Spinoza’nın 11. Tezi

‘‘Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar; oysa sorun onu değiştirmektir.’’ Marx’ın meşhur 11. tezi… Marx’ınkine farklı şekilde de olsa benzer, aynı tınıya sahip şöyle bir 11. tezi Spinoza’dan da çıkarabiliyoruz: filozoflar şimdiye dek duyguları “insanların yanlışlarından ötürü düştüğü kötülükler olarak sayıp, bu yüzden de duyguları hafife almak, aşağı görmek, kınamak ya da daha ahlaklı gözükmek gerektiğinde yadsımak alışkanlığındaydılar”; oysa “insan davranışlarını aşağılamamaya, bu davranışlara üzülmemeye, onları yadsımamaya ama onlar üzerine gerçek bir bilgi edinmeye özen göstermek” gerekir. (Politik İnceleme, 1: 1 ve 1: 4). Etik-politik sonuçları kayda değer, esasen ikisi de birbirinin zıddını söylüyormuş gibi gözüken iki tez var elimizde. Ortak bir tınıdan bahsederken bu iki tezin aynı şeyi söylediğinin kastedildiği düşünülmemeli. Veya Marx’ın eleştirdiği “yorumlama-anlama” faaliyetinin Spinoza’nın kastettiği “anlama” faaliyetiyle aynı olduğunu sanmak da haksızlık olur. Ortak olan, her ikisinin de esasen bir karşı-felsefenin formülünü veriyor olmasıdır.

***

Gülme, ağlama, öfkelenme, sadece anla… Birkaç yüzyıl mesafeden sanki başka bir karşılık Karamazov Kardeşler’de Dostoyevski’den gelir buna: “Anlamaktansa sevmeli hayatı!” Hayatla girilen ilişkiye dair ve iki farklı uçtaymış gibi görünen bu iki önermeyi nasıl kavramalıyız, nasıl diyaloğa sokmalıyız? Belki başka bir düşünürün, Nietzsche’nin yardımını alarak.

***

11. teze dönecek olursak, Spinoza’nın karşılarına dikildiği filozofların özelliği “ayaklarının yere basmıyor” oluşudur. İnsanı olduğu gibi değil, olmasını istedikleri üzerinden değerlendirirler ve siyaset onlar için bir hayalden, ütopyadan başka da bir şey değildir esasen. Filozoflar şimdiye dek tahakküm biçimlerini, yönetim şekillerini incelediler, ama diğer yandan –“filozoflarınkinden daha uygulanabilir şeyler yazan siyasetçilerin” aksine– etik değil, ütopik düşüncelere savruldular; bu tahakkümün kökeninde yatan duygusal mekanizmaları “hafife aldılar, aşağıladılar, güldüler, yadsıdılar” ve anlamadılar. Ütopik bir gelecek projeksiyonunun olması, bu ütopyanın gerisinde olup bitenler için geleceğe dönük bir yargı, önyargı geliştirir. Önyargı, insanların şeylerin nedenlerinin bilgisinden yoksun olmasından gelir, der Spinoza. Anlamak, tam da bu açıdan, nedenlerin bilgisine erişmek demektir (ikinci ve üçüncü tür bilgi bu seviyeye giden merdivenin basamaklarıdır).

***

Spinoza’nın 11. tezini şöyle yorumlayabiliriz öyleyse: şeyleri ancak onlarda bize gülünç, tiksindirici, öfkelendirici gelen şeyleri aşarak, bu duyguları yatıştırarak anlayabiliriz. Anlamak, öfkelenmemek, gülmemek, aşağılamamak demektir. Nietzsche Spinoza’nın tam da karşısında görünüyor bu açıdan. Foucault’nun da işaret ettiği gibi, Spinoza’nın aksine Nietzsche için bunlar anlamanın önünde engel değil, bilakis anlamanın tam da koşullarıdır. Anlamak, her biri bir kuvvet durumuna karşılık gelen bu duyguların etrafında dönen mücadelelerin neticesi, hatta bu mücadelenin kendisidir: öfkelendiğim, kızdığım, alaya aldığım sürece anlamış olurum. Yani, duygulanımlar anlamaya giden yolda aşılası engeller olarak değil, tam da bu yolu döşeyen taşlar olarak belirirler.

Gülme yoluyla aşağılama, değersizleştirme, öfke yoluyla kinlenme… Bunların açıkça bir güç ve iktidar konumuna işaret ettikleri anlaşılmıyor mu sahiden de? Ama Nietzsche ve Spinoza’daki farklı şekillerde güç ve iktidar konumlarına: bir yandan Nietzsche’deki haliyle, gülmeden, öfkelenmeden gelen bir güç, mesafelenme ve tahakküm kurma kudreti; diğer yandan bunlar, bizi güldüren, öfkelendiren şeylere maruz kalmak, yenik düşmek, edilgen ve pasif kalmak anlamına da geliyor ve dolayısıyla Spinoza’nın dediği gibi, gülmemek, ağlamamak, öfkelenmemek, sadece anlamak, maruz kalmışlığı aşmak, perdenin ardına bakmak gerekiyor.

***

Etika’sının büyük kısmını duygulara ayıran Spinoza’nın duyguları böyle bir kenara atıp bıraktığını düşünmek saflık olurdu. Çünkü yine Spinoza’dan biliyoruz ki “iyiyi arzulamayız, arzuladığımız şey iyidir” (Etika, 3. Kitap, 39. Önerme Notu). Bu şöyle de okunabilir: Beden bize asla yalan söylemez. Ama, “bedenin neye kudretinin yetip yetmediğini bilemeyiz” (Etika, 3. Kitap: 2. Önerme Kanıtı). Bize iyi veya kötü gelen şeyleri ancak karşılaşmalarda, bedenimizin deneyimlerinde öğreniriz. Beden-dışı bir kıstası, aşkın bir ölçütü kerteriz alıp iyi ve kötüyü verili kabul etmeyiz. Başka bir deyişle, “iyilik” ve “kötülük” değil, iyi ve kötü haller, durumlar vardır.

***

Açığa çıkmış duyguları aşıp ulaşılabilecek bir öze varmak, mutlak bir anlama, sakinliğini koruma aslında Spinoza için bile mümkün görünmüyor: Kendisinin Hollanda’daki hamileri sayılan de Witt kardeşlerin ayaklanan kalabalık tarafından linç edildiğini gördüğü zaman çok öfkelendiğine dair bir anekdot anlatılır. Diğer yandan ilginç sayılabilecek bir anekdot daha var: Blyenbergh’le olan mektuplaşmaları (“Kötülük Mektupları” demişti bunlara Deleuze). Esasen teolojik bir tartışma etrafında dönen bir mektuplaşma aralarındaki. Mektuplaşmalarının bir yerinde konumuz açısından ilginç bir şey olur. Her şey yolunda giderken, aralarında bir tartışma zemini olduğunu düşünüp koyu dindar olan Blyenbergh’in kinayeli sorularına yine de yanıt vermeyi sürdürürken, Spinoza bir noktada Blyenbergh’in artık kinayeyi de aşıp açıkça suçlamaya dönüşen hakaretamiz soruları karşısında cevap vermeyi bırakır ve mektuplaşmayı keser. Tam da artık bir tartışma zemininin olmadığını ve dolayısıyla mektuplaşmanın onu “neşeden” uzaklaştırıp “kederlendirdiğini” anladığı anda aldığı bir karar… Bu iki anekdottan yola çıkarsak Spinoza şunu demek istiyor sanki: gülme, ağlama, öfkelenme, umutlanma, kaygılanma çünkü bunlar senin maruz kaldığın, nedenini bilmediğin etkilerin uyandırdığı hallerdir; bir tür bilgisizlik, bir köleliktir. O yüzden neyle karşı karşıya olduğunu bil, ona maruz kalma, onu anla, ancak böyle başa çıkabilirsin.

***

Bu Nietzsche’nin kastettiğinden farklı bir anlama durumuna işaret ediyor. Spinoza için anlamak, öyle görünüyor ki, basitçe duygulanımları aşıp, alt edip bir üst perdeye geçmek değil, tam da bunların ne yapıp ettiğinin, bedeni nasıl etkilediğinin farkına varmak demek. Eğer üçüncü tür bir bilgi varsa, bu tam da kudretinin nelere yetip yetmediğini bilmediğimiz bedenin nelerden etkilendiğini, nelerden nasıl duygulandığını bilmek demek öyleyse.

***

Sıkı bir Nietzscheçi olan Foucault “bilginin radikal kötülüğüne” dair çok şey yazıp çizdi. Bilginin bu radikal kötülüğü esasen bir tahakküm kurma biçimi, tahakküm ilişkisidir; etkilenmeyecek bir mesafeye çekilme, dolayımlamadır. Duyguların doğrudanlığının aksine, bilme bir mesafelenmedir, mesafelenme süresi içerir. Dostoyevski’nin Nietzscheçi bir tonda söylediği gibi, hayatı anlamaya gerek bırakmayacak şekilde doğrudan sevmek, nefret etmek, öfkelenmek, kızmak, gülüp geçmek, duygulanmak… Spinoza’nın buradaki itirazı, duyguların bulanık fikirler (Etika, 3. Kitap: Duyguların Genel Tanımı), hep bir maruz kalma biçimi olduğu, haliyle de savrulmalara, maruz bırakılmışlığa, edilgenliğe sevk ettiği olacaktır. Tam da Spinoza’ya Nietzsche’nin müdahalesidir bu nokta. Bu noktanın bazı yanlış anlamalara ve oldukça da tehlikeli yanlış anlamalara müsait olduğunu söyleyebiliriz (Ulus Baker Spinoza için “felsefesi antidotsuz alınmaması gerekir” derken galiba böyle bir şeye de işaret ediyordu): “anlamak-bilmek” ve “hak vermek”, bunlar aynı şeyler midir? Bir kötülük karşısında, en değerli gördüğümüz adalet, özgürlük, yaşam hakkı vs. gibi kavramlara halel getiren eylemler karşısında öfkelenmeyecek miyiz? Ya da öfkelenmeyerek, anlayarak, nedenlerini bilerek, buna hak vermiş mi oluyoruz? Spinoza için şu çok açık: Anlamak, hak vermek değildir. Anlamak, nedenlerin bilgisine erişmektir. Anlamak-bilmek, Spinoza düzleminde düşünmeye devam ediyorsak eğer, Marx’ın eleştirisini yönelttiği anlama biçiminden farklı olarak, suya sabuna dokunmayan bir edim değil, aksine, bizi kederlendiren[1] ve kudretten düşüren şeyler karşısında neşelenmek[2], korkuyu bertaraf etmek, karşı atağa geçmektir.

Etik-politik sonuçları kayda değer demiştik. Öyle ki Etika ile yetinmeyerek Spinoza’yı Politik İnceleme ve Teolojik-Politik İnceleme’yi yazmaya kadar götürmüş bu mesele. Bu mesele toplumsal ve politik, çünkü:

“İktidarlarını keder ve ıstırap yaratmak, başkalarının kudretini azaltmak, dünyayı karartmak üzerine tesis eden insanlar vardır. Keder sanki neşeye dair bir vaatmişçesine, başlı başına bir neşeymişçesine davranırlar. Keder, esaret veya güçsüzlük, ölüm kültü yaratırlar. Zehirledikleri ruhlara keder göstergelerini bir ideal, neşe olarak sunmaktan geri durmazlar. Despot ve Rahip, dehşet verici ikili, yaşamın korkunç yargıçları.”[3]

***

Ama…

Korku iki tarafı keskin bir bıçaktır; avam için de, despotlar için de. Despotlar bu yüzden, kendilerine yönelebileceğinden korktuklarından, avamı yönetmek için korkuya gerekesinim duyarlar. Bir anlamda, despotların avam üzerinde yarattığı korkunun nedeni avamın yarattığı korkudur –özellikle hiçbir şeyden korkmadıklarında. Çünkü “avam korkmazsa korkutucu olur” (Etika, 4. Kitap: 54. Önerme Notu). Anlamak, tam da bu bağlamda, Spinoza düşüncesinin kalbinde yer alıyor: Korkunun güçleri bize saldırmakta, pekâlâ, ama tam da korktukları için saldırdıklarını anlamamız gerekiyor.



[1] “Keder, insanın yetkinliğinin mükemmel seviyeden daha düşük seviyeye geçişidir” (Etika, 3. Kitap: 3. Tanım).

[2] “Sevinç, insanın yetkinliğinin daha düşük bir seviyeden daha mükemmel bir seviyeye geçişidir” (Etika, 3. Kitap: 2. Tanım)

[3] Gilles Deleuze, Critique et Clinique, Les Éditions de Minuit: Paris, s. 180.


Resim: Nicola Samori