. Ben genelde tutturuyorum. Güneyliler Taciklere ya da Özbeklere daha çok benziyorlar, Kuzeydekiler daha çekik gözlü ve açık tenli.
Bugüne kadar hep Kuzeyliler siyasi hayatta ve kültürel hayatta etkin olmuşlar. Kuzey sanayinin ve eğitimin, kültürün merkezi, Güney ise tarım ağırlıklı. Birine Kuzeylilere benzediğini söylemiştim, bana teşekkür etmişti. Nedenini sormuştum ama açıklayamamıştı. Şimdi anlıyorum ki Güneylilere burada “kıro”, “hödük” gözüyle bakılıyor. Bakiyev Güneyden gelen ilk yöneticiydi. Bu da pek hazmedilememiş. Güneyliler siyasette ve ekonomide kendilerine bir tür “pozitif ayrımcılık” yapılmasını normal bir hak olarak görmüşler, Kuzeyliler ise bundan pek hoşlanmamış. Bakiyev için etrafa yazılan hakaretlerden biri “pol”. Bu, Rusça “hödük” demek! İki hakaret daha var, bari onlardan da söz edeyim. Duvar yazılarında bir de Rusça “sürtük” sözü ve Kırgızca “Köt” kullanılıyor. İran çevresindeki Türkler “k” sesini “g” yapmışlar. Anlayın işte! Bakiyev için en çok kullanılan hakaret bu. Üç yıl önce “Bakiyev ket!” yazıyorlardı, yani “Bakiyev git!” Şimdi o “köt” olmuş!
Kuzey-Güney meselesi isyanın başlangıcında ve gelişiminde de kendini gösterdi. İsyan kuzeydeki Talas’ta başladı. Talas halk kurultayıyla kendi valisini seçti, ertesi gün yine Kuzeydeki Narın halk kurultayıyla kendi valisini seçti, sonra Issık Göl vilayeti, Tokmok şehri en son ise Bişkek düştü. Bunların hepsi Kuzeydeydi. Bakiyev Güneydeki Oş’a kaçtı. Yeni hükümet orada da vali atadı. Bakiyev yine Güneydeki, kendi doğduğu vilayete, Calalabad’a çekildi. Amacı çok taraftarının olduğu Güneyden güç toplayıp gelmek.
Evet, Kuzey-Güney bir siyasi fay hattı. Bu bölgeye 2002’de ilk geldiğimde BM yetkilisi bir Türk şöyle bir şey demişti: “Burada otuz yıl sonra iki ülke kalacak: Kazakistan ve Özbekistan.” Diğerleri bu ülke tarafından yutulacak öngörüsünde bulunuyordu. Bu, sadece onun değil, çoğu analistin ortak görüşü. Diğer ülkelerin siyasi ve ekonomik olarak varlıklarını korumaları olanaksız görülüyor. Kırgızistan’ın kuzeyinin Kazakistan’a, güneyinin Özbekistan’a katılacağı düşünülüyor. Bunun olup olmayacağı ya da buna göre hareketleri düzenlemek üstünde durmaya değer bulduğum bir konu değil. Burada yaşayan, acı çeken, çözüm arayan insanlar var, onlara bakmalı, onları hiçe sayan analizlere değil! Ancak bu örneğin de gösterdiği gibi, bu fay hattı son derece ciddiye alınıyor. Burada, Kırgızistan’da da bu en çok üstünde durulan konulardan biri. Pek çok konuşmada Kırgızistan’ın birlik ve beraberliği kuvvetle vurgulanıyor. Olaylardan sonra galiplerin meydanda yaptığı konuşmalarda da vurgulanan buydu: “birdik”, “ıntımaktuu”, yani birlik ve beraberlik! Ben de şu aşamada bunun sarsılabilir bir durum olduğunu düşünmüyorum.
Yukarıda andığım siyasal sistem içinde Bakiyev’in somut olarak suçlandığı gelişmeler vardı. Bakiyev, siyasi alandaki iktidarını muhalif liderler ve medya üstündeki baskıyı arttırarak pekiştirmeye çalışmakla suçlanıyordu. Muhalif bir lider Bişkek dışında öldürülmüş olarak bulunmuştu, sanırım geçen yıl. Rus kökenli muhalif bir gazeteci Aralık ayında Kazakistan’da Almatı’da feci bir şekilde öldürüldü. Atameken Sosyalist Partisi adına bir gazete için hazırlık yaptığı söylendi. Kimisi bu sebeple kimisi uyuşturucu trafiği üstüne Almatı’da araştırma yaptığı sırada öldürüldüğünü yazdı. Muhalif olduğundan koruması da varmış, ama Almatı’nın ana caddelerinden birinde, bir binanın altıncı katından elleri, ayakları bantlanmış olarak atıldı. İki hafta komada kaldıktan sonra öldü. Son yıllarda yirmiden fazla gazeteci öldürülmüş. Onların yanında öldürülme korkusuyla yurtdışına iltica eden gazeteciler de var.
Burada gazetelerin hemen hemen hepsi, belki ciddi gazetelerin hepsi bir partinin sesi olarak hareket ediyor. Bakiyev’in sesinin kısmaya çalıştığı gazeteler bu tür muhalif partilerin gazeteleri ya da bir şekilde iktidarı eleştiren yazı yazmış kişiler. Bunlar çok az durumda doğrudan sıkıştırılıyor. Burada gazetecilere yönelik saldırı sayısı yüksek, ama bunların çoğu savcılık tarafından adli olay olarak niteleniyor, yani gazeteci oldukları için değil de sokak serserilerinin sıradan saldırıları olarak. Son aylarda Bakiyev’in oğlunun adının karıştığı bir skandal kopmuş. Kırgızistan’daki yatırımları olan biri aleyhine İtalya’da dolandırıcılık davası açılmış. Sanırım bundan bağımsız bir başka mesele nedeniyle Bakiyev’in oğlunun da payının olduğu, Kırgızlara ait Rusya’daki bazı hesaplar dondurulmuş. Her iki olaydan söz eden medya cezalandırılmış, korkutulmuş. Bunlar iki-üç aylık, öok yeni gelişmeler. Ama Kırgızistan’ın daha önceki sicili de hiç parlak değil. Kırgızistan Basın Özgürlüğü Sıralamasında (Press Freedom Index, 2009) çok aşağılarda, Türkiye’nin bile altında. Türkiye ve Filipinler 122’inci sırada, onların arkasından 124’üncü sırada Venezuela geliyor, 125’te ise Kırgızistan var.
Baskılardan söz etmişken, şunu da eklemeli. Geçen ay meclisteki 11 muhalif milletvekilinden ikisinin vekillikleri düşürüldü. Bunlardan biri devlete karşı isyan hazırlığında olma suçlamasıyla milletvekilliğinden çıkarıldı. Diğeri ise 30 günden fazla meclise devamsızlık yaptığı için. Milletvekili kendi açıklamasında can güvenliği olmadığı için bir süredir yurttışında yaşadığını söyledi.
Mesele sadece siyasi yapıdaki düzenlemelerle ve baskı ile siyasi iktidarın tek elde toplanması değildi. Buna bir de ekonomik güç eklenmişti. Yukarıda halkıın ekonomik durumunun nasıl acınılacak halde olduğundan söz etmiştim. Öte yandan Bakiyev ailesinin beş yıl içinde büyük bir zenginlik elde ettiği şikayetleri ayyuka çıkmıştı.
Geçen günlerde yağmalanan Narodniy market zincirinin gizli sahibinin Bakiyev ailesi olduğu söyleniyordu. 2005’te de Narodniyler yağmaların baş hedefleri arasındaydı; o zaman da Akayev’in kızının diye... İktidar değişikliğinden sonra bir Rus gelip Narodniyleri almış, ama söylenen asıl sahiplerinin Bakiyev ailesi olduğuydu. Özellikle Kurmanbek Bakiyev’in oğlu Maksim’le ilgili çok şikâyet vardı. Bir sürü yerden komisyon aldığı, birçok işletmenin gizli ya da açık ortağı olduğu dedikoduları vardı. Elektrik şirketinin özelleştirmesinden de çok para aldıkları söyleniyordu.
Dış politikada sinirleri geren, içeride de çok eleştirilere neden olan olaylardan biri Rusya’ya atılan üçkâğıt oldu. Rusya’yla 2009 Şubatında 2 milyar dolarlık bir kredi anlaşması yapılmıştı. Bunun 1,7 milyar doları yeni yapılacak bir hidro elektrik santral inşaatında iş alacak Rus firmalarına verilecekti. Geri kalan üç yüz milyon ise gerekli görülen işlerde, örneğin bütçe açıklarının kapatılmasında kullanılacaktı. Anlaşma, kredi anlaşması değil, neredeyse bağış gibi bir şeydi: ödeme yedi yıl sonra başlayacak, ödenmesi kırk yıl sürecek ve fazi de sadece %0,75 olacaktı. Buna ek olarak 150 milyon dolar da karşılıksız kredi verildi verilecekti. Kırgızistan gibi küçük bir ekonomiye sahip bir ülke için bu çok büyük para. Yıllık bütçe gelirleri 1,266 milyar dolar, ihracat geliri 1,334 dolar, ülkedeki toplam dış yatırım 1,5 milyar dolar... Verilecek para hepsinden fazlaydı. Ekonominin hangi kalemine bakarsanız bakın bu ciddi bir gelir. Bu paranın ilk parçası olarak 300 milyon dolar verilmiş, sonra da 200 milyon dolar daha verilmişti. Bunlar bütçedeki acil gedikleri kapamak ve bir hidro elektrik santralinin yapımı için kullanılacaktı. Yukarıda belirttiğim gibi burada ihracat geliri yaratan en önemli ürün elektrik, o da hidro elektrik santrallerinden geliyor.
Ancak olaylar farklı gelişti. O parayla devlet içinde yeni bir birim kuruldu: Merkezi Gelişme, Yatırım ve Yenilik (İnnovasyon) Dairesi. Başına da oğlu ve yerini bırakacağı veliaht olarak görülen Maksim getirildi. Bu kurum yatırım yapacaklara kredi verecekti. Rusya’nın parasıyla Maksim’e bir makam oluşturulmuş oldu ve bununla kredi verip para kazanma yolu seçildi. Bu, herhalde ayrıca Maksim’in idarecilik öğreneceği ve zamanla kendini kanıtlayacağı alan olarak seçilmişti. Rusya’nın kendi yapacağı santral için verdiği parayla, santral yapmak yerine kredi vermeyi ve para kazanmayı seçtiler. Deyim yerindeyse, Rusya’nın parasıyla oğluna dükkân açtı!
Yüzsüzlük bu kadarla da kalmadı. Maksim yeni biriminin başında, Özal’ın yaptıklarına benzer bir bakan ve bürokrat heyetiyle Kırgızistan’ı temsilen Çin’e gitti. Böylece babasının yerine onu hazırladığı eleştirileri de iyice yükseldi. Çin’de ne mi oldu? Maksim orada santral ihalesini Çin’e verdi. Bu, elbette ki Rusya’yı küplere bindirdi! Bakiyev bu işi başarıyla tamamladığı için oğlunu becerikli bir yönetici olarak takdim etti, ki zaten bu hep söylediği bir şeydi. Şimdi Calalabad’da sürgünde de oğlunun başarılı biri olduğu için o görevlere geldiğini söylemeye devam ediyor. Burayı Gökçek’in Ankara’sı mı sanıyor?
Anlaşmanın ve Rusya’yla yakınlaşmanın gizli ya da herkese malum bir şartı da Bişkek’teki Manas ABD üssünün kapatılmasıydı. Bunun için mecliste oylama yapıldı. Sadece bir ret oyuyla, sosyal demokrat, buradaki Amerikan üniversitesinin eski rektörü olan bir milletvekilinin ret oyuyla Amerikan üssünün kapatılması kabul edildi. Ancak sonra yapılan bir takım görüşmelerle üssün süresi tekrar uzatıldı. Bu arada üssün kirası arttırıldı. Böylece Kırgızistan’ın gelirleri biraz daha arttırılmış oldu. Söylenen başka bir şey ise Bakiyev ailesinin sadece bir önceki yıl, 2008’de üsteki işlerden 80 milyon dolar kazandığıydı. Bu bana abartılı bir rakam gibi geliyor. ABD üsse kira olarak verdiği parayı 17 milyondan 60 milyon dolara çıkardı. Onun yanında, havaalanıyla ilgili işler, ekonomiye destek, uyuşturucu ve teröre karşı destek gibi başlıklar altında buna ek olarak 77 milyon dolar daha vermeyi kabul etti. Üsteki 1100 personel de aslında hatırı sayılır bir gelir bırakıyor olmalı.
Sıfırları atsanız, bakkal hesabı gibi görülecek bu hesaplar, Kırgızistan için önemli gelir kalemleri anlamına geliyor. Bu da başta söz ettiğim, Kırgızistan’ın ekonomik açmzlarından, kronik gelir yaratma problemlerinden kaynaklanıyor. Siyasi olarak üç büyük güç arasında bir denge politikası oynamaya çalışarak hem göreli bir siyasi bağımsızlık alanı ya da manevra elde etmiş oluyorlar hem de çok ihtiyaç duydukları gelirleri yaratıyorlar. O nedenle işin Uzanları hatırlatan Ali Cengiz oyunları kısmını bir yana bırakırsanız, yani bu işler iki yüzlülükle değil, temiz bir şekilde, partisinin adı “ak yol”la yapılıyor olsa, bence sorun yok. Dış işlerinde zaten böyle bir denge politikası siyasi olarak da ekonomik olarak da en iyisi. Ama bunlar büyük güçleri enayi yerine koyar tarzda yapılınca, işler sarpa sardı. Bakiyev, bugün gidecek memleket bulamaz hale geldi.
Bu can sıkıcı oyunlar nedeniyle, Rusya medyası son bir aydır Kırgızistan’ı sert biçimde eleştirmeye başlamıştı. Burada Rusya’nın televizyon kanalları tüm Kırgızistan’da izlenebiliyor. Bu, Kırgızistan medyası için bile sadece bir kanal için söz konusu, yani ylnızca bir Kırgız kanalı ulusal kanal olarak karasal yayın yapabiliyor. Tanrı Dağları ülkedeki kanalların ulusal kanallar olabilmelerini zorlaştırıyor. Rusya ise tüm ülkeye ulaşarak en azından mevcut hükümetin kendi nazarlarında saygınlıkları olmadığını halka gösterdi. İsyanın günü Bakiyev için “onu Rusya bile desteklemiyor artık!” deniyordu. Rusya doğrudan Bakiyev’in gitmesi yönünde bir hazırlık yapmamış olsa da, ki ben olayları öyle değerlendiriyorum, Rusya’nın eleştirilerinin artması, görünen o ki, insanlara Rusya’nın Bakiyev’e arka çıkmayacağını düşündürmüş.
Halk için bardağı taşıran damlalardan biri, hatta en can alıcı olanı ise, elektriğe, ısınmaya ve sıcak suya yapılan zam idi. Isınma dört kat, elektrik iki, sıcak su üç kat arttı. Telefon şirketi ve elektrik şirketi özelleştirildi. Elektrik şirketi gerçek maliyetleri karşılamak için zam yaptığını açıkladı. İnsanlar bunu “santralin parasıyla Maksim kendine makam kurdu, şimdi Çinlilere yaptıracağı yeni santralin parasını bizden çıkaracak” diye yorumluyorlardı. Zaten kızgın oldukları Maksim ve Bakiyev’e olan hınçları daha da artmıştı. Nasıl artmasın ki? geçen gün elektrik faturam geldi: 640 som. Bizim için çok fazla bir para değil. Ama emekli maaşının 2500 som olduğu bir ülkede bunu nasıl ödersiniz? Bir o kadar da ısınma parasını ekleyin! İnsanlar faturaları ödedikten sonra yemek yemeye paramız kalmıyor diye şikayet ediyorlardı. Buna hak vermemek mümkün mü?
Bu zamlar nedeniyle bir ay öncesinden farklı bölgelerde muhalefet öncülüğünde halk kurultayları toplanmaya başladı. 2005’teki “lâle devrimi”nin yıldönümü olan 24 Mart’tan bir hafta önce Bişkek’te toplanılacak ve 24 Mart’a kadar Bakiyev’e baskı yapılacaktı. Vilayet merkezlerinde valiler halkın söylerdiklerine kulak verdiler, sorunlarını dinlediler ve çözümler açıkladılar. 23 Mart’ta Bakiyev Bişkek’te bir kurultay topladı; toplantı televizyondan da yayınlandı. Muhalefetin hazırlıkları ise fiyaskoyla sonuçlandı. Muhalefet hazır değildi. İnsanlar zamlara kızgındı ama herhalde değişiklikten de umutlu değildi. Öte yandan iktidarın düzenlediği kurultayların sonuçları da halkı tatmin etmedi. Çünkü ilgilenileceği söylenilen, çözün için girişimde bulunulan sorunlar çöp sorunu gibi, halkın dile getirdiği, ama asıl dertlerine dokunmayan sorunlardı.
Nisan başında Rusya Kırgızistan’a verdiği gaza zam yapacağını açıkladı. Gerekçe olaraksa, ucuz tarifelerin Belarusya ve Kazakistan’la oluşturdukları gümrük birliği içinde geçerli olacağını söyledi. Kırgızistan da bir süredir buna katılmayı konuşuyordu. Bu yeni zamlar üstüne Muhalefet 7 Nisan’da Bişkek’te halk kurultayı kararı aldı. Bunun bir gün öncesinde 6 Nisan’da Talas’ta bir muhalefet lideri tutuklanınca, orada ip koptu. İsyan başladı. Valilik işgal edildi. Duruma müdahale etmek için oraya gelen bakanlar rehin alındı, hatta birisi polislere açıklama yapması için öldüresiye dövüldü.
İsyanın büyümesini engellemek için ertesi sabah bazı muhalefet liderleri tutuklandı. Bunların arasında muhalefete öncülük eden Sosyal Demokrat Partisi lideri Atambayev ve Atameken (Anavatan) Sosyalist Partisi lideri Tekebayev de vardı. Bunu protesto etmek için Bişkek’te Sosyal Demokrat Parti merkezi önünde toplanan kalabalığa polis saldırdı, ancak beklenenin tersine kalabalık saldırıya geçip polisi püskürttü ve polisin silahlarını ele geçirdi. Kendilerine silah gösterilmesi ve gaz kullanılması insanları çok kızdırmıştı. O kızgınlıkla silah, gaz dinlemeyip polisi tepelemişlerdi.
Burada polis ya da askerin halka karşı silah kullanması çok gayrimeşru kabul ediliyor. Henüz bizim gibi alışmamışlar bu şeylereJ Asker ya da polisin görevi ne ki? Askeri araçlardan çıkardıkları silahları medyaya sergiliyorlardı. Onların kötü niyetli katiller olduklarını göstermek için. Bakiyev de hâlâ ben silah kullanılması emrini vermedim diyor ya. Makamı işgal edilmiş, savcılık yakılmış, ona rağmen o bile silah kullanılmış olmasını savunamıyor. Bişkek’te de “bu kadar insan öldü onun yüzünden, buraya gelsin parça parça onu ederiz” diyorlar.
Medyada çıkan resimlerde meydana elinde birkaç silahla giren bir kalabalık görülüyordu. Onlar oradan gelen insanlar olmalı. Silah burada çok fazla. Araştırmalar Kırgızistan ve Tacikistan’da gerek Kalaşnikov gerekse tabancanın çok ucuz olduğu ve çok bol olduğunu gösteriyor. Ama meydandaki insanlardaki silahlar parmakla sayılacak kadardı.
Kalabalığın asıl hedefi bundan sonra Bakiyev’in makamı “Ak Üy” (Beyaz Ev), yani cumhurbaşkanlığı sarayı oldu. Bakiyev de oradaydı. Orası kuşatma altındayken, devlet televizyonu ele geçirildi, emniyet basıldı ve tutuklanan muhalefet liderleri serbest bırakıldı, başsavcılık binasına saldırıldı ve bina ateşe verildi, meclis alındı ve dağıtıldı, banka, hazine, gizli servis merkezi hepsi bir bir ele geçirildi. Halk o kızgınlık içinde hiçbir güç tarafından durdurulamıyordu. Akşama doğru bir tek Beyaz Ev kalmıştı direnen.
Ben olayların gelişimini okulda, internetten takip ediyordum. Öğleden sonra iki buçuğa doğru okuldan çıkmak için davrandım. Arkadaşlar dekanın meydana gitmememizi söylediğini aktardılar. Biraz oturdum sonra 15.10’daki servise binip merkez binaya gittim. Servisteki Kırgızlar çok neşeliydiler. Herkes devrim oluyor havasındaydılar ya sadece dalgalarını geçiyorlardı ya da gerçekten çok sevinçliydiler. Pasaportum merkez binadaydı, yeni vizem çıkmıştı; pasaportumu aldım ve eve gitmek için yola çıktım. Ortalık çok kalabalıktı sanki bayram günü gibi. Ama kalabalığın nedenini araç beklerken anladım. Otobüsler servisten çekilmişti. Minibüsler de azalmıştı. Beklediğim minibüs gelmeyince, benim yönüme daha çok minibüsün gittiği bir yola yürüdüm. Yolda önünden geçtiğim Politeknik Üniversitesi kapanmış, hatta demir kapılarını zincirlemişti; içeride sadece güvenlik vardı.
Gittiğim durak çok kalabalıktı. Minibüsler ya durmuyorlardı ya da durup, tüm yolcuları indirip gidiyorlardı. Bunun üstüne eve yürümeye karar verdim. Yol bir saat süreceğinden bir taksiye kaça götüreceğini sordum. 80 som yani üç liralık yere, on lira isteyince, yürümeye devam ettim. Trafik var diyordu. Ne trafiği ya! Yol açıktı. Yoldaki mağazalar kapanmıştı. İnsanlar marketlerden alışveriş yapıyorlardı. Mal stokluyorlardı. Türklere ait buranın en güzel alışveriş merkezi Vefa Center kapılarını kapamıştı. Girişlere kepenkler indirilmiş, önünde bekçiler bekliyordu. Okulda herkes para çekiyordu; yolda ben de sonra belki para bulamam diye yüz dolar çektim. Şimdi söyleyeyim. Çekmem hiçbir işe yaramadı. Olaylar başlayınca bankamatikler toplandı, o açıdan iyi bir iş yapmışım, ama olaylar çıkınca, döviz büroları da kapandı. Onu düşünememiştim. Mal stoklanmasına bile anlam veremiyordum ki! Dövüz büfeleri açılınca da kuru düşük tuttular, parayı ancak beş gün sonra bozdurabildim.
Eve geldim, bir süre oturdum. Ama meydandan sürekli silah sesleri geliyordu. Baktım olacak gibi değil, evde durulmayacak, fotoğraf makinemi aldım meydana doğru yürüdüm. Meydana doğrudan girmek yerine önce paralel bir caddeden gidip, sonra girdim, niyetim insanların bana tepkilerini kontrol ederek ve uzaktan meydana bakıp, duruma göre yaklaşmaktı. Önce kafamı yağmurluğun kapüşonuyla örttüm, yürüyüş ritmimi ve tarzımı onlara uydurdum. Yabancı olduğum daha az belli olsun diye... Oraya yaklaştıkça kalabalık artmaya başladı. Çoğunluğu gençti. Genç, kara kıyafetler içinde, kalabalık, iç içe geçmiş gruplar. Arada elinde bilgisayar parçası, printer, elektrikli ısıtıcı gibi ganimetler taşıyan insanlar görüyordum. Evet, saldırı ve yağma başlamıştı. Meydana çıkan sokaklardan birinde kalabalığın arttığını gördüm. Onun yanında bir yerlerden duman yükseliyordu. O sokağa girdim. Duman sokağın sonlarına yakın bir yerden bir duvarın ardından geliyordu. Makinemi çıkarıp onun fotoğrafını çektim. Oradaki kalabalık içinde yalnız ve yabancı biri olarak ilk resmimdi. Yanıma bir genç yanaştı, kim olduğumu sordu, ben de bir şeyler söyledim. Pakistanlı mıyım diye sordu, Türk olduğumu söyledim. Ona duvarın arkasında ne olduğunu sordum, bilmiyormuş. İçgüdüsel olarak bu tür durumlarda yaptığım bir şeydir: soru sormak. Karşımdaki bana soracağına ben ona sormalıyım. Yukarıda anlattığım metruk sanayi bölgesine ikinci gidişimde de biri yanaşmıştı, ona da buralarda eskiden ne üretildiğini falan sormuştum. Atambayev’in yerini o söylemişti. Soru sormak bazen yanıt almak bir yana, aradaki güvensizliği azaltmak için de iyi bir yol.
Sonra yola devam ettim. Yanan binanın önüne geldim. Sonradan öğrendim ki orası Başsavcılık binasıymış. Çok keskin bir yanık kokusu vardı etrafta. Bina ele geçirilmiş, yağmalanmış, dağıtılmış ve ateşe verilmişti. Sonradan ortalıkta Bakiyev’in taraftarlarının yaktığı dedikodusu dolaşmaya başladı. Kim başlattı bilemem, görmedim, ama ordakilerin hangi tarafta olduğu belliydi. Kurşunlardan kaçan, sonra tekrar ateş edenlerin üstüne yürüyen tarafta.
Karşı kaldırıma geçtim. Binayı seyreden kalabalığın arasına girip fotoğraf makinemi çıkardım ve binayı çektim. Baktım, fotoğraf çekmem kimsenin dikkatini çekmiyor, kalabalığın arasından caddedeki isyancıların arasına girip oradan binanın resimlerini çektim, yan sokağında yanan ateşi ve binanın yanını çekmeye başladı. O arada telefonum çaldı. Pozisyonu kaybetmeden birkaç kare daha çektim, telefonu açtım. NTV’den arıyorlardı. Adam kendini tanıtırken, girizgâh bölümünü biraz uzun tuttu. Tabi benim nerede, ne halde olduğumu bilmiyordu. Tam bana “siz Bişkek’te misiniz” diye sorarken, kalabalık hareketlendi, insanlar kaçmaya başladı. Ben Bişkek’te olduğumu söyledikten sonra “Şu an meydandayım insanlar kaçıyor, ben de kaçmak zorundayım” deyip koşmaya başlayıp, telefonu kapadım.
Daha önce böyle kaçmayıp insanlara durmalarını söylediğim bir eylemde beni yere düşürmüş üstümden geçmişlerdi. Sivas’takiler yakıldığında yapılan bir eylemdi. Neyse ki o kalabalık beni linç edecek kadar çok değildi. Bu seferse çoook kalabalıktı. Ben de koştum. Yüz metre kadar, yani güvenli aralık kadar koştuktan sonra arkamı kontrol ettim, baktım gelen yok, ben de durdum. Koşarken, insanların kenara doğru kaçıp durduğunu fark ettim. Bana o zaman çok salakça gelmişti. “Kendilerini kenara sıkıştırıyorlar, Polis ördek gibi kenardan toplayacak bunları” diye düşünmüştüm. Çok sonra nedenini anladım. Türkiye’de polis kovalar, biz kaçarız, sonra ben bir yan sokağa dalar birkaç sokak sonra herhangi biri gibi yürümeye başlarım. Önce düz koşu, sonra yan sokaklar... Bunlar ise, “tecrübesizler işte, kör noktalara gidiyorlar” diyordum. Meğer onlar polisten kaçmıyorlarmış. Zaten arkada da ilerleyen bir polis ordusu yoktu. Bir kenarda siper alıp, ateş açanlardan kaçıyorlarmış. Sindikleri kenarlar da kurşun gelmeyecek yerlermiş. Bunu fark ettiğim iyi oldu J
Aslında bilmediğim bir korunma değildi. 1979 ya da 1980 yılıydı, ilkokuldaydım. Bir arkadaşımla özel dersten çıkmış okula gidiyorduk. Birden karşıdan bir öğrenci grubunun geldiğini gördük. Okulumuz, Maçka İlkokulu üniversitenin hemen yanındaydı ve sık sık olaylar nedeniyle bahçeye çıkmamız, cama yaklaşmamız yasaklanırdı, bazen fruko, yani siyasi polis kordonundan ya da askerlerin kuşatma hattından geçerek girerdik okula. Bir keresinde otobüs beklediğim durakta fitili yanmamış bir dinamit bulmuştum, durağa gerilen bir pankartın altında. Neyse, yine böyle olaylı günlerden birinden karşıdan bir öğrenci grubu geliyordu. Bizim sürekli korkutulduğumuz “anarşist gençler” J Öndeki en az iki kişinin elinde (biri kadın, biri erkek) tabanca vardı. Havaya doğru kaldırmışlardı. Biz arkadaşla bunu görünce, hemen bir bakkala dalıp, bakkalın arkasında, bir sütunun arkasına saklanmıştık. İki kişi zor sığmıştık oraya J Şimdi hatırlamıyorum, acaba bize ateş edecekler diye mi kaçmıştık? Çünkü tehditkâr bir biçimde tabancalarını havaya kaldırmışlardı. Yoksa çıkacak bir çatışmadan korktuğumuz için oraya kaçmıştık? Sonuçta grubu o zamanlar çok görülen silahlı, bombalı saldırılara karşı korumak için, koruma olarak önde silahla yürüyorlardı. Hedef biz değildik, onlardı!
Orada bizim de yaptığımız ileri doğru kaçmak değil, kenarda bir yerde siper almaktı. Tıpkı otuz yıl sonra Kırgızların yaptığı gibi...
Ben okulda haberleri takip ederken, isyancılara karşı vur emri verilmemişti, plastik mermi kullanılıyordu. Daha sonraki saatlerde iki kamyonla isyancılar cumhurbaşkanlığı sarayının kapısına yüklenince, saraydaki keskin nişancılar gerçek mermi kullanmaya başlamış. Hedef gözeterek, doğrudan kafaya nişan alıyorlarmış. Sonra durumu görmek için hastaneye giden TRT ekibinden dinledim, hatta resmini de gördüm. Pek kişi tek kurşunla, kafasından, hatta gözünden giren tek kurşunla vurulmuştu. Keskin nişancılar için önce askeri üsten gelmiş Amerikalılar dendi, bir zenci görmüşler sözde. Sonra öğrendik ki paralı askerlermiş. Onlardan iki kişiyi isyancılar öldürmüş. Biri Kazak, diğeri Çeçenmiş. Bakiyev vur emri vermediğini söylese de o kiralık katillerin orada onun özel muhafızları olarak ne işi var? O, savaş artığı kiralık katiller nedeniyle Bişkek’te halk Bakiyev’e çok kızgın!
Kaçış durunca, baktım gereksiz yere insanlar telaşlanmış. Bizim olduğumuz tarafta bir şey yoktu. Keskin nişancılarla aramızda bina vardı; güvenli bölgedeydim. Muhtemelen sürü gibi toplu tepki gösterilmişti. Ara sıra seri silah sesleri geliyor, yankılardan sesin tam olarak nereden geldiği belli olmuyordu. Ses o kadar keskin ve güçlü ki, yüzlerce metre ötedeki binadan akseden yankısı da atıldığı yerdeki kadar etkileyici. Durdum ve Başsavcılık binası önüne geri döndüm. Adrenalinden ve o koşudan dizim titriyordu. Ama kendimi çok iyi hissediyordum. Artık bildiğim bir yerdeydim, yabancı bir mekânda değil. Çevremdekiler yabancı olsa da, içindeki tanıdık bir duyguydu.
O sırada sırtına kocaman bir yolluk halı yüklenmiş hızla koşan bir genç gördüm. O koca halı altında kaybolmuş, nasıl fare gibi koşuyordu J Kalabalığın ortasından geçiyordu. Ben hemen bu komik yağma sahnesini fotoğraflamak için elimi kamerama attım. Çekecekken, elinde kocaman, kalın bir sopa olan bir başka genç. Rusça “Yasak! Ne çekiyorsun? Kimsin sen!” diye bağırmaya başladı. “Çekme, alırım bak, alayım mı?” Ben de “tamam, problem yok. Çekmiyorum!” deyip makineyi çantama geri koydum. Sonra bu yanan binanın ne binası olduğunu sordum. Şaşırdı. Polisin binası mı diye sordum, evet dedi. Değilmiş. Ne binasını yaktıklarını bilmeyecek değil, zaten önünde anayasa falan diye yazıyordu. Niyetim zaten yanıt almak değildi, bir de yanıt alsam iyi olurdu da, niyetim sadece onu “adam yerine koymak”tı. Acayip bir psikoloji içinde olmalı. Hayatında ilk kez kendini bu kadar iktidarlı hissediyordur. Sokağın ortasında, devlete, o korktuğu ve nefret ettiği rüşvetçi polislere kafa tutuyor. Sokaklar onun, şehir onun. Elindeki sopayla kim tutar onu? Oradaki insanlardaki psikoloji genel olarak böyle bir şey olsa gerek.
O arada yolluğu uçaran genci durdurdular. Yolluk yere indi. Sonra ne oldu takip edemedim. Onu kesip o kadar insan arasında bölüştürmek mümkün değildi, zaten kimsede kesici alet de yoktu.
Bu Başsavcılık binası meydanın güney ucunun yanındaydı, meydanın kuzey ucunda tüm heybetiyle Tarih Müzesi, onun arkasında meclis, müzenin sol yanında ise kavganın merkezi, Beyaz Ev yer alıyordu. Ben de Beyaz Ev tarafına doğru yürüdüm. İki sütunun arasında durmuş meydandaki kalabalığın resmini çekerken, Beyaz Ev’den tekrar ateş edilmeye başlandı ve yüzü eve dönük kalabalık diğer tarafa doğru koşmaya başladı. O kadar çoktular ki! Kum gibi... Binlerce kişi vardı. Silah sesleri kesilince, tekrar binaya döndüler yüzlerini. O kadar çoktular ki binanın etrafı boşalamamıştı bile... Onlara kaçma sırası gelmemişti. Keskin nişancılarda oradaki insanlara yetecek kadar kurşun olduğunu sanmıyorum. İnsanlar ateş başlayınca biraz çekiliyor, bazıları vuruluyor, sonra hiçbir şey olmamış gibi kalabalık tekrar sarayın etrafını kuşatıyordu. Ama diyorum ya, kaçtıklarında bile sarayın etrafı boşalmıyordu. Müthiş bir kalabalıktı! Kimin seyirci, kimin savaşçı olduğu belli olmayan bir kalabalık. Roller muhtemelen çok çabuk değişiveriyordu.
Meydanda kalabalık açılmaya başladı. Baktım açılan insanların arasından karga tulumba, kollarından bacaklarından tutulmuş, taşınan, karnından ya da göğsünden kan gelen baygın bir genç geçti. Belki belgesel olarak güzel bir sahneydi, ama ben fotoğrafını çekmek istemedim.
İnsanlar öyle bir psikoloji içindeydiler ki, onları durdurmak mümkün değildi artık. Ateş açılıyor, birileri vuruluyor, geride kalanlar daha büyük bir kızgınlıkla, daha güçlü bir nefretle Beyaz Ev’e yükeniyorlardı. Ölenler sadece insanların kararlılığını daha da arttırıyordu. Özellikle gençler öyle bir çoşku ve kızgınlık içindeydiler ki! Yoksulluk içindeki annelerin, babaların çocukları, aileleri için, kendi kayıp gelecekleri için oradaydılar. Ve ölmenin hiçbir caydırıcılığı yoktu onlar için. Yanıbaşlarında biri vurulup yere düşüyor ve insanlar “sen bunu nasıl yaparsın!” der gibi kinlenerek yeniden saldırıya geçiyorlardı.
Ben ise, asıl ateş hattına, Beyaz Ev’in olduğu yere değil de, müzenin diğer yanına gittim. Aslında orası da Beyaz Ev’in yanı oluyordu, ama asıl cephe evin tam önüydü. Müzenin arkasında, ilerisinde de dumanlar yükseliyordu. O civarda meclis vardı. Meclisi mi yakmışlar acaba diye o tarafa ilerledim. Yanan ilerideki iki arabaydı. Ben geçerken orada bir genç grubu vardı. Makinemi çıkarmadım, bakarak geçtim. Bir süre sonra o gençler uzaklaşınca, geri döndüm ve her açıdan arabaları çektim. Her şeyleri kül olmuştu arabaların. Neyin nesiydi o arabalar niye yakmışlardı, anlamadım. Belki sıradan, sivil arabalardı; belki de meclisten birilerinin arabalarıydı. Onların arkasında yanmamış, sivil bir araba vardı. Camı kırılmış. Arabaya yakından baktım. Teybi sökülmüş, hatta direksiyonu da sökülmüştü. Gelip giden birileri arabayı inceliyorlardı. Ben yanan arabaları çekerken bir grup arabanın kaputunu açtı, elinde tornavida olan biri motora bakmaya başladı. Tornavidayla oradan ne sökecekse?
Geldiğim yoldan geri döndüm. Meydanın ve kalabalığın içinden, tekrar Başsavcılık binasına gittim. Yangın devam ediyordu. Birkaç fotoğraf daha çekip yürüyerek eve doğru yollandım. Saat akşam sekize geliyordu, hava kararmaya başlamıştı. Gece onda sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Ben sokağa çıkma yasağı başladıktan sonra plastik mermi yerine gerçek mermi kullanılmaya başlanacağını düşünüyordum. Ne Bakiyev ne de oradaki isyancılar geri adım atacağından, çok kan dökülmesini bekliyordum. Meğer gerçek mermilere zaten geçilmiş, zaten insanlar kararlılıklarını kanıtlamaya başlamışlar, zaten daha şimdiden çok kan dökülmüş!
Ben eve giderken yol boyunca köşelerde toplanmış bazı gruplardan Vefa sözünü duydum. Anlaşılan, Vefa Center’ı yağmalamak için uygun zamanı bekliyorlardı. Eve vardım. Dairemin kapısında şifreyi çevirirken, yukarıdan gençler geldi. Biri İngilizce olarak, ki burada çok enderdir, bana birazdan, 20.30’da binanın demir kapısını kilitleyeceklerini, artık binaya giriş çıkış olmayacağını söyledi. Tek tek komşuları dolaşıyorlarmış. Komşumun kapısını da çaldılar; komşu kapıyı açmadı; kapının arkasından konuştular. Herkes tedirgin bir halde, evlere gelecek bir saldırıyı bekliyordu.