Kurban bayramının son günü, sabah erken saatte babam ile birlikte köydeki bahçemize gidiyoruz. Babam yıllarca Eskişehir Şeker Fabrikası’nda muvakkat işçi olarak çalıştı. Bir yandan da icar pancar ekti. Bu sayede, ev ve araba aldık, ben üniversitede okuyabildim. Babam emekli olduktan sonra, köydeki ufak tarlamızı hayvan gübresi ile zenginleştirerek bahçe-bostan haline getirdi; bahçe zaten dere kenarındaydı, sulama sıkıntısı çekmedi. Ailem burada kavun, karpuz, fasulye, domates, salatalık, mısır, çilek, bir sürü mahsul yetiştiriyor; altı tane de meyve ağaçları var. Bizimkiler, tıpkı atalarından gördükleri gibi, kendilerine, eşe dosta yetecek kadar ürün yetiştiriyorlar. Çok gerekmedikçe, böcekler ciddi bir tehdit haline gelmedikçe, ilaç sıkmıyorlar.
O sabah bostanda gezerken kökleri kuruyan kavunları gösteriyor babam. Birkaç sene evvel köyün yakınında açılan maden ocağının hem bostanları kuruttuğunu hem de toprağın bereketini öldürdüğünü söylüyor. Kökleri kuruyan kavunları topluyoruz. Bahçede biraz çalıştıktan sonra, ağaç gölgesinde dinleniyoruz. Babama, her sene olduğu gibi, bu sene de çiftçinin bir kısmının bahçelerindeki meyveyi toplamadığını, maliyetini karşılamadığı için meyveleri çürümeye bıraktığını söylüyorum. Malatyalı bir arkadaşımızın ziyan olan kirazlarından bahsediyorum. Haklı olduklarını söylüyor: Neticede mazot başta olmak üzere girdi fiyatları yüksek, çiftçiye devlet desteği kısıtlı, hele bir de günlük yevmiyeli işçi çalıştırırsan astarı yüzünden pahalı. Son otuz yıldır yürütülen neoliberal tarım politikaları yüzünden, artık, kendi toprağımızdan beslenemiyoruz. Yazık.
Bahçede vakit hızlı geçiyor, öğleni buluyor. Cuma namazı vakti yaklaşınca, babam abdestini alıyor, namaza hazırlanıyor. Ben uzunca bir süredir cumalara gitmiyorum. Annem sık sık “en azından Cuma namazlarını aksatma” diye tembih eder, oysa benim bu coğrafyada hakim olan İslâm anlayışı ile meselem var, o yüzden Cumalara gitmiyorum. Her neyse, bu defa içimden geliyor, biraz da çocukluğuma öykünüyorum, babamın elinden tutup teravih namazlarına gittiğim zamanlara, ben de babama katılmaya karar veriyorum. Üstelik camiye gidersem uzun zamandır görmediğim akrabaları ve tanıdıkları da göreceğim. Hazırlanıp köy camisinin yolunu tutuyoruz. Şehirden köye ziyarete gelenler sayesinde cemaat kalabalık, gerçi artık sadece bayramlarda köyümüz kalabalık oluyor. Sünneti kıldıktan sonra, köyümüzün emektar imamı minbere çıkıyor, cemaati göz ucuyla bir süzüyor, hutbeye başlıyor: “Ekonomik bir saldırı altındayız,” diyor, “hak ile batılın savaşı bugün ekonomik alanda meydana geliyor,” diyor, “İslâm coğrafyası kuşatma altında,” diyor, “milletimiz maddi ve manevi anlamda kenetlenmeli, fedakâr ve tutumlu olmalı,” diyor. Acaba köyümüzün emektar imamı, sermaye sınıfının silinen vergi borçlarını biliyor mu, diye düşünüyorum. Sonra aklımda şimşekler çakıyor: Eğer bu imam da olmasa bizim köy halkının devletin mevcudiyetini bileceği/hatırlayacağı yok, çünkü köyümüzde başka bir devlet memuru yok. Malum, sıradan bir köylü, devletin varlığını üç yetkili üzerinden hatırlar: jandarma, öğretmen ve imam. Jandarma mühim bir olay olmadığı sürece bizim köye uğramaz. Bizim köyün okulu da otuz sene önce kapandı, köylü daha sonra öğretmen yüzü görmedi. Geriye, devlet temsilcisi olarak, sadece imam kalıyor. Dolayısıyla, ekonomik kriz olsa da olmasa da, vatandaşa görev ve yükümlülüklerini hatırlatmak zaten onun görevi olmalı. Farzdan sonra, safların önemli bir kısmı boşalıyor, gençlerin neredeyse tamamı çıkıyor. Ben de çıkıyorum. Cami bahçesinde, söğüt ağaçlarının altında cemaatin dağılmasını bekliyorum.
Dua faslı tamamlanıyor, ihtiyar delikanlılar birer ikişer dağılmaya başlıyor. Önlerden Hasan amca çıkıyor, yanına gidiyorum. Arka sıralardan çıkan babama gözümle işaret ediyorum, büyük amcamın yanında olduğumu anlıyor. Hasan amcanın elini öpüyorum, hal hatır soruyoruz, “Gel hele yeğenim, evde bir çay içelim,” diyor. Davete icabet ediyorum. Hasan amca 75 yaşlarında, tatlı dilli, güler yüzlü, hayatı boyunca rençperlik yaptı, çok sıkı çalıştı, ama bugün elde yok avuçta yok. Ninemiz hasta, Hasan amca çayı demliyor. Zahmet verdim diye biraz endişeleniyorum. Çaylarımızı yudumlarken, İstanbul’daki hayatımı soruyor, “Ne uzuyoruz, ne kısalıyoruz,” diyorum. Onun işlerini soruyorum, şükrediyor, “Ama son zamanlarda hayat pahalandı,” diyor. İktisat okumanın refleksi ile son zamanlarda artan kurun enflasyon üzerindeki baskısından, Türkiye’deki borç yükünden falan bahsediyorum. Nihayetinde, hükümetin yanlış ekonomi politikası uyguladığını söylüyorum. Hemen itiraz ediyor, “Akşam haberlerde izledim, bu sefer dış güçler bize çok büyük oyun yaptı, bizi yıkmaya çalışıyorlar,” diyor. “Yapma gözünü seveyim Hasan amca,” diyorum. Bir süre tartışacağımız belli oluyor, olsun varsın, Hasan amca, tatlı dilli, güler yüzlüdür. Aklıma ilk gelenleri sıralıyorum: Bu kadar çok betonlaşmaya, mega-projelere çok mu ihtiyaç vardı, neden tarımı tamamen piyasanın kaderine terk ettiler, diye soruyorum. Çiftçinin yüzünün gülmediğinden, tıpkı tütün üreticisine yaptıkları gibi pancar çiftçisinin de belini büktüklerinden bahsediyorum. Dilim döndüğünce, son yirmi senedir kimlerin kazandığını, kimlerin kaybettiğini anlatıyorum. Hak veriyor, “Ama ne yapacaksın”, diyor. “Bal tutan parmağını yalar; adaletsizlik var, doğru, ama bunlar yine çalışıyor,” diyor. “Bu dünyada adalet yok, halimize şükredelim,” diyor. Biraz kızıyorum, sanırım kızdığım belli oluyor. Anlaşamıyoruz, ama anlaşmak için de fazla zorlamıyorum. Çaylar bitiyor, karşılıklı tebessüm ediyoruz, müsaadesini istiyorum. Bahçeye, babamın yanına geri dönüyorum.
Babama, köyün girişine yakın yeni yapılan üç katlı binayı soruyorum, köyümüzdeki bütün evler tek katlı, bu bina çok dikkat çekiyor. Babamın anlattığına göre, son zamanlarda köye çok müteahhit geliyormuş. Bu üç katlı binayı da gelen müteahhitlerden biri yapmış. Aslında şaşılacak bir durum yok: Yakınlarda köyümüzün statüsü mahalle haline geldi, şehir merkezine yirmi dakikada ulaşmak mümkün. Gelen müteahhitler, yirmi-otuz bin liraya ufak ufak arsa topluyorlarmış. Kimbilir, belki de yakında, köyümüzde daha fazla bina yükselecek. Müteahhitler arsaları bir iki ağaçla süsleyip “bahçeli köy evi” diye iki ila üç yüz bin liraya satacaklar.
“Şehirliler doğal hayata bayılıyor,” diyor babam, muhtemelen bu “bahçeli köy evleri” de hemen satılır.
Resim: Magdalena Krzak