İstanbul (Çağlayan) Adliyesi Avrupa'nın, İstanbul/Anadolu (Kartal) Adliyesi dünyanın en büyük adliyesiymiş; iktidar öyle diyor. Ölçmedik ama herhalde doğrudur, neden yalan söylesinler? İktidarın adliye denen binayı muhtelif yapılarla bir tutması inşaatseverliğine bağlanabilir ve iktidar için bir rezidansla adliye arasında bir fark olmayabilir. Aslında öyle olması kuvvetle muhtemel çünkü hiçbir devlet bu kadar büyük adliye binalarına ihtiyaç duyulmasına yol açan devasa dava sayısıyla övünecek kadar gerçeklikten kopmuş olamaz. Gerçeklikten kasıt “devlet aklına uygun davranmak” olarak da okunabilir. Çünkü bu akla ne kadar muhalif olursanız olun o aklın kendi içinde bir rasyonelliği, mantığı olmalıdır. Kısaca “aklı başında” bir devlet adliye binasını azametli bir müteahhitlik harikası olarak değil, uyuşmazlık meselesi olarak en az sorunla muhatap olacağı, dolayısıyla elinden geldiğince küçültmeye çalıştığı bir mekân olarak görür. Devlet için tercih edilen hukuk yargıya taşınmayan ama “Demokles'in Kılıcı” gibi yurttaşların tepesinde duran, her zaman varlığını hissettirdiği halde gözle görünüp elle tutulmayan, bu haliyle de kocaman bir “idea” olarak topluma çekidüzen veren hukuktur. Yargı demek, sorun demektir; yurttaşlar için olduğu gibi devlet için de. Sorundur, çünkü uyuşmazlığın mahkemeye taşınması hukuka uyulmadığını gösterir. Bir devlet için ne de katlanılmaz bir durum. Hal böyleyse hangi devlet dünyanın en büyük adliyesine sahip olmak ister ki?
Tam da bu noktada hukukun “devletin ideolojik aygıtı” tezini hatırlayıp hukukun mu devleti, devletin mi hukuku kurduğuna, hukukla devletin gerçekte aynı şey olup olmadığına kafa yorabiliriz. Tüm bunlardan çıkaracağımız sonuç ise üç aşağı beş yukarı hukukla devletin siyam ikizleri kadar birbirine bağlı olduğudur. Hukuk devletten üstün değildir, hukuku devletin önüne geçirecek hiçbir aşkın ilke yoktur; dolayısıyla hukukun üstünlüğüne inanmamız için hiçbir sebep de yoktur. Devlet hukuktan üstün değildir, çünkü hiçbir devlet hukuksuz var olamayacağı gibi modern devletin varlığı da hukuka bağlıdır. Ama yürütme yetkisi somut, kanlı canlı devlette olduğu için soyut bir “idea” olan hukukun devlet tarafından “yürütülebilir” bir kavram olduğu aşikârdır ve devlet hukuku pekâlâ bir aygıta çevirebilir. Ama yukarıda da söz edildiği gibi, devlet tarafından tercih edilen hukuk, toplumu sadece varlığıyla ve kendiliğinden/resen düzene sokan hukuktur. Peki ya bu mümkün olmazsa? Ya aygıt silaha dönüşürse? Takdir etmek gerekir ki bir aygıt ve bir silah muazzam derecede farklıdır.
İstanbul adliyelerine yolunuz düştü mü bilmem, umarım düşmez. Kapıya yaklaştığınız anda üst aramasından geçirilir, bir mahkeme kalemine laf anlatmak için bin bir dil dökersiniz. Savcıya ve yargıca ulaşmak ise ayrı bir güç ve sabır gerektirir. Kapıdaki görevlilere maruzatınızı söyledikten sonra, eğer kabul görürse, turnikeden geçme hakkı kazanırsınız. Tüm bunlar savcı ve yargıçlarla görüşmenizi sağlamaz, onların sizinle muhatap olmaya karar vermeleri de gerekir. Bu, avukatlar için böyledir; yurttaşlar içinse neredeyse imkânsızdır. Hâsılı tüm adliye binası matruşka misali iç içe geçen, her “level”i atladığınızda daha meşakkatli bir aşamaya sürüklendiğiniz bir oyun alanıdır. Sarf ettiğiniz efordan o kadar çok yorulursunuz ki kazara bir yargıçla yüz yüze gelmeyi başardığınızda ne diyeceğinizi unutursunuz. İstanbul adliyelerinin her biri âdeta birer kaledir; düşman avukat ve yurttaşlar bürokrasinin kafalarından akıttığı kızgın yağlarla kendilerini bir anda kale dışında bulurlar.
Anayasasında geçen “hukuk devleti”, “eşitlik”, “adil yargılanma hakkı”, “hukukun üstünlüğü” gibi asgari savaş şartlarını, varlığını meşrulaştırmak için kerhen kabul etmiş devlet “ne yapalım, bir duruşma açıp bir yargılama yapalım, el mahkûm” dediğinde ise bu kez savaşın başka figürleriyle karşılaşırsınız. Ama bürokrasinin sıradan askerleri değildir bunlar. Yargının albayları, generalleri, mareşalleridir. Biz onlara kısaca “yargıç” diyelim.
Devletin muvazzaf polislerince Boğaziçi Üniversitesi'nde bir cenk yaşandı, malum. Öğrenciler devletin açtığı bir savaşa karşı ifade özgürlüklerini kullandılar ve “Savaşın, Katliamın Lokumu Olmaz” dediler. Sonrasında da derdest edilip cezaevine yollandılar. Çıkarıldıkları mahkemede “... protestoların içeriği dikkate alınarak ifade ve düşünce hürriyeti kapsamında değerlendirilemeyeceği, hükümet ile ilgili 'katil devlet hesap verecek' şeklindeki söylemlerin olduğu gibi arbedede saldırı sırasında ikramlık lokumların yere dökülmesi içerikleri dikkate alınarak ifade ve düşünce hürriyetleri aşılıp silahlı terör örgütü lehine propaganda mahiyetinde olduğu, aynı zamanda protesto içeriklerinde işbirlikçi Özgür Suriye Ordusu ibaresi ve 'İşgalin Lokumu Olmaz, Katliamın Lokumu Olmaz' şeklinde açıkça TSK ve birlikte hareket eden Suriye askeri unsurları aleyhine örgütün Suriye kolu olan YPG/PKK lehine amaçlarını meşru gösterici şiddeti tavsiye eder mahiyette olduğu ... ülkemizin birçok terör örgütü ile aktif mücadele ettiği, ve terörü tamamen bitirmek adına sınır ötesi operasyonlar yaptığı...” gerekçesiyle tutuklandılar, halen cezaevindeler.
Komik ve gülünç arasında fark olduğunu söylerler. Komik olan güldürür, gülünç olan burun kıvırtır. Konu daha yumuşak bir şeye ilişkin olsaydı komik mi gülünç mü olduğunu tartışabilirdik ve kendimize göre birini seçebilirdik; çünkü gerekçe her halükarda absürt. Ama ne böylesine bir gerekçeye gülecek ne de burun kıvıracak durumdayız, çünkü gencecik çocuklar aylardan beri tutuklu. O halde durup ciddi ciddi konuşmanın zamanıdır, mahkemenin evlere şenlik gerekçesine rağmen.
Öncelikle bir devletin başka bir devlete karşı husumetinde kullandığı yola yurttaşlar olarak onay vermek zorunda değiliz. İkincisi, bir devletin başka bir devlete karşı husumetinde kullandığı yolu destekleyenlerin dağıttıkları lokumları yemek zorunda değiliz. Üçüncüsü, kimin terörist olup olmadığına kendimiz karar verebiliriz ve bunun için devletten izin almak zorunda değiliz. Dördüncüsü, şiddeti kullanmak konusunda devletin tekelini meşru görmek zorunda değiliz. Beşincisi, tüm bunları ifade etmek konusunda, onay verip vermediğine ilişkin, devletin gözünün içine bakmak zorunda olmadığımız gibi şiddet içermeyen her türlü fikrimizi uluorta, her yerde, istediğimiz gibi ve istediğimiz şekilde ifade etme hakkına sahibiz.
Söylemeye gerek yok elbette. Beğenelim ya da beğenmeyelim, bir anayasanın tebaası olarak doğduk. Her sözleşmede olduğu gibi bu sözleşmenin de kendi lehimize olan hükümlerinin uygulanmasını talep etmeye hakkımız var o halde. Bu durumda “yargının bağımsızlığı” hükmü anayasada kendine öyle ya da böyle yer bulmuşsa -söz uçar, yazı kalır- biz de yargının “mümkün mertebe” iktidardan bağımsız işlemesini isteyebiliriz. “... ülkemizin birçok terör örgütü ile aktif mücadele ettiği, ve terörü tamamen bitirmek adına sınır ötesi operasyonlar yaptığı...” gibi halk içindeki tehlikeli unsurlara karşı savaş açan yarbay cümleleriyle değil de halkını devlete karşı -bir ihtimal- korumasını umduğumuz yargıç cümleleriyle hüküm vermesini temenni edebiliriz. Şiddet tekeline sahip, en muazzam silahlarla donatılmış bir devlet, üstüme bir de yargı silahıyla ve yargıç askeriyle gelecekse vereceğim hangi tepki gayri meşru olabilir? Devletin bir icraatına karşı ifade özgürlüğümü kullanmam tutuklanmama sebep olacaksa, muvazzaf polislerin fezlekeleri yarbay yargıçlar tarafından Soğuk Savaş tutanakları gibi sorgusuz sualsiz kabul edilecekse, yurttaş güvenliğimin, haklarımın ve yaşamımın diken üstünde olmadığını kim söyleyebilir?
Uzatmaya gerek yok. Henüz halihazırdaki modern ulus-devletten başka bir düzende yaşama şansımız görünmüyor. Ama devletle asgari müşterekte anlaşma şansımız varsa eğer, herkes, tüm taraflar asgari müşterek şartlarına uymak zorunda. Güç dengesi nerede ayar tutar bilemeyiz ama o kurallar anayasada hâlâ duruyor ve geçerli. Yine anayasada halen yargının bağımsız olduğu yazıyor ve aynı anayasada “yargı iktidarın/yürütmenin askeridir ve sınır ötesi operasyonları devlet memuru olan Genelkurmay gibi onaylamak zorundadır; buna karşı çıkanı da düşman neferi gibi esir edip kodese tıkar” demiyor.
Elbette her şey kâğıt üzerinde olabilir. Hiç değilse lafzen geçerli olan yargı bağımsızlığı ya da canımız ciğerimiz ifade özgürlüğü bir A4'ün yarısından fazla bir şey ifade etmeyebilir. Devlet/iktidar için bu kavramlar buruşturulup çöpe atılacak birer kâğıt ve mürekkep fazlası olarak da görülebilir. Ama adliyeler kale, yargıçlar asker olduğu sürece bu toplum nezdinde meşruiyetini kaybeder iktidar. Kürsüsünden talimat yerine getiren ve ifade özgürlüğünü kullanan bir yurttaşı düşman askeri olarak gören bir yargıcın yeri adliye değil kışladır. Erdoğan bir demecinde “Ben Müslümanım ama devlet laiktir,” demişti. Bu devletin yargıçları da komutanlarından feyiz alarak aynı tavrı gösterebilirler: “Harekâtı destekliyorum ama ben bir yargıcım.” Bunu demedikleri takdirde sorunsuz hukuktan, özellikle devlet tarafından kendi meşruiyeti için kesinlikle tercih edilmemesi gereken sorunlu yargıya geçilecek ve sürekli güç savasında olan devletin bir neferi olarak adliye cephesinde iç düşmanlara karşı bitmek bilmez bir savaş verilecektir. Yine devletin hukuk silahı yargıçlar tarafından bu denli yoğun kullanılmaya ne kadar devam ederse hal, hukuk ideasından yargı savaşına dönüşecek, yargıç tarafsızlık ve bağımsızlık “idealinden” gittikçe uzaklaşacaktır. Bu durumda ifade özgürlüklerini kullanmaktan başka bir şey yapmayan Boğaziçili öğrencilere ya da öteki yurttaşlara kim, nasıl hukukun ve devletin meşru olduğunu söyleyebilir?
Tekrar ve tekrar söylemeli o zaman: Burası adliye, siz asker değil yargıçsınız, öğrenciler düşman değil yurttaş ve “İfade Özgürlüğü” diye bir şey var.
Üstelik yasal.