Uzun bir süredir, Türkiye gündemini meşgul eden tarihsel anlamda trajik, sosyo-kültürel ve politik anlamda kadim ve büyük bir problem olan kadına yönelmiş şiddet, özünde tüm toplumsal eşitsizlikleri bünyesinde barındıran cinsiyetçi bir şiddet olarak tanımlanabilir. Meselenin derin ve çok boyutlu doğası, şüphesiz konu üzerinde düşünmelerin de birçok farklı yönünü göz önüne almayı gerektiriyor. Bu bağlamda, olgunun can yakıcı ve güncel görünümleri, pratikleri daha çok konuşulsa da erkeği kadına karşı yıkıcı bir güç olarak kuran derin yapının anlamsal kodlarına yansıyan genelde sosyo-kültürel davranışların, özelde kadına yönelik cinsiyetçiliğin ve cinsiyetçi dilin önemle irdelenmesi gerekir. Bu bağlamda cinsiyetçilik, belirli insanların, çoğunlukla kadınların, cinsiyetleri nedeniyle aşağı oldukları fikrine dayanan herhangi bir ifadeyle (hareket, söz, görüntü, jest) ilgilidir. Sonuçları itibarıyla cinsiyetçilik esas olarak kadınları etkiler. Bireysel cinsiyetçilik eylemlerini yansıtan cinsiyetçi dil ve söylem, ilk bakışta iyi huylu görünebilir, ancak gerçekte yıldırma, baskılama, korku ve güvensizlik atmosferi yaratır. Özellikle Türkiye tipi toplumlarda cinsiyetçiliğin kurumsal ve bireysel düzeyde işlediğini biliyoruz. Bu bağlamda doğrudan cinsiyetçilik denen, kadınlara karşı toplumdaki gayri meşru konumları pekiştiren saldırgan ifadeler ile feminizasyona tepki olarak doğmuş ironi ve mizahı da kullanarak işleyen dolaylı cinsiyetçiliğin ortaya çıktığını da gözlemliyoruz. Cinsel kimliğin inşası ve toplumsal cinsiyetin sosyalleşmesinin sözü edilen bu içerikler üzerinden işlediği bir toplumsal/siyasal sistemde, kadınlara yönelik ayrımcılığı, eşitsiz güç ilişkilerini yaratan tüm araçların yanında cinsiyetçi dilin de rolü büyüktür. Bu zehirli ve ölümcül dilin kökü çok eskilerde, antik dönem filozofları ve peygamberler zamanında ve hatta daha karanlık bir geçmişte saklı olsa da ucu, bugün yaşadığımız modern toplumun tüm katmanlarında ve gizli saklı tüm mekânlarındadır.
Nitekim antik İyonya'nın ünlü düşünürlerinden biri olan Sisamlı Pythagoras, bin yıllar öncesinden; düzeni, ışığı ve erkeği yaratmış olan bir iyi ilke ile kaosu, karanlığı ve kadını yaratmış olan bir kötü ilke vardır, derken hem düşün hem de inanç dünyasının ortak düzeninin, kadına karşı kurulmuş kötücül algısını veczeder. Diğer taraftan da ırkçı ve cinsiyetçi dilin, en bilge beyinlerin bile düşünceleri arasına nasıl kolayca sızabildiğini ve düşün geleneği olarak yerleşebildiğini gösterir. Dilin, cinsiyetçiliğin ve ırkçılığın güçlü bir aracı olduğunu varsaydığımızda, düşüncelerimizi ortaya koymaya yarayan dilin, davranışlarımız üzerindeki belirleyici etkisini de yadsıyamayız. Bu varsayıma göre dil; algılarımızın, düşüncelerimizin ve genel olarak kültürümüzün kurallarını, anlamsal kodlarını iletir ve bu yönüyle davranışlarımızı kısıtlama veya yayma ve yönlendirme gücüne sahiptir. Dolayısıyla verili olarak içine doğduğumuz kültürümüzün sosyal modellerini yineler, tahkim ve modifiye eder ve böylece kültürel normları sürdürür. Kuşakların zihinleri ise bu işleyişe uygun olarak toplumun diğer üyeleri gibi düşünmeleri için dil tarafından şekillendirilir.
Erkeğin kadına karşı tutumunun cinsiyetçi dilde gizli semantiği özelinde konuya değinirken erkek ve kadın cinslerinin birbirlerinin karşıtı olarak tanımlanmalarının anlamsal boyutuna da kısaca değinmek gerekebilir. John Berger, erkekler davrandıkları; kadınlarsa göründükleri gibidirler, derken esasında içine doğduğumuz belirli bir doğanın değişmez yasasından bahsetmiyordu. Çünkü mesele iki cinsin doğadan edindikleri varoluşlarının temel belirleyenleri ile ilgili olmaktan çok, insanlık tarihinin bir şekilde erkek lehine gelişmiş ve semantiğinin de buna uygun biçimde oluşmuş olmasıyla ilgilidir. Nitekim John Berger, Görme Biçimleri’nde söz konusu tarihsel tin’in nasıl kurulduğunu şöyle anlatır:
Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu, kadının öz varlığının ikiye bölünmesi pahasına olmuştur.[1]
Kadının öz varlığının ikiye bölünmesi, artık “kadın”ın kendine yabancılaştırdığı diğer kendini dışarıdan bir göz olarak sürekli izlemesi, gözlemesi ve yargılaması anlamına geliyorsa ve bu yargılamanın kriterleri de “erkek” tarafından üretilmişse artık denebilir ki kadın, bir tür olarak özgün varlığını yaratma, üretme, sürdürme olanağını yitirmiştir. Berger, bu nedenle “Erkekler kadınları seyrederler, kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler,” der.[2] Kadın, kendisini, kendisine yabancılaşıp erkeğin tasarısı olan bir imge olarak satın alır. Kendi varlığını kabullenişi, kendine dair başarı ve mutluluk algısı, kendi olarak “erkek”te beğenilme, kabullenilme, onay görme derecesiyle orantılıdır. Kadın, içindeki gözlemci erkeği dışarı atamadıkça görsel bir nesneye indirgenişini aşamayacak ve özgürleşemeyecektir. Elbette bütün bunların böyle olup bitiyor olmasında cinsiyetçi “dil”in de önemli bir işlevi vardır. Nitekim kadının kendi gerçekliği, bu gerçeklik hakkında konuşup dile dökülenlerle de şekillenir. Cinsiyetçi dilin kadını reddeden, keyfî tanımlamalarla sınırlayan ve giderek özünü bozarak özgün bir biçimde ortaya çıkmasını engelleyen karakteri, üstte Berger üzerinden sözünü ettiğimiz, kadının kendine yabancılaşmasını ve yıkıcı düalizmini doğurur.
Kadının, verili eril düzende, bedeninin ve ruhunun sömürgeleştirilmesinde takındığı tavır da bu cinsiyetçi dilin yerleşmesinde, meşruiyet kazanmasında ve kendi üzerinde hegemonik bir araca dönüşmesinde belirleyici bir rol üstlenir. Kadının, erkeğin örseleyici dünyasında kendini güvende hissetmeyişi, süreklileşmiş kaygı, korku ve endişe duygusu, özgürlük arayışının tekinsizliğiyle birleşince bir çeşit geriye çekilme olan özgürlüğünden kaçmaya, vazgeçişe dönüşür. Özgürlüğünden kaçmak ise kendi olma olanağını yitirme ve giderek kendine yabancılaşmaya dönüşür. Geride kadın için bir tek yol kalmış gibidir. O da erkeğin arzu nesnesine dönüşerek beğenilmeyi, sevilmeyi, kabul görmeyi beklemektir. Cinsiyetçi dil, bu noktada bu eşitsizliği tahkim ve tanzim eden bir araç olarak bu düzeni sürekli modifiye eden bir işlev yüklenir. Çünkü bu dil, cinsiyetler arasındaki eşitsizliği sürdürmenin, kadına boyun eğdirmenin, zayıf, önemsiz ve salt cinselleştirilmiş kılmanın klişelerini yaratır. Kadına ise bu düzende her gün, kimlik ve sınırları erkin temsilcisi olan “erk-ek” tarafından tanımlanmış olan itaatkâr rolünü hatırlatır.
Meselenin bir başka boyutuna baktığımızda, John Berger, kadının özünün ikiye bölündüğünü söylediğinde, ister istemez kadının verili, sabit bir özünün olduğunu, yani “kadın” sözcüğünün apriori olarak bir içeriğinin olduğunu düşünürüz. Gündelik hayatta kadına yönelen cinsiyetçi dilin şiddet içeriklerinden biri de aslında kadına biçilen rol ve kimlik içeriği ile ilgilidir. Kadına “kadın gibi davranın, kadın olun, kadınlığınızı bilin!” öğüt ve direktifleri verildiğinde ve bu dilin örseleyen cebri kadın üzerinde sürekli bir tazyike dönüştüğünde, bütün bu fiiller var olduğu varsayılan bir “kadın olma hali”nden yola çıkar. Bu noktada kadına “dişi kal!” denmek istenmediğine, dişilik onun biyolojik kimliğinin bir parçası olduğuna göre, “kadın ol, kadın kal, kadınlığını bil” direktifi, sınırları ve içeriği erk-ek tarafından belirlenmiş ve kadın tarafından da zımnen kabul edilmiş verili bir davranış biçimini ve içeriği işaret ediyordur. Kadın sözcüğü, elbette içeriksiz de değildir, kadın olmak bir şey olmaktır ama bu olma hali, aşkın, statik, değişmez bir öze işaret etmez. Nitekim Sımone De Beauvoır, “Kadın doğulmaz, kadın olunur. İnsan dişisinin toplum içinde büründüğü biçimi belirleyen hiçbir biyolojik, ruhsal, ekonomik yazgı yoktur,”[3] derken kadının en baştan verili bir özünün, içeriğinin olmadığını, bugün “kadın” denen ürünü yaratanın uygarlığın bütünü olduğunu söylemek ister. Birey, başkalarının dolayımıyla başka biri olabileceğinden kadın da ancak erkek denen bir başkasının dolayımlı ürünü olabilecektir. Burada da mesele, nasıl bir “erkek”lik varoluşunun, “kadın”ın bugünkü varoluşunun dolayımı olduğu sorununa gelip dayanır. Bu tartışılmadığında “kadın” olma, her haliyle arızalı bir pozisyona içinde tanımlanır. Ayrıca tarihsel süreç içinde de bu “kadınlık halleri”nin hangisinin kadın olmanın içeriğini temsil edeceği de başka bir muammalı durum olur. Geçmişte kalmış bir kadın olma hali, şimdide beliren kadın olma hali, hangisi “kadın ol” ifadesinin yönünü gösterir, peki? Burada kadın, erkeğin karşıtı olarak mı kurulur, tam olarak belli değildir. Ama erkeğin doyumsuz arzusuna göre içerik kazanan bir kadın olma halinden söz edildiği ve cinsiyetçi dilin de buna hizmet ettiği açıktır. Sırası gelmişken söylemek gerekir ki bizzat kadınlar da kendi hemcinslerine bu “kadın olma” halini dayatan dilin aktif kullanıcılarıdır. Nitekim J. P. Sartre’ın kadınlar için “Yarı kurban, yarı suç ortağı; herkes gibi…” derken işaret ettiği anlamsal düzlem, kadının, kurbanı olduğu sistemin, aynı zamanda aktif-pasif kurucu aktörlerinden biri olduğudur.
Kadınların eril düzenin normlarına uygun yaşamayı, güven içinde yaşama mekanizması olarak tasarlamaları, onların bu düzenin korunmasında yeri geldiğinde bir erkekten daha çok muhafazakâr bir tutumu sahiplenmelerine yol açar. Kadınların bu muhafazakârlığı da yeniliklerin yapılmasında bir engele dönüştüğü gibi, verili cinsiyetçi dilin mevcudiyetini korumasına ve hatta hem erkeğin hem de kendi düşünmelerinde bu dile işlerlik kazandırılmasında etkili olur. Kadın, bu cinsiyetçi dilin pasif bir kullanıcısı olarak bu statükocu tutumuyla hem daha az bir kelime dağarcığına sahip olmayı, hem de kendi özgün dilinin ortaya çıkmasına imkân tanımamayı içselleştirir. Böylece Aristoteles’in bin yıllar öncesinden “Dişi, belirli niteliklerin yokluğundan ötürü dişidir,” deyişindeki “kökten eksiklik/tamamlanmamışlık” duygusu ve algısı güç ve yaygınlık kazanmış olur. Simone De Beauvoir, bu eksiklik algısıyla ilgili olarak şöyle der:
Kadın eksi kutup olarak görünür, öyle ki her tür belirlenim ona sınırlama olarak atfedilir; bu konuda karşılıklılık söz konusu değildir, çünkü erkek olmanın bir özel durum olmadığı varsayılır; bir erkek, erkek oluşuyla doğru yerdedir, yanlış yerde duran kadındır. Nasıl ki eskiden mutlak bir düşey ve bu düşeye göre tanımlanan bir eğik olduğu düşünülüyorsa, fiilen mutlak bir insan tipi vardır, o da erkektir.[4]
Beauvoir’nın da işaret ettiği şey, kadının ontik ve ontolojik olarak “eksik”lik ile işaretlenmesinin felsefi, dinî, sosyal ve siyasal boyutunun, tarihin gelişim dinamiğinin öz niteliğine dönüşmüş olduğu bir durumdur. Dört ilahi dinin referans metinlerinde kadının erkeğe göre eksik yaratıldığının veciz ifadeleri ve antik felsefeden bu yana felsefi metinlerde de bu algıyı tahkim eden ifadelerin kullanımı, hem cinsiyetçi dilin kaynağı olmuş hem de eril tahakkümün hüküm ve fiilleriyle de örtüşerek bugün hâlâ sürmekte olan eşitsizliğin temelini oluşturmuştur. Dilin bu kadim önyargıların ve kalıp yargıların, klişelerin sembolik temsillerini ve yankılarını düzenleyen, onları beslerken ve sürdürürken kültürel bir ayna olduğunu düşündüğümüzde, bir miras olarak devraldığımız bu eşitsizlik geleneğinin sürüp gidiyor olmasındaki önemini anlamış oluruz. Kadını kendisi olarak görünmez kılan bu dil, onu otosansür uygulayan, varlığını değersiz bulan, eşit gelişime ve var olmaya inanmayan bir algıyla hareket etmeye sabitler.
Kierkegaard, “Kadın olmak ne talihsizliktir! Fakat kadın olmanın en büyük talihsizliği, bunun bir talihsizlik olduğunu bilmemektir,” derken bir taraftan mevcut eşitsizlik pozisyonunu hem betimler hem de kadının bu yazgısal eşitsizlik denkleminin bilinçsiz bir nesnesi olduğunu veczeder. Diğer taraftan da bunu, söylem düzeyinde de olsa meşru kılar. Cinsiyetçi dilin bu filozofça retoriği de sonuçta haksız bir cinsel önyargıya işaret eden, doğası gereği ayrımcı bir dildir. Cinsiyetçi dilin filozoflar tarafından dahi kullanılabilmesi, cinsiyetin kimlik anlayışımızın tüm alt satırları için kaçınılmaz olduğu biçiminde yazgısal bir algıya sürükler bizi. Doğal olarak ardından bu yazgı terk edilemez, değişemezmiş gibi düşünüp cinsiyet bilgisinin neden cinsiyette tercüme edildiğini merak ederiz. Cinsel iki kategorileştirmenin sorgulandığı bu düşünme fiillerinde, neden bir corpus’a ait biyolojik, “doğal” bir bilgiyi, ondan her bahsettiğimizde, belirli şeyleri ona atfetmenin, onda ortaya çıkarmanın, onun için varsaymaların gerekli olacağı dilsel bir iktidar aracına dönüştürdüğümüzü bilmek isteriz. Fakat sonuçta biliriz ki insan, kendi ürettiği dilin hem ürünü hem üreticisi ve eşitsizlik üzerine kurulu, bu kötücül yapının kadın-erkek kolektif eyleyenidir. Yine de cinsiyetçi dilin yaygın kullanımında kadın ve erkekler arasında önemli farklar olduğunu ve erkeklerin bu dili, daha çok egemen olmak için; kadınların ise tam tersi boyun eğdiklerini doğrulamak için kullandığını savunan görüşler de var. Ayrıca erillik, bir dereceye kadar bir tür soyutlama ve genelleme olarak dişilliği de içeren bir kapsayıcılık rolüyle yaşamın tümü üzerinde iktidar talep ederek bu kolektif işleyişi söylem ve edim düzeyinde domine eder ve sonuçta erilliği güçlendirerek, dişilliğin dilde de devalüasyonuna yol açarak ilerler.
Dilin, dünyanın içinde yönetilebilir bir varlık olarak icat ve keşfi, onun insanlık tarihi boyunca bir iktidar aracı olarak gücünü tahkim etmiş, işlevini yüceltmiştir. Anlamlar kelimelere dönüşürken dil, dünyevi söylemin sözlü dışsallaşmasının olanaklılığını yaratmış ve tanzim etmiştir. Erkek egemenin, insan yaşamının ve doğanın üzerinde hüküm sürme gayreti, onun, bütün bir insanlık algısını yapılandırma, yönetme, ele geçirme, yönlendirme çabası içinde olmasını gerektirmiştir. Dil de bu amaca hizmet eden bir araç olarak yaygın işlerlik kazanmıştır. Cinsiyetçi dilin, toplumsal düzen ve tarihsel işleyiş içinde kadını sabitlediği yer de tam olarak erk-ekin fantasmalarına uygun bir yerdir. Simone De Beauvoir, kadına biçilen bu rolü betimlerken oldukça açık sözlüdür:
Kadın mı? Çok basit, der, basit formül meraklıları, bir döl yatağıdır, yumurtalıktır o, bir dişidir. Bu sözcük onu tanımlamaya yeter. Erkeğin ağzında ‘dişi’ sıfatı bir hakaret gibi tınlar; oysa o kendi hayvanlığından utanç duymaz, tersine kendisi hakkında ‘Erkek!’ dendiğinde bundan gurur duyar. ‘Dişi’ terimi, kadını doğaya yerleştirdiğinden değil, cinsiyetine hapsettiği için aşağılayıcıdır.[5]
Beauvoir’nın, işaret ettiği şeylerden biri de erkeğin bir çeşit soyutlama yoluyla kendini kadından üstün gördüğü bir düşünme diyalektiğidir. Bu diyalektik dahilinde dilin tarafsız olmadığını, düşünme biçimlerimizi yapılandırdığını, erkek egemenliği sağlamaya katkıda bulunmanın incelikli yollarını yarattığını düşündüğümüzde, cinsiyetçilik ve dil arasındaki kadim ilişkiyi de bilince taşımış oluruz.
Ayrıca günümüz dünyasında retoriğin, metaforların ve imgelerin gelişkin kullanımını düşündüğümüzde gündelik dilin araçsallaştırılmasının bireylerin cinsiyetçiliklerini maskelemelerine izin verebildiğini de görüyoruz. Bireylerin davranışlarının bu maskeli, örtük düzeyi, cinsiyetçi söylemin analizini zorlaştırsa da sonuçta kültürün bir kolektif hafıza meselesi olduğunu ve hepimizin temelde kendi içinde kötü olmayan dilin “cinselleştirilmesi kültürü”ne katılarak ona hizmet ettiğimizi anlamış oluruz. Ancak hal böyle ise de bu verili duruma teslim olmak hiçbir koşulda düşünülemeyecektir. Çünkü kadına ve ötekileştirilmiş tüm toplumsal/sosyal kesimlere yönelmiş yıkıcı şiddet dili, bir düşünme biçiminin, bir hafızanın, bir eyleme tarzının ürünüdür ve bu yönüyle şimdimizin ve geleceğimizin karartılmasının en büyük nedenidir. Bu nedenle tüm zorluklarına rağmen cinsiyet eşitliğinin sağlandığı, cinsiyetçi olmayan bir kültürün ve dilin teşvik edildiği, toplumsal cinsiyetten bağımsız ortak dil normlarının oluştuğu; akademik dünyadan başlayarak tüm sosyo-kültürel kanal ve araçların buna göre düzenlendiği; eril cinsiyetin genel kullanım ve yaklaşımlarının sorgulandığı, kadınların ve üçüncü cinsin dilsel görünürlüğünün engellenmediği bir toplumsal düzen tahayyülünün daima canlı tutulması gerekmektedir.
[1] John Berger, Görme Biçimleri, Metis, 2013, s. 46.
[2] A.g.e., s. 47.
[3] Simone De Beauvoir, İkinci Cinsiyet II, çev. Gülnur Acar Savran, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2020, s. 13.
[4] Simone De Beauvoir, İkinci Cinsiyet I, çev. Gülnur Acar Savran, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2020, s. 26.
[5] Simone De Beauvoir, İkinci Cinsiyet I, s. 43.