Soyadımdan aldığım ilhamla değil de babamdan duyduklarım ve çevremde gördüklerimle yazmak istiyorum. Yazıya böyle afili bir cümle ile başladım ama konumuz o kadar afili değil. Çiftçimiz, köylümüz üzerine yazmak ne zaman afili olmuş ki şimdi olsun?
Babam ziraat mühendisiydi. Bir devrin gözde mesleği olan daha sonra sayısalı zayıf öğrencilerin çaresizlikten okuduğu bir bölüm mezunuydu yani. Babamın tarım, çiftçimiz, köylü üzerine tespitleri, hatta kitap çalışmaları vardı. Kitaplar basılmadı. Sadece daktilo edilip teksir ile çoğaltılmış ve hevesli ziraat mühendislerine verilmiş metinlerdi bunlar. Ve tabii yılların tecrübesi üzerine kendi okumaları sonunda babamla tarım meselesini uzun uzun konuşabilirsiniz.
Yeni olana direnç
Tarım politikalarında süreklilik olmayışı babamın çok dertlendiği bir şeydir. Bugün başlanmış bir proje yarın akim kalır. Gelenler gidenin yaptığı her işe hor bakarlar. Devlet böyle sebatsız olunca çiftçinin de “yeni” olana direnişi zor kırılıyor. Çiftçi yeni başlanmış işe itimat etmiyor. İtimatsızlık o boyuttaki bir projenin kapanış toplantısında projeye katılan çiftçinin eline ne geçtiğini, ne kadar kazandığını sahnede söyletmeyince çiftçi için her yeni proje bir “mühendis oyuncağı” oluyor. Mesela sera benzeri ama daha soğuk iklimler için yapılan bir projede kendisine ikinci el bir araba alacak kadar para kalmış çiftçiyi sahneye çıkarıp “Bu işe başlamadan evvel arabam yoktu, şimdi siteyşın bir araba aldım kendime,” dedirtmişler ve başta vali olmak üzere bu somut proje sonucuna hayran kalmış.
Kalkınmak sevdası
Nerede o eski mühendisler dedirtecek bir başka gözlem de şu: Eskiden kalkınmayı “sevda, ülkü, dava” gibi romantik kelimelerle beraber anan ve gayretini hep kalkınmaya odaklayan mühendisler yerine gelen yeni mühendislerin bu “sevda, dava” mefhumlarından habersiz ve üstelik meslekî bilgilerinin de zayıf olması çok şikâyet konusudur. Yaşanmış bir hikâye ile destekleyelim: Yeni mühendise eski teknisyen soru sorar. “Falanca yerdeki su kuyusunun hacmi ne kadardır mühendis bey?” Yeni mühendis şaşırır ve “Bize o konuyu göstermediler,” der. Babam müdahale eder ve genç mühendise der ki, “Yahu haydi fakültede göstermediler, lisede silindirin hacmini bulmayı da öğretmediler mi?”
Ah Avrupa!
Yabancılar ile ortak yapılmış projelerin sürdürülebilirlik ve verim azlığı gibi sıkıntıları hep olmuş. Henüz AB projeleri ortalıkta yok iken, Dünya Bankası'na proje yapılırken yurtdışından getirilen hayvanlarda öyle acemilikler yaşanmış ki anlatmakla bitmez. Onlardan bir tanesi şöyle: Olay Almanya'da geçiyor. Almanya'dan inek ithali projesi kapsamında uzman olarak bir mühendis gönderilir. Büyük bir ahırın iki yanında da birer kapısı varmış ve bizim mühendis ineklere bakacak ve olur verirse o inekler ithal edilecek. Mühendis bey hayvanı kontrol etmiş ve “cık” demiş, bunlar olmaz. Mühendis beyi ahırın öbür kapısına dolaştırıp, aynı ahıra sokmuşlar ve mühendis bey bir daha kontrol edip onay vermiş. İthalat yapılmış ve o ithal hayvanlar ise telef olmuş bir bir.
Uzman uzman dedikleri
Çiftçilere milyon liralık hibe veren bir kurumdaki arkadaşa sordum. “Yahu sen köylüye hibe veriyorsun, bu güne kadar hiç ahıra gittin mi?” Arkadaş güldü, “Abi ne gitmesi, ben ömrümde ahır bile görmedim hiç.” Diyecek bir şey bulamadım. Uzman arkadaşa bu sıfatı verenlere sormak isterdim. “Arkadaşın diplomasına baktınız, İngilizcesini tarttınız, bunlara eyvallah da, hiç mi araziye çıkarmadınız? Haydi okuldayken çıkmamış olsun. Bari bir proje kapsamında çıksın çiftçinin içine karşısın, hibe verdiği ahırı bir kerecik olsun görsün.” Cevap hazır: “Efendim o arkadaş hibe verirken ahırı görecekler, departmanında değil.” Ne departmanmış arkadaş!
Üretmek, üretmek, üretmek
İnsan arazisinden iyi ürün almayı, beslediği hayvandan verim almayı istemez mi? İster tabii ki, oynamaktan maksat kazanmaktır. Ama modern dünyanın “üretmek” olarak tanımladığı şeyin teferruatı çok fazla. Ürünün miktarı, kalitesi, mamul ya da yarı mamul haline geliş maliyeti, ulaşım maliyeti, bu kadar detayın içinden çıkmak zor. Elmadan örnek vereyim. Meyve suyu veya reçel yapan firmalara götüreceğiniz elma beş kasa on kasa değil, kamyonlar dolusu olmalı, belli bir büyüklükte ve cinste olmalı, belli ilaçlarla ilaçlanmış olmalı, nakliye sırasında zarar görmemeli, bu kadar standart işi ancak yarınından emin olan, yani hayatında standart olan çiftçi karşılayabilir. Ama bizde yarınların akıbeti toptancı, kabzımal, tüccar kısmın iki dudağı arasına hapsolmuş durumda. Aracılar ne derse o oluyor. Çiftçi zurnanın son deliğidir artık.
Arazileri kiralayanların hali...
Arazilerin sahipleri gitmişler. Kalanlar da çalışmak yerine tarım işçilerine işlerini yaptırıyorlar. Burası malum. Arazi sahipleri uzaktalar, burada kalan araziler ise hep aynı kişi eliyle icara, yani kiraya veriliyor. Arazi kiralayanlar ise tarım şirketi değiller. Bireysel oldukları için standarttan yoksunlar. Hep aynı ürünü almak istiyorlar. Çok fazla arazi kiraladıkları için arazilerle ilgilenmek, tohum kalitesine bakmak, toprağı beslemek, ilaçlamayı usulünce yapmak gibi çalışma usulleri yok. Yani ne profesyonel tarım ne eski usul tarım; iki arada bir derede bir hal üzereyiz...
Güzel işler...
Bir de olumlu örnek vererek bitireyim. İlçenin birinde bir genç kaymakam meyveciliği kendine mesele etti. Arazileri toplulaştırdı. Araziye uygun fidanları getirdi, sulamadan ilaçlamaya kadar teknolojilik imkânlarla donattı. Taşra görerek çalışır. Vatandaş meyve bahçesinin kâr etmeye başladığını görünce köye geri dönüş başladı. Çiftçiler kendi arazilerinde ücretli işçi oldular. İşin bu tarafı biraz hazin; kendi arazinde maaşlı olmak. Ama köylüler kendileri bir araya gelebilmekten mahrum oldukları için onları devlet aklı bir araya getirdi. Şimdi bahçenin tüm ürünü ihraç ediliyor ve aynı bahçeden iki ayrı bölgeye daha yapılmaya başlandı. Genç kaymakam bozkırın ortasında rağmenlere rağmen bir iş yaptı sağ olsun...
Şimdilik tarım konusunda bu kadarla iktifa edelim vesselam...