Solda konumlanan geniş ve renkli eylemci kitlesinin Avrupa’nın dirliği ve istikbâli konusunda habercilik alanının tahakkümüne, bu alanda Anayasa referandumları üzerinden icât ediliveren “Avrupa kamuoyu”nun şiddetine direnebilmesi kolay değil. “Hayırcılar şu mesajı verdi”, “evetçiler bunu demek istedi” üzerinden Türkiye ve Avrupa basınında estirilen ahkâm tufanında hâkim pozisyon, “Bankacıların Avrupası” projesinin sekteye uğratılmasına celâllenen efendilerinki oldu. Bu pozisyon bütünleşme sürecindeki sorunları teslim etse de Fransa ve Hollanda’dan çıkan “hayır” oylarının hepsini fütursuzca ırkçı-milliyetçi olarak yaftalayıp neoliberal gemiyi su üstünde tutmanın yollarını aramaya başladı bile.
Avrupa halklarının geniş demokratik katılımı olmaksızın, pek çok toplumsal hareket örgütünün muhalefetine rağmen, kudretli kapitalist çevrelerin çıkarlarını gözeterek, sosyal adalet için de ancak sınırlı tavizler vererek hazırlanan AB Anayasası etrafında inşâ edilen “onay kamuoyu”nun büyüsüne bir çok solcu da kapıldı. Örneğin “İmparatorluk” tezinde -tutarsızlıkları ve yanlışlıkları defalarca gösterildiği halde- ısrar eden Antonio Negri, 13 Mayıs’ta Liberation gazetesine verdiği mülakatta “ulus-devlet” denen fenalığı ortadan kaldırmak için ne pahasına olursa olsun AB projesinin desteklenmesini savunuyordu. Kendi teziyle çelişerek “Amerikan tektaraflılığı”na indirgediği İmparatorluk’a direniş mevzii olarak Avrupa, Negri’nin bu ilginç pragmatizmine göre, Anayasa’nın kabul edilmesiyle Çokluk’u kuvvetlendirebilirdi. Anayasa’nın veya mevcut haliyle AB’nin nesinin “İmparatorluk-karşıtı” olduğunu belirtmeyen Negri’ninkinden çok daha sorunlu konumlar alan başka sol gruplar da Anayasa’nın içeriğini uzun uzadıya masaya yatırmaktan, gelecekteki uygulamaların baskı altındaki kesimler için olası maddi sonuçlarını tartışmaktan ziyâde “ulusötesi sivil toplum” gibi mitlere sarılmayı tercih ettiler.
Türkiyeli liberallerin de Kapitalistlerin Avrupa'sına karşı Bizim Avrupa'mızın politik iktisadıyla ve bu menzile girmek için izlenecek toplumsal hareket stratejileriyle ilgilendikleri pek söylenemez. Örneğin AKP hükümetine (“Türkiye” öznesi üzerinden) realist-stratejik nasihatler vermeyi sürdüren Fuat Keyman, 5 Haziran tarihli Radikal İki yazısında (“Avrupa’nın Geleceği ve AKP”) iktisadi ilişkilerden arındırılmış dar bir “demokratikleşme” çerçevesinde sadece devlet politikalarından bahsetmeyi tercih etmiş. AB-karşıtı milliyetçi kapatmalardan (haklı ve doğru olarak) sakınmak isteyen liberallerin referandum sonuçlarından sonra “Türkiye şunu yapsın, Türkiye bunu yapsın” önerilerinin devletlû bir çehreye bürünmesi düşündürücü. Keyman’ın sağında konuşlanan başka kozmopolit yaklaşımların da “hayırcılar”a küreselleşmeyi fetişleştiren bir retorikle ateş püskürdükleri, Avrupa’nın önünün yabancı düşmanlığı, İslam düşmanlığı ile kesildiğini düşündükleri gözlemlenebilir.
Solun ise sanki dünyanın en sosyalist ve ilerici coğrafyasında iktidardaymış gibi “Avrupa şöyle kapitalist, böyle gerici” diye homurdanmayı bırakıp, temsiliyetine soyunduğu Türkiyeli emekçilerin çıkarları ile demokratik bütünleşme sürecinden dışlandığı ve sosyal haklarının gaspedildiği için öfkeli olan Avrupalı emekçilerin çıkarlarının örtüştüğünü görmesi gerekiyor. Tartışmayı habercilik alanının vasatlaştırıcı şiddetinden (başta şu ucube, çıkar çatışmalarından, sınıflardan arındırılmış “Türkiye” öznesinden) kurtarıp, hangi Avrupa’nın hangi kesimlerin işine geleceği üzerinden politika yapmak, insanları hareketlendirmek, ulusal ve ulusötesi koalisyonları adını, içeriğini, hedeflerini daha açık koyabileceğimiz Bizim Avrupamız hattında genişletmek zorundayız.
Nuray Mert gibi yüzünü Doğu’ya çevirmeyi tercih eden şüpheciler bu Avrupa hattının nasıl olup da “sol” kalabileceğini anlamakta zorlanıyor olabilirler. Hatta “hayır” oylarının anti-kapitalist solun önünde açtığı ilerici patika konusunda isabetli bir tespit yapan Slavoj Zizek’in bile hayli Avrupa-merkezci bir tavırla Güney Amerika ve Asya menşeli direnişlere burun kıvırdığından şikâyet edilebilir (Radikal, 6 Haziran, “Avrupa Tek Seçeneğimiz”). İyi de, AB yüzünden Ortadoğu’ya sırtımızı dönmeye, başka kıtaların mücadele ağlarıyla muhabbetimizi kesmeye mahkûm olduğumuz ne zamandan beri Allah’ın emri ki? Önümüzdeki, kendini bize son gelişmelerden sonra daha bir ısrarla duyurmakta olan Avrupa meselesi bir politik imkân meselesi değil midir? Nasıl bir toplumsal hareketin kurulabileceği, içine dahil olacak insanların kendilerini bu meseleye ne yaparak açmaya hazır olduğu o insanların irâdesindedir. Şu kapris ya da bu fikri sâbit yüzünden henüz şekillenmemiş bu irâdeyi lânetlememek gerekir