Türk Tabipler Birliği Merkez Komitesi “Savaşa Hayır” dediği için gözaltına alındı. Düstürlarından biri de savaşın bir halk sağlığı sorunu olmasıydı. Hekimlerin kendi durdukları yerden kamuoyuna seslenmeleri elbette makul. Peki, “savaşa hayır” demek için muterizlerin hekim olması ve savaşın gerçekten de insan açısından bir ölüm-kalım meselesi, yani bir sağlık sorunu olması şart mıdır? Yine bazı itirazların belli kişilerce yapılması mı gerekir? Başka bir deyişle bir olguya karşı beyanda bulunmak için durduğumuz yerin bunu gerektirmesi ve haklı bir nedenimizin -insan sağlığı gibi- olması elzem midir? Yoksa dış kapı mandalı sıradan bir yurttaş olarak ben de “Savaşa Hayır” diyebilir miyim? Peki ya Afrin Harekâtı'nı onaylıyor ve “Savaşa Evet” diyorsam? Bununla da yetinmeyip “Bütün Kürtler Ölsün” diye de ekliyorsam?
Halk sağlığını kendine dert edinip kapitalizmin tıbbi çarkına alet olmayan hekimler ve başka mümkün dünya ihtimallerine ne olursa olsun sırt çevirmeyip daha yaşanılası bir hayat, daha dayanışmacı bir toplum, daha özgürlükçü bir dünyadan vazgeçmeyen, egemen savaşının bu özlemlerin altını oyduğunu bilen yurttaşlar pek tabii ki “Savaşa Hayır” derler, diyeceklerdir. Eğer bu insanların yaşama karşı bakış açıları ve nasıl bir hayat yaşanacağına dair tahayyülleri savaş tarafından zarar görüyorsa, çıkarları doğrudan zedelenmese dahi, seslerini yükseltip itiraz edeceklerdir. Her ne kadar sağlık bakanı hekimlerin savaşa itirazlarını suç olarak değerlendirip bedel ödeyeceklerini ifade etmişse de hiç kimse bir devletin, iktidarın çıkarlarını, savaş üzerine yapılan hesapları, iktidarın temsili demokrasiye dayanarak herkesi aynı çuvala koyup kendi söylemini dayatmasını kabul etmek zorunda değildir. Yine sağlık bakanının hangi hukuka, yasaya dayanarak hekimlerin suç işlediğini açıklaması da iktidarın sadece haklardan değil, yükümlülüklerden de oluşmasının koşuludur. Eğer ki “devletin çıkarları bunu gerektiriyor” diyemiyorsa. Eğer ki tiranlık değil, demokrasi iddiasında bulunuluyorsa.
Raoul Vaneigem'in Dokunulmaz Olan Hiçbir Şey Yoktur, Her Şey Söylenebilir (çev. İrem Selin Acar, Dost, Ankara, 2018, 85 sayfa) adlı kitabı, ifade özgürlüğü konusunda belki de en ezber bozan metinlerden biri. İfade özgürlüğünün hakim/egemen söyleme karşı ifade edilenleri kapsadığı ve hakim/egemen söylem içinde kalanların ya da iktidar söylemine denk düşenlerin ifade özgürlüğü kapsamında sayılmayacağı çok yaygın bir görüş. Başka bir deyişle ifade özgürlüğünün iktidara ve iktidar söylemine karşı korunacağı, bu korumanın garantisinin de yargı olacağı fikrini sanırım tüm muhalifler paylaşır.
“Savaşa Hayır” diyen, dolayısıyla iktidar söylemine aykırı beyanda bulunan ve sağlık bakanı tarafından da bedel ödemekle tehdit edilen hekimlere baktığımızda Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak yargının egemen söylemdışı beyanları korumadığını anlıyoruz ve uzun süredir bu uygulamaya maruz kaldığımızdan dolayı artık şaşırmıyoruz da. Yine de aksini düşünelim ve ifade özgürlüğünü her yönüyle tartışabilecek lüksümüzün olduğunu kabul edelim.
Raoul Vaneigem' göre, kitabın adından da anlaşılacağı üzere, ifade edilemeyecek hiçbir şey yoktur ve her şey söylenebilir. Başlıkta geçen “hiçbir şey” ve “her şey” sözcükleri iddianın bir istisna içermediğini de göstermekte. Bu durumda “Bütün Kürtler Ölsün” ifadesinin de başlığa dahil olmaması için hiçbir neden yok. Yazara göre bunu ifade eden kişi “ırkçı” olarak tanımlanabilirse de bütün Kürtlerin ölmesi temennisini dile getirdiği için hiçbir hukuki takibata uğramamalıdır. Hiçbir yargı aygıtı hiç kimsenin söylediği sözü yargılama yetkisinde değildir. Yargının bu kifayetsizliği yaptırım gücüyle ya da etkililiğiyle değil, ifadenin yargı konusu olamayacağı ile ilgilidir. Bir devlet aygıtı olan yargı insanlar arasındaki iletişime dahil olamaz ve insanlar arası iletişim, çatışma ya da siyaset yargılamanın konusu yapılamaz. Bir ifadeden şahsi olarak zarar gördüğünü iddia eden biri varsa bu konuda yargı yoluna başvurup başvurmayacağı da tamamen kendi inisiyatifindedir yazara göre.
Elbette Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak halihazırda bizim için geçerli olması uzun vadede dahi pek muhtemel değil ama Vaneigem ırkçı, cinsiyetçi, homofobik ve benzeri söylemlerin kısıtlanmadığı ve bunları aşmaya çalışan, aşabildiği ölçüde de demokratikleşen toplumlarda bu tür beyanların bir süre sonra “saçmalık” olarak algılanacağını, dolayısıyla da ifade ne olursa olsun, ne kadar çağdışı ve insanlık dışı olarak tanımlanırsa tanımlansın özgürce ifade edilmelerine izin verildiği takdirde bir süre sonra kendiliğinden geçersiz olacağını iddia ediyor. Aksine yasaklandığında ve işin içine yargı sokulduğunda yasak olanın cazibesine bunların da dahil olacağını ve bu yolla etkisini sürdürebileceğini de belirtiyor. Yazara göre sorun herhangi bir ifadenin yasaklanması ya da hoş görülmesi değil, bu ifadelerin ağızdan çıkmasına neden olan koşullara ve nedenselliklere dikkat kesilmek. Yapılacak müdahaleler söyleme değil de o söylemi yaratan koşullara ve nedenselliklere yapıldığı zaman yasaklamayla artan etkililiğin yerini, anlamakla ve müdahale etmekle azalan etki alacaktır.
Yazarın söylediklerinin sadece ifadeye dair olduğunu ayrıca belirtmekte yarar var. Yazar ifadenin eyleme geçtiği anda, örneğin ırkçı bir söylemin bir insanın hayatını aldığı, alma tehdidinin baş gösterdiği ya da bu yönde en ufak bir ihtimalin ortaya çıktığı anda başının oracıkta ezilmesi gerektiğini ısrarla belirtiyor. “İster bir hükümetin, ister bir devletin, milletin, bölgenin, etnik grubun, aşiretin, topluluğun, ailenin, grubun ya da bireyin tasarrufu olsun; insanlık karşıtı bir eyleme yol açabilecek, müsaade edebilecek, bunu meşrulaştırabilecek, hoş görebilecek hiçbir özgürlük, hiçbir yasa, hiçbir özel hukuk veya kamu hukuku normu; hiçbir mazeret, hiçbir koruma, hiçbir istisna yoktur,” diyor yazar.
Prof. Dr. Cemal Bali Akal kitaba yazdığı sonsözde dokunulmaz olan hiçbir şey yoksa, ifade özgürlüğünün de dokunulmaz olana dokunmasının mümkün olmadığını belirtmiş. Madem hiçbir şey dokunulmaz değil, ifade özgürlüğü en çok da en hoşa gitmeyen, en uygunsuz, en rahatsız edici olanı söylemenin engellenmesi durumunda tam da saçmanın kendisi değil midir? Düşünceye karşı hoşgörü, yasaklanması saçmalık olacağından gereklidir. Herkes, nefret de dahil, dilediğini açıklayabilmeli ama kimse düşüncesini zorla bir başkasına kabul ettirememelidir. Dokunulmaz olan hiçbir şey yoksa, ifade özgürlüğünü sınırlayanlar, bu kez, bir dokunulmazı diğerleri aleyhine sınırsızca ifade etmiş olacaklardır. Kendi dokunulmazını korumanın saçma olmayan tek yolu, üstün olamayacağı başka dokunulmazların ifade edilmesine katlanabilmektir.
Akal'a göre ifade özgürlüğü tabii olanın hukuktan ayrıldığı yerdedir. Yasal bir taban değil, gerçek olasılıklar üstüne oturur. Şu ya da bu hukuki sistemin düzenlediği bir haktan kaynaklanmaz. İfade özgürlüğü insanın gerçek tabiatı üzerine, yasalarla ona müdahale etmeden yalnızca onu her müdahaleden sakınarak oturtulmalıdır. Demokrasi denilen şey temsili ya da çoğulcu bir yapı değilse ya da bu yapılar demokrasi olarak adlandırılamıyorsa, gerçek demokrasinin yolu da tekillerin tekilliklerinden vazgeçmeyerek oluşturduğu bir “çok” ise her tekilin kendini ifade edebilmesi demokrasinin en temel koşulu haline gelir. İfade özgürlüğü denilen kavram haklardan bir hak olarak “insan hakkı”nı aşan ve tam da demokrasinin üstüne oturduğu temel olgu olarak kavranmalıdır.
85 sayfalık bu küçük kitap ziyadesiyle kafamı karıştırdı ve okuma süresinden daha fazla zihin meşgul edeceği kesin. “Savaşa Hayır” demenin suç olduğu bir durumda “Bütün Kürtler Öldürülsün” beyanına karşı nasıl bir hoşgörü göstereceğimi şahsen bilmiyorum ama belki de gerçekten her şeye rağmen her konuda dayatılan sınırları aşmaya çalışmak gerekiyordur, kimbilir.