Metropolis’te sıradan bir gün: Başımda akşamdan kalma şiddetli bir ağrı ve ev, sanki yanan bir tütün deposu gibi kokuyor. Ağzım; bir yerlerde duymuştum ve çok da hoşuma gitmişti, Gandi’nin yürümekten aşınan terlikleri gibi yapış yapış. Yatağımda, kendinden geçmiş kadını tanımıyorum bile… Hazırlanmam gerekiyor, görev beklemez.
Polis teşkilatı, asla üniformalarımızın eskimesine izin vermez. Poligonda düzenli olarak kullanmadığım silah, kılıfında yepyeni. Evden dışarıya adımımı attığımda görevim başlıyor. Sokakta yapacaklarım önceden belirlenmiş, dışarıda olduğum sürece Metropolis’in güvenliğini sağlamakla görevliyim.
Metropolis’te, tek bir iş yapılır; polislik. Geriye kalan tüm işler; polisliğin yan dallarıdır. Sokaktaki her şey devlet envanteri ve kayıt altında. Hiç kimse, polis üniforması giymeden dışarıya çıkamaz. Şehir, büyük bir film seti gibi ve kameralar her an her şeyi kayıt altına almakta. Polis teşkilatının büyük bir bölümünün tek işi bu kayıtları izlemektir. Bu kayıtlar aynı hikâyenin tekrarı gibi ya da bitmeyen bir dejavu, izleyen de izlenen de sürekli aynı davranışları tekrarlıyor.
Metropolis’te herkes polis olmak için eğitilir, küçük çocuklara parklarda talimler yaptırılır. Çocukların ilk öğrendiği şey sokakta nasıl davranacaklarıdır ve bunun için de önlerinde uzunca bir zaman vardır. Polis akademilerinde her türlü eğitim verilmekte. Şehirde suç oranı yok denecek kadar az ve böylesi bir dünyada bir şeyleri anlatmak ne kadar kolay.
Her polis eve girdiğinde bir sivil vatandaşa dönüşüyor ve yasanın işlemediği bir alana giriyor. Düzensizliğin kol gezdiği bu mekânlarda insanlar neredeyse hiç elbise giymezler ve çoğu seks yapmak için bir araya gelirler. Alkol ve uyuşturucunun en sıradan tüketim nesnesi olduğu bu yerlerde suç, kişisel bir tercih ve evde gerçekleşmişse hiçbir cezai yaptırımı yoktur...
***
Zeynep Beler sıradan olana çevirir bakışlarını; bu esnada farkında olmadan aynı davranışları sergilediğimiz kodları irdeler. Davranışın kişisel bir tutum olmaktan çıkması ve kamusal bir tutuculuğu simgeleyen bir görsele dönüşmesi insanları sokakta daha dikkatli olmaya sevk eder. Elinde telefonu sandalyede oturan bir kadın1, bir tür ikaz tabelası gibi yapılabileceklerin ölçütünü belirler. Aslında bir şey yapamamanın, yapmamanın ölçütüdür, telefon ekranına asılı kalan bakışlar bir şey aramadığı gibi bu özellik onu neredeyse görünmez kılmıştır. Etrafındakiler onu rahatsız etmeden ve kendileri de rahatsız olmadan bir ilişkisizlik ağı içinde birbirlerini tanımamaya devam ederler. Eylemdeki bu düzensizlik bir tür yabancılaşma olarak görülse de, ayrıntıya inildiğinde büyük resim bir anda ortadan kaybolur ve her şey bir anda anlamsızlaşır. Anlamsızlığın hakim olduğu bu alan bir tür gizem alanı yaratarak bireyi içine çeker. Kamusal alanda davranışlara getirilen sınırlamalardan arta kalan ve neredeyse büyük bir tefekkür içinde sergilenen bu davranışlar tüm iktidar erklerinin ellerini ovuşturmalarına neden olur. Kamusal alandaki davranışların, işe giderken mecburen katedilen yolla ya da dinlenmek için oturulan bir mekân ile sınırlandırılması, insanların bir an önce eve, yani bir tür özgürlük alanına sığınma telaşı ile sona erer. Yapılabileceklerin ev ile sınırlandırılması ve sokağın davranışları denetleyen bir “kuruma” dönüşmesi insanların beraber neleri yaşayabileceklerinin de altını çizer.
Zeynep Beler’in, Krank Art Galeri’de açılan “BECHCOMBER” sergisi kendini görünür kılmaya çalışan bireyin, aslında nasıl silikleştiği ve sıradan olana dönüştüğü gerçekliğini yansıtıyor. Bu yüzden görseller şatafatlı hayatlardan değil de, hayatın genelini yansıtan basit deneyimlerden alınmış. Beler’in işlerinde kullanılan boyalar pahalı, yani sanatçıya özel boyalar değil, daha ziyade herkesin ulaşabileceği karakalem ve sprey boyalar. Sprey boyalar, her ne kadar soyut “bir sanat eserini” hatırlatsa da, bu hatırlatma sanat üzerine yanılgılı düşüncelerin bir kaideye dönüşmesinden kaynaklanıyor. Görseller sokaktaki başıboş herhangi bir panoyu anımsatır: Bu görseller bir panoya yapıştırılan afişlerin farklı parçalarla birleşerek boyandığı ve artık herhangi bir şeye gönderme yapmayan bir görsel yığın olarak hayatı özetler. Birey bu göstergeler yığını içinde kaybolmuş; tıpkı şekilsiz bir leke gibi ifadesizleşmiştir.
Sergide yer alan ve aslında arkadaşlığın ne kadar önemli olduğunu anlatan “Recycling Bin Series, Friendship”3 görseli yalnızlığın sokakta ne kadar tehlikeli olabileceğini ifade eder; resmin üzerine büyük harflerle yazılan “FRIENDSHIP IS MAGICAL” cümlesinin insanı toparlayan, kendine getiren bir işlevi vardır. Sokağın, bir türlü insan yaşamı için uygun bir yer haline gelememesi, insanları tıpkı sürü halinde yaşayan hayvanlar gibi birbirini kollamaya sevk eder.
İnsanın uyum sağlayama özelliği hasar almıştır. Bu özelliği artık onun kontrolü dışındadır; bu özellik bir iç sese dönüşen iktidar aygıtları tarafından sürekli yönlendirilir ve neredeyse onun nasıl bir insan olması gerektiğine kadar uzanır bu süreç. Üst bir söylem olarak varlığını sürekli koruyan iktidar dili, dilin de tıpkı davranış gibi kişisel bir olgu değil de, iktidar mekanizmasının bir parçası olduğunu hatırlatıyor. Kişisel olanla iktidar olanın sürekli birbirine karıştığı bir alan bu; iktidar olanın değiştirilemeyen bir içgüdü gibi sürekli hayatımızda olması ve çoğu zaman varlığından bile habersiz oluşumuz onunla nasıl uyum sağladığımızı da gösterir.