İnternet Sörfünün Hiper Kazası: “Beyin Çürümesi”

“Her sağlam, ilkesel ve tutarlı tavrı anında uçucu ve ağırlıksız hale getiren, tutarsızlığı yegâne muteber değer ölçüsü olarak kutsayan medya gösterisi koşullarında her kimlik bir yanılsama, her düş, gecesi kayıp bir karartma” [1] diye yazmışım birkaç yıl önce. “Meseleyi böyle iç karartıcı bir açıdan düşününce, hemen Virilio, Toffler, Baudrillard, Bauman gibi düşünürler geliyor akla ister istemez” diye de eklemişim. Peki ne değişti o günden bugüne? Yeni medyanın türlü olanaklarla yüklü göz kamaştırıcı imgesi kapladı etrafı, ara yüzeyli, arttırılmış gerçekli, ışıltılı gölgeleriyle: Marifetli yapay zekâ uygulamaları (ChatGTP, GPT4, Siri, Alexa, Google Assistant, vb.), algoritmik gazeteciliğin pek çok türevi (robot ve dron gazetecilik, veri gazeteciliği, vb.), metaverse mucizesi, big data patlaması, vs. Ne ki, bu gelişmelerin teknoloji-toplumsal ilişkiler mimarisiyle etkileşimi başta olmak üzere, kültürel üstyapı ve değerler alanında yarattığı çalkantı halihazırdaki eleştirel medya teorisinin kapsama alanı içinde kalan itiraz noktalarını tetiklemeyi sürdürüyor. Özellikle de bazı etik kaygılar bağlamında. Bu zaviyeden ilerleyelim o halde. Peki ne görüyoruz buradan bakınca? Olaylar hızlandıkça takip etmekte ve anlamakta daha çok zorlanıyor, gitgide daha çok yorgun düşen, üstelik uyaran fazlalığından parçalanmış bir dikkate sahip oluyoruz [2]. Ve bir kez daha anlıyoruz ki, daha fazla enformasyon, her zaman daha güçlü bir zihin yapısı veya hafıza demek değil. Tıpkı daha fazla iletişimin her koşulda daha iyi iletişim demek olmadığı gibi… Yaşam öyküleri gözlerimizin önünde film şeridi gibi hızlı bir şekilde akıp gittikçe daha az anlıyor ve daha az anladığımız için de daha az tepki veriyoruz. Ayrıca daha fazla anlamanın yolu, her koşulda kesinlikle daha fazla ekran müptelası olmak da değil. Son zamanlarda özellikle televizyon haberciliği konusunda sıklıkla dile getirildiğinin aksine, tekrar da hiçbir zaman kanıtlamanın yerini tutamaz. Zira fuzuli tekrarlarla hızlandırılmış derinliksiz enformasyon örgütlenmesinin hemen her zaman algısal nitelikli etkiler ürettiği biliniyor. Bu bağlamda, her bakımdan bir “anında gör”, “anında duy”, “anında düşün ve geç” döneminde yaşıyoruz. Hal böyle olunca, gerçeklik de kendine referansla anlam kazanan tanımlayıcı bir temsile dönüşüyor ister istemez. Oysa temsil, gerçekliğin içerik düzeyini hiçbir surette betimleyemez; temsil tasvire açıktır, ama gerçeklik için bir çatlaktır da. Virilio’nun ifade ettiği biçimiyle, temelde “hakikatin hızlanması” ve sonrasında gerçekleşen deneyim alanının daralması durumudur bu; dolayısıyla var olan her şeyin zaman ve mekânına kazınmış bir tür “yok oluş estetiği…” [3].

Günümüz biyo-estetik uzmanlarının hararetle önerdikleri gibi, bedensel organizmayı en saçma noktaya, metabolizmanın en zayıf düştüğü uç noktaya kadar “hızlandırma” çılgınlığı da beden içinde gerçekleşen benzeri bir yok oluş yorumsaması. “Kendi bedeninin daha iyi bir versiyonunu elde etmek istemez misin?” kışkırtıcı cümlesi eşliğinde, fanilik döngüsü ve zamana karşı direnç saplantısı bağlamında son derece yıkıcı sonuçları olabilecek bir film gösterime girdi Mubi’de geçelerde. Coralie Fargeat imzalı Cevher (The Substance, 2024) adlı film, dolaşımdaki güzellik rejimi hortlağını en karanlık, en damarlı yerinden konuşturuyor. “Güzel” ve “nefaset” kavramları The Elephant Man’den sonra bir kez daha ucubesini kendi sırtında taşıyan bir şey olarak mesele… Like tuzağının öbür ucunda ise sadik ve doyumsuz öz sömürü işletmelerinin acı dumanı yükselmekte… Zira filmin sonunda hiper aşamasındaki anti-aging yüklemesinin ürünü bir hilkat garibesiyle müşerref olmaktayız. Filmin işaret ettiği vahamet şu ki, arzu kendi felaketine doğru mitoz bölünüyor ve insan doğayla birlikte her şeyin, kendisinin bile düşmanı olarak konumlandırılıyor - ki, gerçeklik payı olmadığı da söylenemez bunun. Filmin kulaklarımıza ürküntüyle fısıldadığı asıl düşünceyse; dijital çağın arzuları ve güdüleri her bakımdan hızlandırılmış insanının, geninde taşıyıp büyüttüğü o uğursuz imha kiti olmadan bir tek zerreye dahi hayat verebilmesinin imkânsız olduğu…

Substance’ın önermesi çok da yeni bir şey değil aslında. Mevzu biraz da Herbert Marcuse’nin Tek Boyutlu İnsan isimli kitabında “mutsuz bilincin yenilmesi” alt başlığı altında analiz ettiği, Karşı Devrim ve İsyan’da ise “plastik olarak idealize edilmiş beden imgesi” eleştirisi veya erkek ve kadın gövdelerinin “cinsel nesne olarak toplumsallaşması” dediği durumla ilgili. Başka bir deyişle, heyecan kapitalizminin estetik boyutu maddi tüketim kategorisi içine dahil etmesiyle [4]. Bugünse, maddi tüketim yerini değer ve deneyim tüketimine bırakmış durumda. Dolayısıyla tüm diğer maddi ürünler gibi insan bedeninin de yüksek bir değişim değeriyle birlikte oldukça cazip bir ederi, piyasası var. Dünyayı her açıdan yeni bir dile aktaran dijital endüstrilerin etkilerinin sınırlarını tayin etmek gerçekten zor. Bu teknolojinin içinde yaşamanın birçok şeyi hızlandırdığı ve bu muazzam hızın da insana bazı konularda birçok ağır bedeller ödettiği veya ödetebileceği muhakkak. Söz konusu etki sadece bedensel algının çarpık yönde değişimi veya doğrudan beden tahribatıyla sınırlı olsa iyi, iş zihinsel bütünlüğün yitirilmesine dek varabiliyor bazen. Bilhassa da hızlı, yoğun ve önemsiz mahiyette sınırsız içerik tüketiminin bilişsel fonksiyonları bozguna uğratması hususunda. Namlı iletişim bilimi profesörü George Gerbner, 90’ların sonunda, kendi adıyla anılan “ekme-yetiştirme” (cultivation theory) teorisinde bu sorunu enine boyuna analiz etmişti. Gerbner’ın tezi, televizyon izleme yoğunluğu ve sıklığının anormal seviyelere varmasının bireylerde toplumsal gerçeklik algısını çarpıttığı yönündeydi. Kısaca, günde dört saatten daha fazla televizyon seyredenler bir nevi algı körelmesine maruz kalıyorlardı. Mevzunun değişik veçheleri, daha başka analistler tarafından da muhtelif dönemlerde dile getirildi. Kimi medya içeriği veya değer tüketiminin hızına, kimi yoğunluğuna, kimi de miktarına odaklandı. Ama hemen hepsinin de az çok ortak noktası, beyin denen uzva aşırı yükleme yapmanın çarpıtmayı ve şaşırmayı arttırıp, doğruluğu azalttığı teziydi. Vaziyet gerçekten de öyle. Sözgelimi duyguları hızlandırdığımızda nasıl ki bir süre sonra hissiyat azalması ya da yoksunluğu yaşıyorsak, okumayı (hızlı okuma), düşünmeyi (hızlı düşünme), karar vermeyi (hızlı karar verme), anımsamayı veya unutmayı hızlandırdığımızda da yine aynı şey oluyor: Genel bir varoluş azalması... Şu hâlde, her açıdan gereksindiğimiz şey, mutedil bir ölçü ve yavaşlık. Anlama yetisi, kavrayış gücü veya farkındalık düzeyi ve hissiyat kabiliyeti gibi melekeler de ancak bu koşulla elde edilebiliyor zira. Yazar Milan Kundera, bir romanında, bir şeyi anımsarken hareketlerimizin yavaşladığını, unutmak istediğimizde ise hızlandığını yazmıştı. Bu benzetmeden hareketle söylersek, anımsamak -deneyime alan açtığı ölçüde- olumlu ve anlamlı bir yaşantının biricik koşuluyken; unutmak her bakımdan yaşamsal gerçeklikten bir kopuş, bir tür yıkıcı kayıtsızlık durumu. Nitekim aşırı hareketliliğin yıkıcılığı konusunda, “Genelleştirilmiş (küresel) interaktivite ciddi bir kaza riskidir” diye yazıyor Virilio. Yani niceliksel olarak daha fazla iletişim, anlamada/anlaşmada daha fazla sapma yaratır demek istiyor. Daha fazla hız da birçok olumsuzluğun yanı sıra, daha fazla kaza riski değil midir daima? Virilio’nun uyarısının vahamet arz eden yönü, “hiçbir şeyin gerçekleşmemesi, daha ziyade geçip gitmekte oluşu” mealindeki saptamasıdır kuşkusuz [5]. Bu saptamaya göre, biraz da şairane bir dille söylersek, aslında hepimiz yaşanılmadan kalmış kimi durumların, olayların ve anların, kısaca hayatın bastırılmış acılarıyız...  

Anlamsal bir çerçeve kurmaya yetmeyecek ölçüde şişkin bir algı birikmesi var her yerde… Bu duruma kuşkusuz yalnızca amaçsız, hızlı ve sınırsız içerik tüketimi humması yol açmıyor; lüzumsuz ve kuşatıcı gerçekliğinden sual olunmaz tüketim iştahının doyumsuz ve dizginsiz doğası da neden olmuyor; tüm bu garabetin asıl müsebbibi, ciddi meselelere kafa yormaktan imtina eden, dahası düşünmenin kendisini zihne yük ve eza sayan, nitel duygusu körelmiş, rasyonel zaman yönetimi mevhumundan bihaber, nicedir politik etkilerden arındırılmış, dolayısıyla tepki vermekten ziyade pasifize olmayı kendi “bekası” için daha uygun bulan, “anlamlı yaşama kapasitesi”yle ilişiği kesilmiş, onarıcı boş zamanı zaman öldürme ifratıyla takas etmiş, hülasa memleket sathında genelleşmiş bir yaşam tarzı teveccühünün sıklığı ve sığlığı… Müspet alışkanlıklar ve değerler çerçevesi büyük ölçüde çökmeye yüz tutmuş bir toplumun “beyin çürümesi”yle imtihanını düşünmekse, takdir edilecektir ki, çok daha büyük ve zahmetli bir mesaiyi gerektiriyor.

Yineleyelim: Anlamsal bir çerçeve kurmaya yetmeyecek ölçüde şişkin bir algı birikmesi, dahası “çürümesi” var her yerde. Üstelik dünyanın dört bir yanından gelen haberlere bakılırsa yalnızca bizde de değil, neredeyse küresel çapta. Bu koşullar altında birey de bir yanılsama, olsa olsa algıda bir birikme sadece. Arkadaşlarımızın kabarık sayısından fikirlerimizin müphemliğine, olaylara bakışımızın çok parçalılığından ön kabullerimizin keskinliğine varıncaya dek hayatımızı kuşatan tüm olgular ne söylüyor acaba bize kendi hayatımız hakkında? Kısa bir süre önce, yeni medya uygulamalarından medet umarak zamanın monotonisini kırma, hayatlarımıza dair anlamlı hikâyeler anlatma, çokkültürlü karşılaşmalar hayal etme, her sabah adeta bir tür istilayı andıran basıncı ve sertliğiyle yeniden karşımıza dikilen rutin zorluklarla baş etme, empatiyi, düşünce ve ifade özgürlüğünü, ulus-üstü kimliklenmeyi ve biçimsel de olsa eşitliğe dayalı bir “elektronik demokrasi”yi ucundan kıyısından deneyimleme, özetle bir tür alternatif hayat biçimi ve hayatta kalma stratejisi edinmeye çalışıyorduk. Şimdiyse, bunca vakit geçirmekten, oyalanmaktan hoşlandığımız şeylerin, özellikle de internetteki, tarama pencereleri arasındaki sınırsız ve amaçsız gezinişlerimizin bir çokluk ve aynı anda bir yoklukla damgalı, vahim ve fasit bir döngüye kapı araladığını öğreniyoruz… Oxford Sözlüğü’nün 2024 yılının kelimesi olarak seçtiği “beyin çürümesi” kavramından söz ediyorum. Sözlük editörlerinin mutat hale gelen icraatına göre, “beyin çürümesi” (İng. “brain rot”), özetle şu anlama geliyor: “Sosyal medyayı eğlencelik ve gereksiz kullanmayla beyni uyuşturan içeriklerin sonsuza kadar kaydırılarak izlenmesi” [6]. Gerçekten de başı sonu, ucu bucağı, dibi derinliği görünmeyen, sınırları net olarak tayin edilemeyen bir sanal mecranın olası zihinsel etkilerini kestirmek de zor. Üstelik, aynı sanal mecra yüzünden nasıl ki bir süre sonra doğrusal okuma ve düşünme becerimizi kaybettiysek, bu sonuncu saptama bağlamında düşünürsek, büyük bir çoğunluk için “hayatın tiktoklaşması” ile birlikte, anlamlı yaşama çabamızın telos’unu da yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Kuşkusuz, her tür ayartıcı etkiye rağmen, güçlü bir irade örneği sergileyerek, beyinlerini ve dikkatlerini görsel kültürün ayartıcı manzaralarından koruyabilenler müstesna. Peki beyin çürüyünce ne oluyor? Uzmanlara göre, kelime merkezli muhakeme gücü (bilinç) zayıflayarak gerçeği saptama yeteneği ve dolayısıyla dünya algısı aşınıyor, dahası imaj merkezli algılamanın -gündelik yaşamın stresiyle baş etmek, vb. bahanelerle- gitgide bir alışkanlık haline gelmesiyle, tümden yok oluyor! Yalnızca gerçeklik ile sanal olan arasındaki farkındalık eşiği aşılmakla kalmıyor, aynı zamanda gerçeklik duygusu da yıkılıyor.[7] En nihayetinde ise duyarlı, akılcı ve eleştirel tepkilerin yerini, realiteyi kavrayamama, hatırlayamama, sağlıklı düşünememe ve karar verememe, bilgiyi örgütleyememe, problem çözememe, empati kuramama, iyiyi kötüden ayırt edememe, başkalarının acısına duyarlı olamama, tepki gösterememe, itiraz edememe, vb. eğilimler alıyor. Deyim yerindeyse, sınırsız sörfün kaydırağında dünyasını kaydırarak ilerleyen bir zihin peydahlanıyor!

Beyin çürümesi demişken, önemsiz içerikleri kaydırarak izlemenin beyne ödettiği diyet ne mi oluyor? İşte somut bir örnek: 2024 yılının en çok dinlenilen şarkısı “Cıstak” olmuş. Haber bültenleri böyle diyor. Şarkıdan iki dörtlük şöyle: “Aldım marka, bakmıyo'm faturasına/ Adı Katarina, verdim tam arasına/Dedi, 'Lütfen tekrar gel ara sıra'/Güzel mi güzel, onun arabası var (var)” (…) “Hadi, cıstak, cıstak, cıstak/ Manitalar ıslak, ıslak, ıslak, uf/ Hadi cıstak, cıstak, cıstak/ Manitalar ıslak, ıslak, ıslak.” ‘İsyankâr rap’in en fakfon alaşımlı, pek ödipal, çok efsunkâr bilinçaltının en iç gıcıklayıcı numunelerinden biri hakikaten. Gerisini varın siz tahmin edin. Kadim düşünür Konfüçyüs meseleyi asırlar önce teşhis etmişti aslında bizim için, bir toplumun ahlakını anlamak istiyorsanız müziğine bakın diyerek... Bakıyoruz: Cinsiyetçi dil var, pornografi var, tüketim kutsaması var, marka takıntılı, playboy özentili ruh hali gırla, faydacı araçların biriktirilmesiyle elde edilecek statü/ şöhret arayışı da cabası… Olmayanlarsa her zamanki gibi üretim, ter, fer, tevazu, nezaket, saygı, sadelik, dostluk, arkadaşlık, kanaatkârlık, anlayış, nitelik, vesaire. Öğrenme, çalışma, didinme, kendini geliştirme, eğitme, hak etme vb. değerlerin hiçbirinin esamisi okunmuyor. Kısaca entelekt’in, kültürün, eğitimin adı yok.

Bir ülke için en hazin verici durum, düşüncenin gitgide ready-made’e, hazır fikriyata dönüşmesi, toplumda kesin inançlı ve ergenleştirilmiş yetişkin zihinlerin sayıca çokluğudur belki de. Her üçü de akla karşılık akıl-dışılığın, kültüre karşılık “ivedik” cehaletinin, beğeni yargısına karşılık sığlığın ve yozluğun, kısaca eğitim, kültür ve entelektüalizm karşıtı eğilimlerin en mümbit toprağı… Adorno’yu izleyerek söylersek, kitlesel aldatmacanın ve aptallaştırmanın hemen her konuda umumi efkârın normatif düzenine massedilmesi… Böylesi bir vasata peşinen dahil olma riskini göze almadan neredeyse hiçbir televizyon kanalı veya cep telefonu veya tablet ekranı karşısına geçmek olası değil…

Sosyal medya mecralarında çok yönlü dérivé'ler (nihai olarak sapmaya varan amaçsız gezintiler) gerçekleştirmek suretiyle kurgusunu bizatihi kendi müsrif oyalanışlarımızla yaptığımız kara deliğimsi tarama pencerelerinde öznesi kayıp bir yüklem gibi amaçsızca sağa sola seğirtip duruyoruz. Güncelleştirme ya da “update” dedikleri şey de bir tür adı konmamış hafıza silme biçimi aslında. Profil bilgilerimizi update edince yeni bir insan oluvermişiz hissine kapılıyoruz adeta. Her dem hiçbir taahhüde dayalı olmayan “yeni bir başlangıç” yapmak için davet edildiğimiz seyirlik etkinlikler (bir fikre, bir nesneye, bir programa, bir görüşe veya tarza, ama her halükârda dürtü/haz tetikleyici, bilinç/izan tartaklayıcı katıksız bir gösteriye) bu epidemik/diasporik varoluş tarzının en harcıâlem uygulamaları arasında artık. Beyin çürümesin de ne yapsın…

Bu tipik manzarada, düşüncede, anlamada, davranışta tutarlılık, süreklilik ve kalıcı olma eğilimlerinin her fırsatta altı oyularak boşa çıkarılmalı ki, aptallaştıran ve çocuklaştıran yeni sohbetlere, yerleşik ve kolay ezber edilecek kanaatlere, yaygınlığı ölçüsünde dayanıksız doksalara yer açılabilsin hayatımızda rahatlıkla. Tıpkı aşırı süratin maddeyi hacimsiz bırakması, onu safi bir ışık tayfına dönüştürmesi gibi, aşırı enformasyon ve görüntü yüklü iletilere maruz kalmak da etkili toplumsal örgütlülüğü ve bireysel muhakemeyi dağınık bir sezgiye dönüştürerek güçsüz bırakıyor her geçen gün. Günümüz bireyi de kendi ‘kimliğini’ bu görüntü sağanağının tam orta yerinde kurup çatıyor. Toplum olarak yeni iletişim teknolojisinin neresindeyiz diye sorarsanız, tam göbeğindeyiz diyeceğim; peki ama ya sunduğu olanaklar, kattığı beceriler ve alıp götürdükleri açısından? Teknik-bilimsel yaratıcılık bakımından? Bu konulardaki görüşler muhtelif. Toplumun geneli açısından, şayet dijital medyadan kasıt sosyal medyayı kullanma düzeyi, yoğunluğu ve sıklığıysa, denebilir ki, bir kısım net’perestler zaten uzunca bir süredir Facebook-Twitter(X)-Youtube sathında yaşamaktalar. Hatta daha şimdiden bu namütenahi yüzeylerde o kadar engin bir özdeşlik ve ortakyaşarlık biçimleri geliştirmiş durumdalar ki, erişmeyi umdukları sosyallik seviyesi anlamında, toplumsal ve kültürel evrimlerinin çok ileri bir safhasında bulundukları bile söylenebilir. Gözetliyor ve gözetlenmekten hoşlanıyorlar. Dev bir simülasyon ağı içinde yaşıyorlar ve simüle ettiklerini deneyimsel olarak çevrim dışı gündelik hayatta sınamak gibi bir becerileri var. Düşüncelerinin siber alemin engin boşluklarında kaybolup gitmesinden müthiş keyif alıyorlar, ancak yine de bir şekilde “var”lar. Dijital oyunlarla sanal direnişçi ritüelleri, zaman ve mekân dışı laflama etkinlikleriyle fiziki ve örgütlü sosyalliği zorlayan deneyimleri, anlık tepkisel kıpırdanışları spontane eleştirelliğin şahikası sayan pusuya yatmış meraklarıyla, ikinci, üçüncü, dördüncü bir yaşam, yanılsamayla iç içe yeni bir sosyallik arıyorlar. Aşırı yoğun yaşıyorlar ama bir de kendilerini yaşadıklarına inandırmaları gerekiyor şair Turgut Uyar'ın dediği gibi… Azami görünürlük cennetinin ulu irtifalarından bir türlü aşağıları göremeyen “omnipotent” tavırları ve kendi görüntülerine tutsaklıklarıyla varoluşlarına hasret insanlar öbeği…  Eh, bu çok rüzgârlı ve etkileşimli bayırda beyin çürümesin de ne yapsın…

 

Kuşkusuz tek meselemiz tatminkâr var olamayışlar, kişisel hoşnutsuzluklar, yeni teknolojilere yönelik olağanüstü merakımız ve uyum seviyemizin yüksekliği değil. Teknolojik belirlenimcilik ve onun uzantısı olan yeni enformasyon ve iletişim teknolojilerinin ürettiği rizikolu mevzular da değil. Ayrıca söz konusu teknolojik gelişimin değerler alanında yol açtığı gerilimler (teknolojik bağımlılık, mahremiyetin gönüllü ifşasının denetimi gereksizleştirmesi, bilgi güvenliği, kişilik hakları ihlalleri, dezenformasyon ve manipülasyonla bir arada yürüyen gerçeklik duygusu yitimi, hız ve deneyim alanı körelmesi, vb.) de zaten uzunca bir zamandır yazılıp çiziliyor. Sözü edilen “teknopoli”nin [8] özünde ekonomi-politik nitelikli daha başka sorun alanları mevcut. Yaratılan ve küresel kültür endüstrisi tarafından her yerde baskın kılınan neoliberal algılama, düşünme ve yaşama paradigması, devasa bir kaynak, enerji ve zaman israfına zemin hazırlayan küresel tüketim paradigması, birörnek kimliklenme ve yaşam tarzları, gündelik hayatın her düzeyinde hüküm süren empati ve sempati kaybı, gitgide çapı daha da genişleyen eşitsizlik, yoksulluk ve yoksunluk halleri, alttan alta telkin edilen benmerkezci duyuş, düşünüş, davranış kodları, modları, mitleri, hitleri, vesaireleri. Tüm bu görüngüleri de beynimizden başlayarak tüm yaşamımızı -edilgin bir zihinsel form içine hapsedip- çürüten aynı tekno-kültürel manzaraya dahil etmek gerekiyor.


[1] “Medya Gösterisi Koşullarında Her Kimlik Bir Yanılsama”, https://bianet.org/haber/kose-medya-gosterisi-kosullarinda-her-kimlik-bir-yanilsama-161423

[2] Herhangi bir konuya veya soruna odaklanmak eskiye oranla oldukça zor ve bizatihi dikkatin kendisi, günümüzde en kıt değerlerden biri. Gitgide daha da hızlanan imgelerin dinamik diliyle biçimlendirilmiş görsel kültür evreni bir tür ayartılar sağanağı görünümü arz ediyor. Yazar Johann Hari’nin Çalınan Dikkat isimli kitabı da (Metis, 2024) dikkatimizi çalan bu kuvvetlere (uyaranlara) karşı verebileceğimiz kolektif mücadele olanaklarının altını çiziyor. 

[3] Hüseyin Köse, Şovenist İnşa Medya Gösterisinin Ahlaki Kapsama Alanı Üzerine Eleştirel Metinler, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014, s.190.

[4] Bkz. Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, İstanbul, 2010; Herbert Marcuse, Karşı Devrim ve İsyan, çev. Gürol Koca-Volkan Ersoy, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2000.

[5] Virilio alıntıları ve daha fazlası için bkz. Paul Virilo, Enformasyon Bombası, çev. Kaya Şahin, Metis Yayınları, İstanbul, 2003; Paul Virilio, Hız ve Politika, çev. Haldun Bayrı-İ. Kaya Şahin, Metis Yayınları, İstanbul, 2018.

[6] “Oxford Sözlüğü Seçti: Yılın Kelimesi ‘Beyin Çürümesi’”, https://gazeteoksijen.com/dunya/oxford-sozlugu-secti-yilin-kelimesi-beyin-curumesi-229523, erişim: 4.12.2024.

[7] “Beyin çürümesinin ilacı: Zihinsel uyuşukluğa götüren alışkanlık”, https://www.ntv.com.tr/galeri/saglik/beyin-curumesinin-ilaci-zihinsel-uyusukluga-goturen-aliskanlik,ukujxHIb30KZ1Z3sms85jw/COPpyV4aUUWrCyABeB8gaQ, erişim: 12.12.2024.

[8] Kavramın mahiyeti ve kapsamı için bkz. Neil Postman, Teknopoli, çev. Mustafa Emre Yılmaz, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2006.