Koronavirüs Sonrası Her Şey Çok Güzel Olabilir mi?

Güzel, atfedilen varlığın onu değerlendirende bıraktığı iz, yansımalar ve yaratabildiği algıdır.

Bu sürecin nasıl biteceği ve virüs sonrasındaki yaşam şu an bizim için bir bilinmez. Çok kısa bir zamanda tüm dünyanın bu virüse “aniden ve ansızın” (gerçekten aniden mi yoksa küresel iklim felaketi diyenlerin aslında yıllardır söyledikleri kulak ardı mı edildi) yakalanmış olması tüm dünyada bir şok etkisi yarattı. Koronavirüs pandemisi, birçoğumuza, toplumun ne kadar hızlı değişebildiğini ve nelerden yoksun yaşayabileceğimizi despotik bir keskinlikle gösterdi. Bu değişimin çok hızlı olması ve bizim bunu kolayca kabul etmemiz bir şok etkisi altında olduğumuzun kanıtı olabilir. Yöneten ve yönetilenlerin hangisinin bu şok etkisinden daha erken çıkacağı ve sonrası için diğerini baskılayacak gücü elde edeceği ve kendi (sınıf) çıkarına ait argümanlar üreteceği geleceğe yön verecek. Güzel bir dünya hayal etmek için ırk, dil, din, etnik köken, cinsiyet ayrılıklarının yok edileceği ve bölmekten ziyade insanları birleştiren, kirli savaşlar ve yıkıcı üretim faaliyetleri yerine gezegeni iyileştirip onarıcı bir hikâye yazabiliriz. Bu hikâyeyi iş, yemek ve barınak bulamadıkları, sağlık hizmetlerinden yararlanamadıkları, yurtlarını terk etmek zorunda kalıp ötekileştirildikleri için umudu tükenmiş tüm insanlar için yazmalıyız. Bunun için yeni bir şans yakalamış olabiliriz ve her şey böyle güzel olabilir.

Pandemi bittiğinde, büyük bir ekonomik krizin tüm dünyayı etkileyeceği konusunda iktisatçılar hemfikir. Var olan kâr merkezli piyasa ekonomisi öyle büyük bir darbe alıyor ki, eğer kabul edersek, süregiden sistem krizin bedelini (genellikle 8 saatten fazla çalışmak zorunda bırakılan) çalışanlara ödetmek isteyecek. Hepimiz işsizlikle, aç kalmakla ve bütün kazanımlarımızı kaybetmekle tehdit edileceğiz. Daha şimdiden çalış(a)madığımız için ücret almamaya razı edildik. Bizi yalnız kendimizden sorumlu olmaya, başkalarını düşünmeden sadece kendimizi koruyarak hayatta kalmaya çağıran otorite, iş güvencesi ve maaş garantisi veremiyor. Bir an önce “normalleşme” adı altında eski sisteme döndürmeye çalışıyor. Normalleşme sürecinden kasıt nedir? Virüs tehlikesinin ortadan kalkması ve eski hayatlarımıza geri dönmek mi?

Eğer bu soruya doğru cevap veremezsek, önümüzdeki yılların daha da büyük felaketlere yol açması kaçınılmaz görünüyor. Hiçbir şey olmamış gibi üretmeye ve tüketmeye devam etmenin koşullarının kalmadığını görebilmek (ve gösterebilmek) için geçtiğimiz yolları ve geldiğimiz noktayı iyi değerlendirmeli, bu konuya daha fazla kafa yormalıyız. Geçmiş kriz dönemlerinden edinilen deneyim gösteriyor ki, kriz anlarında kafalarımızda oluşan boşlukların hangi fikirlerle doldurulacağı, o günlerde söylenen sözler ve üretilen yeni fikirlere bağlı. Krizlerin nasıl sona ereceği büyük bir bilinmez gibi görünse de, taşıdığı potansiyeli bilerek ona iyi bir fikir mühendisliğiyle yön verecek olan pratikler yaratabiliriz. Bu pratikleri yaratabilmek için ise toplumu yöneten otoritenin söylediklerine alternatif şeyler söyleyebilmek ve yarın mümkün olacağına inanmadığımız ütopyaları dillendirmeye cesaret etmek gerekir.

Bu kriz öncekilerden farklı olarak, piyasaların kendi iç dinamiklerinden kaynaklı olarak başlamamış gibi dursa da, biliyoruz ki koronavirüs öncesi her şey yolunda gitmiyordu. Özellikle 2007 krizinden sonra hızla toparlanmak isteyen piyasalar topluma kötü alışkanlıklar empoze ettiler. Hızla tüketmek, daha fazla tüketmek. Tüketim alışkanlıklarını manipüle ederek toplumu yeniden şekillendirdiler. Sermaye yaptığı yatırımları daha hızlı kâra çevirmek için çılgın projeler geliştirdi. Bu sayede ihtiyacımız olmayan bir sürü şeyi satın almak ve bunlarla mutlu olmak gibi alışkanlıklar edindik. Bu alışkanlıkları sorgulamadan hızla kabullenmemizin nedenlerinden en önemlisi, para kazanmak uğruna işyerlerinde uğradığımız psikolojik baskı ve şiddet olabilir. Plazalarda ya da sekiz saatlik vardiyalarda sıkışıp kalan ruhlarımızı tamir etmek için koştuğumuz AVM’lerin bu kadar hızla artması gibi. Alışveriş yaparak rahatlayan yeni bir tür insan modeli haline getirilişimiz bundan olabilir ancak, pandemi sonrası “normalleşme” olarak beklediğimiz, özlediğimiz ve istediğimiz gerçekten eskiye dönmek olabilir mi?

Güzel yenidir, yeni ütopya!

Üstelik bu gereksiz tüketim alışkanlıklarının sonucu olarak yapılan üretim ile birlikte dünyaya verilen zarar son yirmi yılda en üst seviyeye ulaşmış durumda. İklim krizinden bahsederken bu tüketim alışkanlığını ve ihtiyaç-dışı üretimi acilen durdurmak gerektiğini defalarca dile getiren iklim aktivistleri, bugüne kadar ciddiye alınmamış olabilir. İklim felaketine en fazla katkının, tüketim alışkanlığının en yoğun olduğu (sosyoekonomik olarak en üstte yer alan) ülkeler olduğunu biliyoruz. Koronavirüs pandemisi nedeni ile başlayan ve giderek derinleşen ekonomik kriz de işte bu tüketim alışkanlığının en yoğun olduğu ülkelerde en fazla hissediliyor. Küresel sermaye bu nedenle dünyanın bir köşesinden diğerine içe doğru çöküyor. Bu çöküş için hükümetler bir suçlu arayıp kendi sorumluluklarından kurtulmaya çalışıyorlar. Fakat bilim insanlarının yaptığı açıklamalardan çıkan sonuca göre özellikle hayvan yetiştiriciliğinin kapitalist endüstrileşmesinden kaynaklanan felaketi yaşıyor olduğumuz bir gerçek. Toplumsal ihtiyaçların yerine bireysel çıkarların gözetilmesi sonucu geldiğimiz yer bu yüzyılın felaketler yılı olacağına dair tahminler içeriyor. Üretimin her alanını kâr mantığıyla kurgulayan ve yarattığı sonuçlar ile yüzleşmekten kaçmaya çalışan kapitalizm bir çıkmaza daha girmiş görünüyor.  Marx’ın yüz elli yıl önce söylediği, aşırı üretimin sistemin çöküşüne yol açacağı aşamada duruyor olduğumuzu düşünmek için çok nedenimiz var.

Koronavirüs salgını ile belki de yeniden sorgulanması gereken şey, kapitalist sistemle ulaştığımız teknolojik seviyenin salgın esnasında ne kadar işimize yaradığı. Geliştirilen teknik ekipmanların hangi bölümü virüse karşı savaşta insan yaşamına katkı sunabildi? Gördük ki binlerce sağlık çalışanı yetersiz koruyucu ekipmanlar nedeni ile hasta olarak yaşamını yitirdi. Sağlık ekipmanlarına yatırım yapmayı, salgın durumları dışında kullanılamayan atıl yatırım olarak gören hükümetlerin, savaş olmasa bile silahlara milyonlarca dolar harcamayı doğru bulduklarını biliyoruz. Savaş için bize sorulmadan ve bizim vergilerimizle üretilen ve alınan bu silahların böyle bir salgın ânında hiçbir işe yaramadığını hep beraber gördük. Salgın esnasında ihtiyacımız olan sağlık, temizlik, gıda gibi temel ihtiyaç alanları dışında kalan ve aslında kapitalist bir ekonominin büyük kısmını oluşturan diğer üretim alanları tümden askıya alınabiliyor. Teknolojinin, toplumsal yarar ve zenginliğin bir üst seviyeye taşınması için kullanılmadığında oluşan sonuçları yaşıyoruz hep beraber. Marx bunu 1858’de yazdığı Grundrisse’de şöyle belirtmiş:

Toplumun üretken gelişimi ile var olan üretim ilişkileri arasındaki giderek artan uyumsuzluk, kendini keskin çelişkiler, bunalımlar, kramplar biçiminde ortaya koyar. Sermayenin, kendi dışındaki ilişkiler tarafından değil, bizzat kendi varlığını sürdürmesinin koşulu olarak, zorla tahrip edilmesi, pılını pırtını toplayıp yerini toplumsal üretimin daha yüksek bir aşamasına bırakması için kendisine verilen işaretlerin en çarpıcısıdır.[1]

Teknolojik olarak geldiğimiz nokta çok gelişkin gibi görünmekle beraber, en temel sağlık gereksinimi olan solunum cihazı üretimi ve en basit maske ve koruyucu ekipman konusunda bile ilk günlerden itibaren sıkıntı yaşandı. S-400 ve F-35 geliştiren teknolojinin böyle bir kriz ânında kimin işine yaradığını sorgulamalıyız. Daha düne kadar milli sermaye ile üretildiği söylenip Suriye savaşında hedefleri şaşmadan vurduğu için büyük medyamız tarafından yere göğe sığdırılamayan SİHA ve İHA’lar bu salgında hayat kurtaramadı. Bu teknolojiye yıllardır yatırım yapan ve bütün “zekâsını ve enerjisini” bu işe harcayan insanlar, bugün gördüğümüz kadarı ile atıl hale gelen üretim hatlarını nasıl hızlıca solunum cihazı ve koruyucu maske üretim hattına dönüştürülebilir noktasında kafa yormaya başlamışlar. Gelinen nokta doğru bir yer olmasına rağmen, pandemiden sonra buradan geriye dönülmemesi için yaşadıklarımızı tarihe not düşmeliyiz. Teknolojik gelişmeleri insanlığın kolektif zenginliği için kullanabildiğimiz bir dünyada gerçek zenginlikten ve insanların plazalarda sıkışan ruhunun serbest kalmasından bahsedebiliriz. Her şeyin güzel olması için mevcut kapitalist toplumun bilim, teknoloji ve üretim biçimleri üzerindeki kontrolüne alternatif bir yapı kurmayı deneyebiliriz. Theodor W. Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanamaz”[2] sözünden yola çıkarak doğru hayatı kurmak için yanlışa bakmaktan vazgeçmeyelim.

Sonuç olarak, bize dayatılan “eskiye dönüş”ün artık çok kolay olamayacağını görebiliyoruz. Yarattıkları “ekonomi batarsa hepimiz batarız” korku duvarından atlayabilir ve dünyaya bu kadar zarar verdiğimiz o süreçten bambaşka ve güzel bir yeni ile çıkabiliriz. Krizle beraber işsiz kalacak milyonlar için iş istemekten daha iyi alternatifler olduğunu biliyoruz. Herkes için yeterli gıda ve güvenli barınma imkânının kolektif organizasyonu, bu sorunun en iyi çözümü değil midir? Bu kriz bize tüm dünyayı kapsayan kolektif bir yapının taşlarını döşeme şansı vermiş olabilir. Zira birçok ülkeden birçok insan virüs nedeni ile yaşadıklarımıza bakarak aynı ortak sonuçlarda buluşuyoruz (video konferanslar, köşe yazıları, toplantılar sayesinde). Kurulacak yeni bir dünyanın heyecanını paylaşıyoruz. Bu fikirler etrafında birleşilebilmesi ve her şeyin tersine, yani güzele dönmesi mümkün olabilir. Şems-i Tebrizi’nin dediği gibi: “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”

Bu sözlerin bize hatırlattığı yeni bir hayata dair beklentimiz iyimserlikten ziyade umut olabilir ancak.


[1]  Grundrisse, çev. Sevan Nişanyan, Birikim, İstanbul, 2008, s. 684.

[2] Ahlak Felsefesinin Sorunları, çev. Tuncay Birkan, Metis, İstanbul, 2012.