Devlet küçülmeyecek kadar büyüktür. (…)[1]
Y. Güngör Özden-Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı
I.
Türkiye’de devletin beka kaygısı yeni değildir. Başlangıcına dair farklı tarihlerin verilebileceği bu kaygı, genel olarak Osmanlı’nın toprak kaybetmesi ve devlet yapısında görülen çözülmelerle başlamış ve Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı gibi toplum hafızası ve yapısında büyük travmalara neden olan olayları içeren uzun bir zaman diliminde devletin ve toplumun ana kaygılarından biri haline gelmiştir.[2]
Osmanlı’nın güç kaybetmesiyle oluşan “vatan elden gidiyor” duygusu, son dönem Osmanlı aydınlarından bu yana etkisini hiç kaybetmemiştir. Gerek Tanzimat ve Meşrutiyet düşünürleri gerek Türkiye’nin kurulmasının ardından her görüşten birçok düşünür, devletin nasıl güçlendirileceği, devletin nasıl kurtarılacağı, bütünlüğünün nasıl korunacağı sorularına, bu soruyu düşüncelerinin merkezine yerleştirerek, cevap aramışlardır. Bu nedenle Osmanlı’nın son dönemlerinde oluşan parçalanma paniği[3] ve beka kaygısı günümüze dek önemini kaybetmeden varlıklarını sürdürmüştür. Öyle ki “varlığını kaybetme tehlikesi ile karşılaşan bir milletin” aydınlarının tarihten ders çıkarması[4] ve her an teyakkuz halinde olması gerekmektedir.
Sürekli vurgulanan bu teyakkuz hali nedeniyle, zaman içinde yoğunluğu değişebilen beka kaygısı, hem devletin eylemlerinin hem de toplum zihniyetinin değişmez köşe taşlarından olmuştur. Her an su yüzüne çıkıp, tüm eylem ve düşünceleri kendisine uygun hareket ettirme ya da hareket etmeye zorlama gücüne sahip olan beka kaygısı, “Türkiye’nin özgün tarihsel tecrübesinin ürettiği devlet algısı”[5] ile birleştiğinde devlet aşkın ve kutsal bir niteliğe bürünmekte[6], devletin korunması ve güvenliği insanın ve ihtiyaçlarının önüne geçmekte[7] ve beka söylemi, kendisinden başka değerleri “gerisi teferruattır” gazına boğabilmektedir.[8]
Ancak önemle belirtilmeli ki beka kaygısı ve ona ait düşünsel iklim toplumun bir kesimine özgü değildir. “Türkiye’nin tehditle çevrelenmişliği ve sistematik haksızlığa maruz olduğu kanısına dayalı beka kaygısı, bir dip dalgası gibi” toplumun ayrım gözetmeden tüm kesimlerine etki etmektedir.[9]
Beka kaygısıyla aynı düşünsel iklimde yer alan hikmet-i hükümet kavramı da “devletin âli menfaatleri” ve “devletin korunması” gibi kavramlara karşılık gelmektedir.[10] Bu kavramlar, devletin kutsallığı ile birlikte düşünüldüğünde beka kaygısı mistik bir saplantı haline gelerek siyasi toplumun birincil amacı olmaktadır.[11] Etrafını çevreleyen kutsallık ve dokunulmazlık halesiyle birlikte beka kaygısı ve hikmet-i hükümet düşüncesi, bu kaygıyı yönetenlerin elinde muhaliflerin bastırılması gibi çeşitli amaçlar için kullanılabilen işlevsel bir araca dönüşebilmektedir.[12]
Devlet ve toplum nezdinde sahip olduğu önemden hareketle beka kaygısının, yalnızca kullanışlı bir araç değil, hukuk da dahil olmak üzere, hayatın her alanını etkileyen bir faktör olduğu kolaylıkla söylenebilecektir.
II.
Devlet ile hukuk arasındaki ilişki her zaman çetin sorunlar doğurmakla[13] birlikte Türkiye’de yerleşik olan aşkın ve kutsal devlet anlayışının tezahürlerinin siyaset-hukuk ilişkisine etkisi de bu çetin ilişkinin bir yönü olarak öteden beri birçok çalışmanın konusunu oluşturmuştur.
Cemal Bali Akal, hukukun sosyallik içinde öncelikli olarak siyasi olduğunu[14] ve siyaset-hukuk ikilisinde siyasi olanın önceliğinin kendini açıkça ortaya koyduğunu belirtir.[15] Akal’a göre hukukilik kavramının tanımı uygulama-kural ilişkisi olarak düşünülürse “güç kullanımı” ve “eşitsiz ilişki” unsurları da bu tanımın içinde olmalıdır.[16] Görüldüğü gibi hukukun siyasetten ve hukukun üzerine uygulandığı eşitsiz bir ilişkiden ayrılması mümkün değildir.
Siyasetin hukukla girdiği bu çetrefilli ilişki, Cumhuriyet tarihi boyunca çarpıcı olay ve tartışmalara neden olmuştur. Türkiye’de bu ikili arasında yaşanan ilişkinin yoğunluğunun, hukukun siyasetin tarihsel ikliminden özgülleşememesi ve kuramsal bağımsızlık kazanamaması sonucunu doğurduğu belirtilmiştir.[17] Cumhuriyet tarihinin her aşamasında izlenebilecek siyaset-hukuk ilişkisi, toplumun herhangi bir siyasal mücadelede devletin yasal iradesini beklemesine neden olmuştur.[18]
Toplumda oluşan bu beklentinin gereklerinden bağımsız olarak normatif düzenlemeler ‘toplumsal ve siyasal yapıların aynası’ gibidir.[19] Normatif düzenlemelerin toplumun ihtiyaçları doğrultusunda ve siyasetin imkânları ile yapılması normal olmakla birlikte Türkiye’de her sorunun kanun ile halline dair beklentinin yüksek olması, neredeyse tüm hayatın bir normatif seslenişin nesnesi haline gelmesine ve toplumsal/siyasal her meselenin kanun örgüsü içinde ele alınmasına yol açabilmektedir.[20]
Toplumsal ve siyasal yapıların aynası olan normatif düzenlemeler, zaman içinde değişebilen siyasi ve toplumsal değişkenlere göre farklı şekillerde yorumlanabilmektedir. Gerçekten de her farklı tarihsel durumda tek bir anlama gelen bir düzenleme mümkün görülmemiştir.[21]
Siyasetin hukukun yapılış ve yorumlanışına etkisinin ardından beka kaygısı ve doğrusal uzantısı sayılabilecek siyasi düşüncelerin yargı organlarını etkileyip etkilemediği ayrıca ele alınmalıdır.
III.
Devlet ve toplum nezdinde bu denli önemli bir yer edinmişken, üyelerini bu toplumun fertlerinin oluşturduğu yargının da beka kaygısından uzak olduğunu söylemek fazla iyimserlik olacaktır. Türkiye’de devletin korunması ve kollanması görevi, hukukun ve yargının görevleri içinde görülmüştür.[22] Bu göreve uyduğu gözlemlenen yargının, hangi hallerde ve ne şekilde siyasi etkenler ve beka kaygısı ile karar verdiği bilhassa anayasa yargısında izlenebilir.[23]
Hikmet-i hükümetin bütün gereklerini kapsayan[24] ve devlet ile toplumun uzak ve yakın geçmişinin izlerini taşıyan[25] “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesi hakkında Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararlar bu izlemde yardımcı olacaktır.
Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararlarda, kararın verildiği zamanda var olan toplumsal ve siyasi ortamın önemli derecede etkili olduğu tespit edilmiştir.[26] Bu tespitle birlikte toplumsal ve siyasal ortama göre değişmeyecek şekilde Yüksek Mahkeme, kendisini “birlik, bütünlük ve dayanışma”nın esas olduğu bir toplumsal ve siyasal alanın bekçisi olarak görmektedir.[27] Bu bekçilik kapsamında devletin ideolojisi ya da beka kaygısı hukuktan daha çok esas alındığı için Mahkemenin kararlarının demokrasi teorisine uygun olması ya da insan haklarına saygılı olması yönündeki beklenti azalmış[28] ve mahkeme özgürlükler mahkemesi olmaktan çok devletin bekçisi kimliği tahkim etmiştir.[29]
Hal böyle olunca Anayasa Mahkemesi; milliyetçiliğin “çağın en etkin kültür ve politik anlayışı” olduğu[30] gibi hukukla ilgisi olmayan tespitler yapmış ve “başlangıçta kabul edilebilir istekler gibi görünen ve ‘kültürel kimliğin tanınması istemleri’ adı altında geliştirilen bölücü çabalar[ın], zamanla azınlık yaratma ve bütünden kopma eğilimine gire[ceği]”[31] gibi çıkarımlarda bulunmuştur. Ayrıca yabancı kişilerin Türkiye’de toprak edinmesine ilişkin bir kanunla ilgili kararında mütekabiliyet ilkesi bakımından yaptığı değerlendirmelerin yanı sıra toprak ile ilgili getirilen adil bir sınırlamanın devlet için “nefsi müdafaa” niteliğinde olduğunu tespit ederek beka kaygılarını bir kez daha görünür kılmıştır.[32] Ulus bütünlüğünü sağlamanın yollarından biri olarak gördüğü laiklik ilkesi gereğince, dinin siyasal alanda “gereğinden daha fazla” gibi belirsiz bir ölçüde bulunmaması gerektiğine karar vermiştir. [33] Anayasa Mahkemesi’nin beka kaygısı ile “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesi hakkında verdiği çok fazla sayıda kararı bulunmakla birlikte bunlar yalnızca örnek kabilindendir.
Mahkeme kararlarına yansıyan belirsiz ve zaman zaman hukukun inceleme alanı dışında bulunan tespitler içeren bu korumacı yaklaşım yargı mensuplarının görüşlerine de yansımaktadır. Örneğin bir yargı mensubu, yargıda devleti kollama konusunda yaygın bir eğilimin varlığını “Türkiye’nin gerçeği” olarak nitelemiş[34], bir hâkim ise “(…) ‘bireyin özgürlüğü her şeyin üzerindedir’. Katılmıyorum. (…) Niye katılmıyorum? Devletim, evvela devletim!” sözlerinden sonra devletin selametine kötü yönde etkisi olduğu durumlarda düşünce özgürlüğüne karşı olduğunu belirtmiştir.[35] Başka bir hâkim bu tür düşüncelerin kökeninde yatan nedeni şöyle açıklamıştır: “Biz çocukluktan beri hep devletçi yetiştiririz, vatan, millet, Sakarya falan diye. Hep o şuuraltımıza yerleşir. En ufak bir şeyde refleksimiz, aman devlet elden gidiyor veya devletin malı gidiyor falan diye. O arada da ne oluyor? Hakka ve hukuka bakmıyorsunuz.”[36] Bir diğer hâkim ise yine yargı mensuplarında görülen bu refleksin nedenini, beka kaygısının kısa tarihi şeklindeki şu sözlerle açıklamıştır: “Şimdi bunun tabii çok değişik nedenleri olabilir, ama bir kere biz devletçi bir ekolden geliyoruz. Yani Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana devletçi bir ortamın hâkimiyetinde bulunuyoruz. Yasalar devletçi zihniyete göre hazırlanmıştır. Diğer taraftan, biz Kurtuluş Savaşı’ndan çıkıp gelmişiz. Yani dedelerimiz girmişti, biz bunu devamlı olarak okuyoruz, düşünüyoruz. Devlete karşı işlenen suçlarda hemen tedirgin olunuyor, yani devlet yıkılıyor, elden gidiyor.”[37] Elbette tüm yargı mensuplarının böyle düşündüğü iddia edilmemekte, yalnızca konu bakımında öne çıkan örnekler vurgulanmaktadır. Birçok yargı mensubu da beka kaygısının hukuk devleti ilkesine zarar verdiğini düşünmektedir.
Yargı mensuplarının da dahil olduğu 4.170 kişiyle yapılan bir anket çalışmasının sonuçları da yargıda beka kaygısının etkisine yönelik çarpıcı tespitler içermektedir.[38] Buna göre Türkiye’de hukuk politikaların hangi amacı öne çıkardığı sorusu hukuk fakültesi öğrencileri ve öğretim elemanlarına, avukatlara, hâkim ve savcılara yöneltilmiş ve “toplum düzeni”, “devletin güçlü ve devamlı olması”, “adaletin tesisi”, “özgürlükleri korumak”, “toplumu dönüştürmek” ve “diğer” şıklarından birini tercih etmeleri beklenmiştir. Hukuk fakültesi öğrencilerinin %51,8’i, hukuk fakültesi öğretim elamanlarının %53,8’i, avukatların %48,7’si ve hâkim-savcıların %48,1’i bu soruya verdiği cevap ile Türkiye’de hukuk politikalarında açık bir farkla devletin güçlü ve devamlı olmasının öne çıktığını belirtmişlerdir.[39] Bu sonucu daha ironik ve çelişkili yapan ise aynı grupların aynı şıklar ile sorulan “hukukun amacı öncelikle ne olmalıdır?” sorusuna %70’in üzerinde bir ortalama ile adaletin tesisi yanıtını vermeleri ve devletin güçlü ve devamlı olması amacını içeren şıkta %1’e yakın bir tercihte bulunmalarıdır.[40] Bu iki soruya verilen cevaplar, Türkiye’de olması gereken hukuk ile olan hukuk arasında çarpıcı bir uçurum olduğunu gözler önüne sererken[41], hukukun baskın şekilde devleti güçlendirme amacı güttüğüne dair kabulün yargı mensupları ile hukukçular tarafından kanıksanması tehlikesine de işaret etmektedir.
IV.
Beka kaygısının toplumun iliklerine kadar işleyen, her an yüzeye çıkmak için hazır bekleyen bir unsur olması bu kaygıdan kimsenin münezzeh kılınamayacağını göstermektedir. Toplumun, yürütmenin ve yasamanın, yani kısaca herkesin bu kaygıya seferber edildiği bir ortam ve vasatta, yargının da bu görevden geri kalmadığı görülmektedir. Oysa Sami Selçuk’un da belirttiği gibi “yargının işi yurdu ve ulusu kurtarmak değil, hukuku kurtarmaktır.”[42]
[1] Mithat Sancar’ın naklettiği şekliyle Özden’in sözleri tam olarak şu şekildedir: “Devlet küçülmeyecek kadar büyüktür. Elde bir delil yoktur; o yüzden devleti suçlayamam. Devlet büyüktür, uludur ve yücedir. Devleti asla suçlamam, şayet kanıtlanırsa şahısların sorumluluğundan söz edilebilir; devlet suçlu olamaz.” Ancak beka kaygısı ve yazıyla bağlantısını gözeterek alıntının yalnızca ilk cümlesi yazının başına koyulmuştur. Bkz. Mithat Sancar, “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s. 64.
[2] Türkiye’de bu kaygıyı da canlı olarak yansıtan devlet zihniyetinin; kaybedilen topraklardan göç eden vatandaşların sayısı, modernleşme ile başlayan merkezileşme amacıyla devletin uyguladığı politikalar ve Osmanlı’nın toprak kayıplarından Türkiye’nin kuruluşuna kadar geçen zorlu süreç nedeniyle oluşan güvenlik endişesi ve devletsizlik halinden duyulan korku gibi birçok dayanağı bulunmaktadır. Detaylar için bkz. Suavi Aydın, Amacımız Devletin Bekası, Tesev Yayınları, İstanbul, 2005, s. 26-68.
[3] Yunus Heper, Beka Kaygısı, XII Levha Yayınevi, İstanbul, 2015, s. 3.
[4] Ümit Özdağ, “Sevr Paranoyası”, https://www.yenicaggazetesi.com.tr/sevr-paranoyasi-16346yy.htm, 30 Ekim 2010.
[5] Heper, s. 7.
[6] A.g.e. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nin hazırladığı Devlet’in Kavram ve Kapsamı adlı esere göre Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluş nedeni “Türk vatan ve milletinin ebediliğine, Türk devletinin kutsallığına” dayanmaktadır. Bkz. Devlet’in Kavram ve Kapsamı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yayınları, No. 1, Ankara, 1990, s. 10.
[7] Aydın, s. 17.
[8] Tanıl Bora, “Beka”, http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8746/beka#.XGUrPlUzbIU, 14.02.2018.
[9] Tanıl Bora, Milliyetçiliğin Kara Baharı, Birikim Yayınları, İstanbul, 1995, s. 133.
[10] Mustafa Erdoğan, “Hikmet-i Hükümet”ten Hukuk Devletine Yol Var Mı?, Doğu Batı, Y. 4, S. 13, 2000-2001, s. 45.
[11] A.g.e., s. 51.
[12] Zühtü Arslan, “Devletin Hukuku, Hukuk Devleti ve Özgürlük Sarkacı”, Doğu Batı, Y. 4, S. 13, s. 76.
[13] Cüneyt Ozansoy, “Devletin Bekasından Hukukun Bakiyesine”, Birikim Dergisi, S. 119, 1999, s. 52.
[14] Cemal Bali Akal, “İktidar ve Hukukilik”, Doğu Batı, Y. 17, S. 69, s. 107.
[15] A.g.e., s. 113.
[16] A.g.e., s. 114.
[17] Orhangazi Ertekin, “Türkiye’de Hukuk-Siyaset İlişkileri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 9: Dönemler ve Zihniyetler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 290.
[18] A.g.e., s. 310.
[19] Heper, s. 9.
[20] Ertekin, s. 310.
[21] A.g.e.
[22] A.g.e, s. 293.
[23] Mithar Sancar/Eylem Ümit Atılgan, “Adalet Biraz Es Geçiliyor…”, Tesev Yayınları, İstanbul, 2009, s. 114.
[24] Erdoğan, s. 45.
[25] Heper, s. 9.
[26] A.g.e., s. 17.
[27] A.g.e., s. 493.
[28] A.g.e., s. 494.
[29] A.g.e., s. 15.
[30] AYM, E. 1992/1, K. 1993/1, T. 14.07.1993. (Siyasi Parti Kapatma Davası)
[31] A.g.e.
[32] AYM, E. 1984/14, 1985/15, t. 13.06.1985.
[33]AYM, E. 2008/1, K. 2008/2, T. 30.07.2008. (Siyasi Parti Kapatma Davası) Anayasa Mahkemesi kararlarına zamanın siyasal ve toplumsal ortamının etkisine örnek olarak mahkemenin başörtüsü konusundaki kararları örnek gösterilebilir. Anayasa Mahkemesi, 07.03.1989 gün ve E.1989/1, K.1989/12 sayılı kararıyla dini inanç gereği başörtüsü takılmasına izin veren bir düzenlemeyi başkalarının hak ve özgürlükleri, dinin araçsallaştırılması ve kamu düzeni bakımından Anayasa’ya aykırı bulmuşken, 22.11.2018 tarih ve 2015/269 başvuru sayılı kararında başörtüsü nedeniyle üniversiteye alınmadığı için ilişiği kesilen kişinin eğitim hakkı ve din özgürlüğünün, 18.07.2018 tarih ve 2015/8491 başvuru sayılı kararında ise başörtüsü nedeniyle devlet memurluğundan çıkarılan kişinin yine din özgürlüğünün ihlal edildiğine karar vermiştir.
[34] Sancar/Atılgan, s. 135.
[35] Sancar/Atılgan, s. 137.
[36] Sancar/Atılgan, s. 141.
[37] A.g.e.
[38] Emir Kaya, Hukuk Zihniyeti, Adalet Yayınevi, Ankara, 2016, s. 365 vd.
[39] A.g.e., s. 407, 408.
[40] A.g.e., s. 403, 404.
[41] A.g.e., s. 410.
[42] Sami Selçuk, Yargının “Hukuk Sınavı” / Türkiye’nin “Demokrasi Sınavı”, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 50.