Neoliberal küreselleşme yerel ekonomik kaynakları sömürmüş veya yok etmiş, nüfusun geniş kesimlerini sefilleştirmiş, toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri arttırmış, yalnızca güçlü ve sert olanın ayakta kaldığı insafsız bir düzeni yasa haline getirmiş ve sosyal hizmetleri özelleştirerek milyonlarca insanı temel hayat güvenliğinden mahrum bırakmıştır. Bu uygulamaların doğal bir sonucu sefaletin yayılması olmuştur ve bununla birlikte kitleler iktidara aç ve iktidarı kimseyle paylaşmak istemeyen siyasi şarlatanların ellerine düşmüştür. Bu metni okuyanlar Batı dünyasında (yer yer onun da ötesinde) aşırı sağ popülizmin yükselişine getirilen bu tür bir açıklamaya aşinadırlar sanıyorum. Bu tarz bir açıklama yalnızca solda da yaygın değildir, okumuş liberal-merkez kesim de buna ikna olmuş gibi:
“Geçtiğimiz çeyrek yüzyılda liberalizm için her şey çok kolaydı… Yükselen eşitsizliğe rağmen toplumda kazananlar kendilerine bir meritokrasi içerisinde yaşadıklarını söyleyip durdular ve tabii bununla beraber ‘kazanan’ olmalarının bir tesadüf olmadığını, bunu hak ettiklerini… Ekonominin büyük bir bölümünü yürütmek için işe alınan uzmanlar kendi mükemmelliklerine bakıp hayran oldular. Fakat sıradan insanlar, zenginliğin imtiyazın bir örtüsü, uzmanlığıysa bencilliğin kılık değiştirmiş hali olduğunu gördüler.”[1]
Yukarıdaki ufak toplumsal eleştirinin kaynağı İngiliz The Economist dergisi.
2015’ten bu yana Polonya aşırı-sağ bir hükümet tarafından yönetiliyor, bu hükümet yavaş yavaş ve sıkı sıkıya modern demokratik devletin temel kurumlarını işlevsiz kılmaya girişti: mahkeme kararlarını tanımadı, yargının bağımsız kurumlarını ufak parçalara ayırdı, medyayı himayesi altına aldı, kültürel ve sanatsal üretimi kendi ideolojik hizasına çekti, anayasayı durmadan ihlal etti ve siyasi protestolarda ciddi bir polis şiddeti gösterdi. Uluslararası Af Örgütü’nün hazırladığı yeni ve tahripkâr bir raporda bu gelişmeler bütün detaylarıyla sıralanıyor. Hükümet bu yolda ilerlediği sürece, gördüğü destek hem konsolide oluyor hem de artıyor. Esasında epey geniş bir fenomenden söz ediyoruz, dolayısıyla bu sürecin olası sonuçlarını tahmin etmek pek zor değil. Anayasa Mahkemesi’nin göz göre göre yasadışı yollarla ele geçirilmesi (Avrupa Konseyi’nin Venedik Komisyonu da bu durumu koşulsuzca bu şekilde kınıyor) bu uzun süreli stratejinin ilk adımıydı, onu mukabil Yüksek Yargı’nın, Milli Yargı Konseyi’nin ve Milli Seçim Komisyonu’nun yine bir o kadar hukuk-dışı yollarla siyasi iktidara tabi kılınması geldi. Türkiye ve Rusya vakalarında da görüldüğü gibi, yargıyı “yenilemek” hem medyayı hem de siyasi aktörleri (iş dünyasını saymıyorum bile) hizaya getirmek adına mühim bir araç olabiliyor. Yükselen yeni rejim hayatta kalabilmek için halktan destek görmek zorunda olduğunun farkında. Yine de, iktidarını “denetimsiz” ve çekişmeli bir seçim sürecinin zorluluklarını göze alarak tehlikeye atmak istemiyor. Bu rejim kendini Macaristan, Rusya ve başka birçok yerde başarılı olmuş post-modern muhafazakar parti-devleti modeli dahilinde görüyor.
Burada tartışmak istediğim ne bu yeni rejimin doğası ne de, özgün olmasa da kayda değer olan siyasi teknolojisi. İlgimi asıl çeken şey rejimin motoru olmuş tarihî birikim. Barış ve kısmen refah zamanlarında yaşanan böylesi bir dramatik siyasi değişim yalnızca mucizevi bir yeni propaganda stratejisinin etkisiyle açıklanamaz. Durumu bu şekilde açıklamaya yönelik bir ajitasyon daima vardı, fakat şimdilerde bu tür açıklamaların çok daha hevesli takipçileri var. İkiyüzlü elitlere yöneltilmiş, hem komünist rejimin hem de “küreselleşmeci kozmopolitizm” senaryosunun bir tür devamı olan ultra-radikal eleştiri halkın hem kalbine hem de aklına dokunmuş görünüyor. Böylesine derinden, devrimci bir gayrimeşruluk nasıl elde edildi peki? Bu soruya bir cevap vermeyi vermeyi başaramasam bile, bir hipotezin geçersizliğini kabul etmek gerekiyor: bu duruma yol açan ekonomik durağanlık, kesatlık, yükselen işsizlik veya toplumsal talihsizlikler değildi. İktidardakiler bunun tam tersi bir mantığı izleyen bir başkaldırı sonucunda başarılı oldular: yaşam standartlarının hızla yükselmesi yeni ve daima yükselen arzular ve umutlar uyandırdı. Ve bu arzu ve umutlar karşılanamayınca, aldatıldıklarını düşündüler ve bu da inkâra yol açtı. Yine de, bu başkaldırının muazzam ideolojik içeriğinin açıklanması gerekiyor.
Ekonomik Taşkın
Polonya’nın son yıllarda gösterdiği ekonomik büyüme bir tür gazetecilik klişesi halini aldı. Yerel fikir ortamlarında bu klişeye hak edilen değer verilmiyor - kimisi iyi, çoğunluğuysa kötü sebeplerden. Yine de okuyuculara bu büyümemenin oranları hatırlatılabilir. AB’ye girmesinin ardındaki on yılda Polonya’nın GSYİH’si %59 arttı (2004-2015).[2] Yüksek faiz krizini takip eden yedi yılda %22,1’lik etkileyici bir büyüme gösterdi (2007-2014).[3] Aynı dönemde Yunanistan’ın büyüme oranı %24 küçüldü. 1992’den beri Polonya kesintisiz bir ekonomik büyümenin keyfini çıkarıyordu, kişi başı GSYİH’si yedi seferden fazla yükseliş göstermişti. Orta ve yüksek gelirli ülkeler arasında ve eski kıta dahilinde en yüksek büyüme oranları Polonya’ya aitti (bir kural olarak fakir devletler diğerlerine göre GSYİH oranlarını çok daha rahat yükseltirler). Bu büyümenin ardında büyük ölçüde devasa sanayileşme hamleleri vardı - 2015’te ithalat 200 milyar doları aşmıştı. 2000’de bu sayı yalnızca 32 milyardı. İthalatların %81 kadarı mamul mal, araç gereçler ve ulaşım ekipmanlarından meydana geliyordu.[4] 2015’te Polonya bir ticaret fazlası elde etti ve bu güne değin bunu korumayı başardı.
Bu ilerlemenin toplumsal bir bedeli var mıydı? Bu soruya ancak karşılaştırmalı bir cevap verilebilir. Başlangıçta elbette vardı, sosyalist devletin kurmuş olduğu endüstriyi yıkma ve yeni bir endüstri kurma süreci epey hızlı gerçekleşmişti ve bu ölçekte bir benzeri yoktu. Endüstrinin tepeden tırnağa yeniden kurulma süreci 90’lar boyunca devasa bir işsizlik dalgasına sebep oldu ve işsizlik oranı %20,7’yle 2003’ün başlarında zirveye oturdu; bilhassa kırsal bölgelerde ve taşrada sert bir etki bırakmıştı.[5] 1992’de büyük grevler meydana geldi ve hoşnutsuzların oranı yükseldi. Dümen yine de dönmesini bildi. 2015’in sonlarında işsizlik oranı %9’a inmişti ve inmeye de devam ediyordu. Maaşlar kör topal yükselmişti, fakat başka önemli toplumsal göstergeler büyük bir artış gösteriyordu: 2015’te çocuk ölümleri AB ortalamasına yakındı, ortalama yaşam süresiyse dokuz yıl artmıştı. Polonyalı kadınların 81,2 yıl yaşamaları beklenir olmuştu. AB’ye girmenin ertesinde tüketim de hızla artmıştı: örneğin, on yıl içerisinde müstakil arabaların sayısı neredeyse iki katına çıkmıştı. Aynı zamanda şiddet suçları %40 azalmıştı (Avrupa standartlarına göre hiçbir zaman çok yüksek olmasa da).[6] Dahası, gelir eşitsizliği oranı görece ılımlı bir düzeyde kalmıştı (Polonya CIA World Factbook’un eşitsizliğin en yüksek olduğu 150 ülke sıralamasında 122’inci sıradaydı). Başka bir deyişle, son yirmi yılda Polonya’da ortalama hayat standartları beklenmedik bir yükseliş göstermişti. Polonya, orta-gelirli bir ekonomiye sahip, kırılgan ve izole bir ülke olmaktan yüksek gelirli, stabil bir ülke olma yolunda gidiyordu (Dünya Bankası’na göre bu statüye 2009’da resmen erişmişti). Polonya’nın en gelişmiş “yarı-çevre” ülke veya daha şimdiden bir kapitalist merkez rıhtımı olup olmadığı tartışılabilir. Fakat böyle bir tartışmanın gayeleri yalnızca akademiktir. Merkez-sağ ve post-komünist cenahın yokluğunda bu başarının büyük kısmını kendi hanesine yazdıran liberal cenah merhametsiz, milliyetçi popülistlerin beklenmedik ani bir [blitzkrieg-style] hamlesiyle siyasal alandan silindiklerinde anlaşılabilir bir şekilde şoka girmişlerdi. Seçim sloganları da şuydu: “Polonya enkaz altında!”
Rahatsız edici hakikat
Polonya’nın 1989’den sonra küresel kapitalist piyasaya girişi, “geçiş” diye de bahsedilir, bir süredir neoliberal uygulamaların (özelleştirme, serbest ticaret, deregülasyon, düşük enflasyon ve vergilendirme, mali kemer sıkma ve rekabetçi ekonomik ve toplumsal ilişkilerden oluşan bir bütün) nasıl uygulanabileceğine dair başaralı bir örnek teşkil ediyordu. Şüphesiz ideolojik olarak Polonya kendini böyle temsil etmeyi seçiyordu. Polonya Batı hükümetleri ve finansal kurumları dahilinde bir serbest piyasa hezeyanı yaşandığı dönemin tam zirvesinde kapitalizmi kucaklamıştı. Polonya’nın yeni elitleriyse dünyaya hakim bu havaya ayak uydurmanın akıl kârı olduğuna karar verdiler. İç sebepler de önemliydi tabii -sağcı bir modernleşme ideolojisi olan neoliberalizm büyük ölçüde sosyalizmin ayakları ters döndürülmüş bir haliydi ve bu ideolojiye başvurmak hem siyasi uygulamaları meşrulaştırmaya hem de reform için gerekli mobilizasyonu sağlamaya yardımcı oldu. Erken geçiş döneminde uygulanan “şok tedavisi” yönteminin (Jeffrey Sachs’la birlikte) arkasındaki beyin, Başbakan Yardımcısı Leszek Balcerowicz kamusal alanda halen daha etkinliği korur; neoliberalizme öyle güçlü bir inancı vardır ki Milton Friedman görse yanakları kızarır. Neoliberalizmi eleştirenler de, en azından soldakiler, bir açıdan mesuttular -“alternatif küreselleşme” bayrağı altında üretilmiş her türlü hazır toplumsal eleştiriyi diledikleri gibi ithal edip ardından ihraç edebiliyorlardı (bu satırların yazarı da bu “satışa” katkılarının bulunduğunu memnuniyetle kabul ediyor).
Bu tabloda hem hevesli hem de hoşnutsuz insanların görmek istemediği, Polonya’nın nevi şahsına münhasır konumuydu. Bir konuda açık konuşalım: Polonya herhalde çeyrek yüzyıllık bir arada en fazla yabancı yardım almış ülkedir. Bilgim dahilinde bu konuda karşılaştırma yapabileceğim sağlam istatistikler bulunmuyor, yine de bu önermeyi geçersiz kılacak türden bir örnek bulmak da bir hayli zor. Yabancı yardımlar Polonya’nın gördüğü desteğinse yalnızca bir kısmı; en az onun kadar önemli bir başkasıysa vatandaşlarına verilen haklar.
90’ların ilk yıllarında Polonya -Brezilya, Meksika ve Arjantin’in arkasında- kesin rakamlarla dünyanın borca batmış en büyük dördüncü ülkesiydi. 1994’te, karmaşık bir dizi pazarlık sürecinin ardından, Polonya’nın borcu %40 azaltıldı ve kalan %60’ı ödemek için gerekli koşullar Polonya’nın lehine olacak şekilde düzenlendi. Esasen 48,5 milyar dolarlık borcun %42 düzeyinde ertelenebileceği öngörülüyordu.[7] Borcun ertelenmesi ülkenin ekonomisinin istikrara kavuşması ve hükümetin borç alma imkânlarının artması açısından oldukça önemliydi. Polonya bu sayede sosyalist rejim sırasında geliştirilmiş sosyal hizmetlerin belkemiğini korumayı başardı. Böyle bir ertelenme olmasaydı ülkenin borç batağına düşmüş diğer ülkelerin yolundan gitmiş olacağını tahmin etmek zor değil.
AB’ye girişinden bu yana Polonya, Avrupa Birliği’nden açık transferlerle 88 milyar euro’nun üzerinde destek aldı. Bu paranın yaklaşık üçte biri Ortak Tarım Politikası’na gitti ve ülkenin sefillikle en çok boğulan yerlerine ulaştı. Kalanıysa büyük bir ihtiyacın duyulduğu altyapı yatırımlarına gitti; aksi halde ekonomik büyüme doğrudan zarar görmüş olacaktı. 2014’te, yani çarpıcı siyasi gelişmelerin yaşanmasına bir yıl kala, GSYİH’si toplam 356 milyarken, açık değeri neredeyse 13 milyar euro’yu bulan bir destek aldı.[8] 2004’ten önce de, AB’ye giriş fonlarından 2,5 milyar euro civarı bir yardım almıştı.
Tahminler farklılaşsa da, iki milyondan fazla Polonya vatandaşının 2004’ten sonra AB’nin daha Batı’daki ülkelerine gittiği açıktır (daha kesin konuşmak gerekirse Avrupa Ekonomik Alanı’na, çünkü en çok insanın gittiği yerlerden biri Norveç’ti). Böylesi güçlü bir göç dalgası çoğu zaman ekonomik talihsizliğin bir işareti olarak görülür. Polonya’daki düşük maaşların ve görece yüksek işsizlik oranının bu akışı güçlendirdiğine de bir şüphe yok. Fakat bu insanlara çekici gelen bir başka önemli unsur vardı: Doğu Avrupalı göçmenlere (çoğunluğu Polonyalıydı) özel bir hukuki statü tanınıyordu. Küreselleşmeyi eleştirenler haklı olarak küreselleşmenin yapısının emeğe karşıt bir şekilde oluşturulduğuna işaret ediyorlardı: seyahat özgürlüğü metalar ve sermaye adına genişletiliyordu, fakat işgücü adına kısıtlı kalmaya devam ediyordu. Polonya’nın işçi sınıfıysa, diğer AB üyesi Doğu Avrupa ülkeleri gibi, AB’nin sağladığı seyahat özgürlüğü imkânıyla bu kısıtlamadan azade olmuştu. Gittikleri ülkelerde sivil haklar ve sosyal koruma hizmetlerinden faydalanabiliyorlardı. Yalnızca kendi hayat standartlarını yükseltmekle kalmamışlardı, Polonya’da yaşamaya devam edenlerin de ellerine pazarlık edebilecekleri güçlü bir koz vermişlerdi. Başka bir deyişle, yüz binlerce işçi yedeğinin ekonomi büyümeye devam ederken göç etmesi, maaşları yükseltmişti. Göçenlerin bir kısmı kazandıkları parayı ülkelerine geri gönderiyorlardı, kalanlarıyla gidip gelmekte özgürdüler. Seyahat özgürlüğü kapitalist bir merkezin bir yarı-çevre ülkesine verebileceği desteğin en hayranlık uyandırıcı biçimiydi.
Polonya’nın son çeyrek yüzyılda aldığı yardımlar ne bir hayırseverlik nişanesi ne de hayatta kalabilmek için bir destekti. Yolun her adımında mevzu bahis olan küresel kapitalist pazara adapte olabilmekti. Bunda jeopolitiğin ve ideolojinin de önemli bir rolü oldu. Yine de, Polonya’nın kamu hizmetlerinin belkemiğini koruyabilmesinde, sağlık ve eğitim sistemlerini sürdürebilmesinde, emekli maaşlarını ödemeye devam edebilmesinde ve dünyanın en yüksek eşitsizlik oranına sahip Şili’nin veya daima yüksek düzey eşitsizlik ve şiddet oranlarında seyreden Meksika’nın (NAFTA hiçbir zaman Meksikalılara Avrupa Ekonomik Alanı’nın Doğu Avrupalılara sunduğu türden imkânlar sunmamıştı) veya bir oligark okyanusunda yüzen Rusya’nın (Polonya’da yolsuzluk görece ılımlıdır) veya korkunçluğuyla meşhur iş ilişkilerine sahip Türkiye’nin başına gelenlerden sıyrılabilmesinde aldığı yardımların önemli bir rolü olduğu inkâr edilemez. Bahsi geçen ülkeler, tıpkı Polonya gibi, son on-yirmi yılda ekonomik büyümenin yeni şampiyonları olarak görülüyorlardı. Polonya’yı onlardan ayıran, Bill Clinton’ın 90’lardan bir sloganını kullanmak gerekirse, herhangi bir ekonomik yardım almamaları ve yalnızca ticaret yapmalarına izin verilmesiydi.
Büyük hayalkırıklığı
Tuhaf bir şekilde, Polonya’nın yeni egemen ideolojisinin esasını etno-merkezci bir egemenlik anlayışı oluşturuyor. Bu ideolojinin taraftarları devletler arasında dayanışmayı reddetmekle kalmıyorlar, aynı zamanda devletleri birbirleriyle daimi bir çıkar kavgasına tutuşmuş bir halde görüyorlar. Hayatta kalmak adına verilen bu amansız mücadelede başarılı olabilmek için devletin etnik, kültürel, dinî olarak (artık hangisi duruma daha iyi uyarsa) homojen bir yapısı olması gerektiğini savunuyorlar. Hatta, devlet medyasının Avrupa Birliği’ni gösterme biçimleri Russia Today’den zor ayırt edilir türde; ikisinde de AB’nin yabancı ve kozmopolit elitlerinin çokkültürlü bir sol ütopyayı nasıl toplumlara empoze etmeye çalıştığına dair imgeler dönüp duruyor. Polonya’nın refahının AB’yle karmaşık ve epey derin ekonomik ilişkilere sıkı sıkıya dayandığı ve ülkenin halen daha önemli miktarda yarım aldığı düşünülürse, böyle bir tutum kafaları karıştırıyor. Ama seçimlerde bunun pek önemi yok gibi. 2015’te, neredeyse hiç göçmen almamış bir ülkede milliyetçi bir dalgayı ve göçmen-karşıtı cenahı tetikleyen mülteci krizi olmuştu. 7.000 kadar mültecinin yerleştirilmesi büyük bir siyasi sorun halini aldı. Mültecileri ülkeye alma yanlısı olanlarınsa siyaseten sonları geldi. Bu durum değişmiş değil. 2017’de “sıfır mülteci” politikası sürdürülüyor ve anketler bu sayıyı yükseltmeye çalışabilecek herhangi bir siyasi partinin başarısızlığa mahkûm olacağı fikrini veriyor. Bu homojen ve bencil ulus-devlet vizyonunun toplum genelinde müthiş bir çekiciliği var: gençler arasında bile bu fikir egemen ve en çok genç Polonyalı erkekler bu fikre kapılmış durumdalar. Olası mültecilere karşı en düşmanca tavırları gösteren ve AB’ye karşı en az sempati duyanlar da yine onlar. AB üyeliği toplumda hâlâ destek görse de, bu desteğin yüzeysel olduğu söylenebilir -Haziran 2017’de haftalık Polityka gazetesi bir araştırma yayımladı, buna göre görüşülen insanların %51,2’si AB’de kalmak mültecileri kabul etmek anlamına geliyorsa ayrılmaya hazır olduklarını belirtmiş.
Bu kısa yazıda yakın dönem Polonya tarihinin kavraması güç mantığını açıklamaya yeltenmedim. Yine de, Polonya vakasının Batı toplumlarında milliyetçiliğin geri dönüşüne ilişkin sanayileşmenin bitmesi, düşen maaşlar, yüksek işsizlik gibi sebeplerden yola çıkan klasik sol açıklamalara bir gölge düşürdüğünü kabul etmek gerekir. Polonya’nın kapitalizme adapte olma sürecinin birçok hatayı barındırdığı söylemeye gerek bile yok. Her kapitalist girişimde olduğu gibi, burada da kazananlar ve kaybedenler, kapitalistler ve proleterler vardır. Piyasadaki aşırı canlılığın son yıllarında mutlak sefalet sınırının altında yaşayan insanların sayısının arttığı da doğrudur. Fakat bu mesele hiçbir zaman seçimlerde gündeme gelmedi veya siyasi bir etkisi olmadı. %50’lik seçime katılım oranıyla Polonya, fakirlerin oy kullanmadığı bir ülke. Yine de “geçiş”, bilinen en başarılı kapitalist girişimlerden biri oldu -bunun en açık nedeni de Polonya’nın aldığı yardımlar ve ayrıcalıklı konumuydu. 2015’te girilen milliyetçi rota, ne kadar bir toplumsal eleştiri maskesi taşıyor da olsa, toplumsal bir başkaldırı değildi; bütün milliyetçiliklerde durum böyledir (bir slogan örneğin “Çalmamak yeterli!” diye bağırıyordu). Polonya’nın devasa üretim sektörü içerisindeki huzursuzluk, toplumsal ve ekonomik koşulların maaşlardansa çatışmayı tercih etmesine rağmen, son yıllarda neredeyse ortadan kaybolmuştur. Dolayısıyla bu başkaldırının bir şeyi “geliştirme”ye değil, “korumaya” yönelik olduğu söylenebilir. Esasen hem tepkisel, hem de gerici bir başkaldırıdır bu. Özünde söylediği “sahip olduklarımızı koruyalım, kimseye güvenmeyelim, yabancıları dışarıda tutalım”dan ibarettir.
İngilizceden çeviren: Yağız Ay
[1] The Economist, 24 Aralık, 2016, s. 11
[2] Polonya ekonomi bakanının ağzından rakamlar.
[3] Eurostat’tan alınmış rakamlar.
[4] Polonya Cumhuriyeti Yıllık İstatistik Raporları, 2016, İstatistik Merkez Ofisi, s. 874.
[5] Stopa bezrobocia według GUS w latach 1990–2017. stat.gov.pl.. Erişim tarihi: 13 Ocak 2016.
[6] Polonya Cumhuriyeti Yıllık İstatistik Raporları, 2016.
[7] The New York Times, 12 Mart 1994.
[8] Polonya Ekonomi Bakanlığı, TransferyFinansowePolska-UniaEuropejska