Kapitalizm büyümeyle ilgilidir; özünde birikim vardır. Dolayısıyla kapitalizmin başarısının temel ölçütü, kendi mantığı itibarıyla, toplam gelir artışı üzerine kuruludur. Güncel iktisadi eğilimleri anlamlı kılan şey tam da budur, çünkü hiç şüphesiz bugün bir kapitalist durgunluk ve istikrarsızlık döneminin içindeyiz. Geçtiğimiz on yılda dünya ekonomisi 2000'den 2007'ye kadarki dönemin yüzde 4,5'lik büyüme oranına kıyasla yılda ortalama tahmini olarak yüzde 3,3 büyüdü (IMF World Economic Outlook, Ekim 2018). 2014'ten bu yana geçen zaman, artan eşitsizliği beraberinde getiren dalgalanmanın yanında ciddi durgunluğa şahit oldu. Üstelik çeşitli uluslararası kuruluşlar tarafından yere göğe sığdırılamayan “iyileşme” önerilerinin iktisadi açıdan sınırlı, kırılgan ve istikrarsız olduğu ortaya çıktı.
Geçtiğimiz on yıl, kendinden önceki dönemde gözlemlenen yüksek büyüme oranlarının yaygınlaştırdığı bir efsaneyi de yıktı: gelişmekte olan piyasaların (Çin, Hindistan ve Brezilya gibi) büyümesinin gelişmiş ekonomilerden “ayrılması” (de-coupling) ve ondan bağımsız bir hale gelmesi. Bu ziyadesiyle olumlu yaklaşım 2000’lerin çok kısa bir kesitinin, yani 2002 ile 2008 arasındaki zaman diliminin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Bu süreçte gelişmiş ekonomiler yıllık yüzde 2 civarında büyüme gösterirken, gelişmekte olan piyasa ve ülkeler çok daha hızlı ve çok daha yüksek oranlarda büyüdüler. Ama Küresel Finansal Kriz ile bu hipotezi rafa kaldırdı ve bu kısa “ayrılık” sürecinin, köklü bir tarihsel eğilimden kısa dönemli sapma olduğunu vurguladı. Küresel kriz ve sonrası, ne yazık ki çevre (periphery) ekonomilerin kapitalist dünya ekonomisinin merkezindeki ülkelere bağımlılığının devam ettiğini gösterdi. Küresel krizin ortaya çıkışı, sanıyorum, bunun şaşırtıcı bir örneğidir: Kriz Birleşik Devletler’de patlak verip sonrasında Avrupa’ya yayılırken, sınır ötesi sermaye akışlarını etkileyerek gelişmekte olan dünyanın piyasalarını derhal etkiledi, cari fazla veren ve kimi diğer iktisadi güç unsurlarını haiz ekonomilerde bile. O zamandan bu yana gerek merkez gerekse çevre ekonomilerde Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) büyüme oranları genellikle paralel ilerliyor. Hakikaten de, kriz öncesi dönemde gelişmekte olan ülkeler daha yüksek büyüme oranlarına sahip olduklarından, sonrasında daha keskin bir çöküş yaşadılar.
Ne var ki bu yüzyılın bir “Asya yüzyılı” olması gerekiyor(du). Çin’in sıradışı bir şekilde yükselişi ve Asya kıtasının ekonomik dinamizmi, durgun ve hatta can çekişmekte olan bir Batı kapitalizmi portresi karşısında hızla büyüyen ve yeni bir coğrafi-ekonomik denge yaratacak olan Asya kapitalizmi yaygın görüşünü ortaya çıkardı. Küresel Finans Krizi’nin şafağındaki gelişmeler de bunu doğruladı: 2009’da Asya’da (ve Çin ve Hindistan’ın en güçlü ekonomilerinde) büyüme oranları dünyanın çoğunda olduğu gibi dibe vururken toparlanma hızlı gerçekleşti ve kriz sonrası büyüme oranları başka hiçbir coğrafyada Asya’daki kadar yüksek olmadı.
Fakat Doğu’daki bu yükselen yeni gelişme odağı ilgili olumlu bakış, Asya’nın dinamizminin yalnızca birkaç ülkeden kaynaklandığı gerçeğini kaçırıyor: 1980’lerin sonuna kadar Japonya ve Güney Kore, ardından bu yüzyılda da Çin. Çin istisnası temelde yoğun bir şekilde merkezileşmiş ve kontrol sahibi bir devletin heterodoks ekonomi politikalarını akıllıca kullanmasına (bir istisnaya) dayanıyor. Daha da önemlisi, küresel krizden bu yana Asya'nın hemen hemen bütün büyük ekonomilerindeki iyileşme ve genişlemenin kaynağı, esasen borçlanma. Çin’de bile toplam borcun GSYH’ye oranı kriz öncesi dönemin iki katına ulaştı ve birçok Asya ekonomisinde bazı borçlanma türlerinde de (özellikle konut kredisi, bireysel krediler ve şirket kredileri gibi) endişe verici boyutlarda. Asya'daki, belki de gelişmiş ekonomilerden dahi daha fazla başvurulan, kredi genişlemesiyle iyileşmeyi teşvik etme stratejisi, gelecekteki başka bir kriz ihtimalini bünyesinde taşıyan kırılganlıkları artırdı (finansal varlık enflasyonu ve borç kaynaklı döngüler gibi). Bu durum Hindistan’da şimdiden kendisi göstermektedir; şirketler kesiminin “kötü” kredi borçlarının banka kredi dinamiklerine ve özel yatırımlara ket vurması son yıllarda Hindistan’daki yatırım oranlarında (düzey olarak da) büyük düşüşe yol açtı.
Elbette son dönemde dünya ticaretinin en önemli özelliklerinden biri, sıklıkla dile getirildiği gibi, Çin’in küresel ticaret sahnesinde edindiği büyük roldür; bu yalnızca Çin’in ihraç ettiği malların hemen hemen tüm ülkelerin piyasalarında dolaşmasından dolayı değil, bilhassa hammadde ve ara mallar özelinde, Çin’in gelişmekte olan ülkelerin ihracatı için de hedef piyasa haline gelmesinden kaynaklanmaktadır. 2002’den beri gelişmekte olan ekonomilerin önemli bir kısmında yüksek büyüme oranlarının en önemli nedeni Çin’in bu ihracata dayalı büyüme dinamiğiydi. Gelişmekte olan dünyanın büyük bölgelerinden, daha sonra gelişmiş ülkelere ihraç edilmek üzere gerçekleştirilen üretim için, hammadde ve ara mal ithal eden Çin, büyük bir küresel değer zinciri üretti ve çokça tartışılan “uçan kazlar modeli”ndeki (flying geese model) öncü kaz rolünü oynamış oldu. Gelişmekte olan ülkeler için ise bu durum, ihraç mallarının hem hacmini hem de değerini etkiledi. Çin’in yarattığı talep birçok emtia ve hammadde fiyatını artırdı ve bu da birincil mal ihracatı yapan ülkelerde gelir artışını olumlu yönde etkileyen ticaret hadlerinin gelişmesini sağladı.
Çin’in dünya ticareti ve yatırımında artan ağırlığı küresel çapta bazı önemli etkiler doğurdu: Öncelikle gelişmiş ya da gelişmekte olan birçok ülke için sanayi ürünleri ithalatında en önemli kaynak Çin oldu. Çin’in temelde Kuzey piyasalarına ihraç etmek üzere işlenecek hammadde ve ara mallara olan muazzam talebi, birincil ürün (tarım ve mineral hammaddeleri) ihraç eden ülkelerin ticaret hadlerini ve ihracat hacmini değiştirdi ve daha fazla ülkeyi küresel katma değer zincirlerine dahil etti. Aynı esnada Çin’in ucuz imalat ürünleri sadece gelişmiş ülkelerin değil, gelişmekte olan ülkelerin piyasalarına sızmış olsa da, ki bu endüstrileşme biçimlerini ve oranını etkiliyordu, son bakışta yaratılan talebin gelişen ülkelerde gelir artışına etkisi olumluydu.
Buna ek olarak Çin sermayesi, kısmen uzun yıllar boyunca yabancı sermaye girişi ve net ihracat yoluyla biriken döviz fazlasını kanalize etme kabiliyeti sayesinde, dünya çapında halen sürmekte olan ekonomik güç savaşında önemli bir aktöre dönüştü. Çin’in gelişmekte olan ülke ve piyasalarına yaptığı yardımlar, krediler ve DYY (Doğrudan Yabancı Yatırım - Foreign Direct Investment) gelişmiş ekonomilerin nispeten küçük ve zayıflamaya başlamış sermayelerinin çok üzerindeydi, bu nedenle sermaye hesabındaki hamlelerinin bir kısmı gelişmekte olan ülkelere büyük fayda sağlamıştır. Çin dış yardımının önemli bir kısmı (kalkınma işbirliği fonları olarak tanımlanan) özellikle Güneydoğu Asya, Latin Amerika ve Afrika'da altyapı projelerine yönlendirilmiş ve bunların alıcı ülkelerdeki büyüme beklentileri üzerinde doğrudan ve dolaylı etkileri olmuştur. 2014 yılına kadar Çin Kalkınma Bankası ve Çin Eximbank, Dünya Bankası gibi geleneksel bankaları geride bırakarak aktif kalkınma kurumları arasında yerini almıştı. 2000'li yılların ortalarından bu yana, Çin Sahra-altı Afrika’sındaki altyapı yatırımlarını doğrudan ve dolaylı olarak finanse ederek G7 ülkeleri de dahil olmak üzere diğer tüm dış aktörlere baskın çıktı. Bu dönemde kuzeyli gelişmiş ekonomilerden gelen dış yardım ve sermaye akışlarından farklı olarak Çin'in yatırım, yardım ve kredileri büyük ölçüde altyapı genişlemesine, özellikle ulaşım ve enerji sektörlerine yöneltilmiştir.
Yukarıda özetlenen süreç, Çin'in küresel ekonominin önemli bir aktörü olma potansiyelini açıkça ortaya koyuyor. Ne var ki Çin’in ekonomik dayanıklılığı konusundaki abartılı söylemler, bu potansiyeli de abartmış olma riski taşıyor. Çin 2017 yılında (sabit 2005 ABD doları cinsinden döviz kuru bazında) küresel üretimin yüzde 9'undan daha azını oluşturmuştu. Toplam gelirdeki önemli artışa rağmen kişi başına düşen GSYH, küresel ortalamanın sadece yüzde 45'ini oluşturuyordu ve halen emperyalist merkezin gelişmiş ekonomileri için bu kişi başı gelir düzeyi, son derece düşük. Örneğin, Çin’in kişi başına düşen geliri, ABD'de kişi başına düşen gelirin (cari döviz kuru ile) sadece yüzde 15'i kadarıdır. Bu durumda Çin, görece “yoksul” bir ülke konumundadır. Gerçi son tahlilde nüfusunun büyüklüğü, hiç şüphesiz Çin’in bir tedarikçi ve pazar olarak küresel ticaretteki potansiyelinin büyüklüğünü de gösteriyor.
Aynı zamanda Çin’in, son on yılda olduğu gibi, nihayetinde merkez kapitalist ekonomilere hizmet eden büyük küresel değer zincirlerine entegre olarak gelişmekte olan ülkelere ihracat imkânını sağlayan itkileyici talep üretmeye devam etmesi mümkün olmayabilir. Çin ve diğer çevre ekonomileri için, Kuzey ülkelerindeki büyüme dinamiklerine bağlı olmayan bütünüyle yeni bir iktisadi strateji geliştirilmeden Asya’nın dünya ekonomisinde alternatif bir büyüme kutbu haline gelmesi de mümkün görünmüyor.
Elbette başta BRICS ülkelerinin Yeni Kalkınma Bankası (New Development Bank), Asya Altyapı Yatırım Bankası (Asian Infrastructure Investment Bank) ve son derece hırslı Kuşak ve Yol İnsiyatifi (Belt and Road Initiative - BRI) gibi bölgesel ve çok taraflı projeler, çeşitli alternatif girişimlerden söz etmek mümkün. Bununla birlikte, BRI’nin azmi ve coğrafi olarak geniş bir alanı kapsadığı aşikâr olsa da, bugüne kadar ortaya konan kaynaklar, önümüzdeki yıllar içinde gerekecek birkaç trilyon ABD doları değerindeki kaynak hedeflerine ulaşmak için yetersiz. Burada beklenti, Kamu-Özel Ortaklıkları yoluyla diğer finansal kaynakların mobilize edilmesi gibi görünüyor. Bu nedenle bu planda (BRI) kapsanan diğer ülke hükümetlerinin, taahhütler ve yatırım güvenceleriyle bu plana dahil olmaları gerekir -bundan sonra yatırım hâlâ nihayetinde altyapı yatırımlarıyla ilgili kararsız ve çekimser olan özel şirketlerin eğilimlerine bağlı kalacaktır. Bütün bunlar yararlı yatırımların, yatırımı alan ekonominin büyüklüğüne kıyasla daha az önem teşkil edeceği anlamına geliyor. Ayrıca bu tür yatırımların, öngörülme ve gerçekleşme süresi hayli uzun yatırımlar olduğundan ani, dramatik etkiler yaratması beklenemez. Her halükarda bu projelerde beklenen eş finansman miktarı, bu yatırımları alıcı ülkeler için daha zahmetli ve maliyetli kılar.
Belki de en şaşırtıcı olan, Çin BRI stratejisinin neoliberal küreselleşmenin bazı temel vasıflarını sahiplenmiş görünmesidir; daha derin finansal entegrasyon, çeşitli özel sektör yatırımcılarının "yatırım kolaylaştırma" yoluyla korunması ve işbirliği içinde olduğu tüm ülkelere çok kapsamlı ticaret serbestisi gibi. Çin’in gelişme başarısının daha çok heterodoks ve devlet kontrollü bir yaklaşıma dayandığı düşünülürse beklenmedik bir durumdur bu. Dolayısıyla işbirliği içinde olduğu ülkelerde bir miktar büyüme sağlayabilse de bu yaklaşım eşitsizlikleri de su yüzüne çıkaracaktır. Ve şayet bu istisna bir kaide halini alırsa, Çin'in önderlik ettiği BRI ve benzer stratejiler dünya ekonomisine talep enjekte ederken küresel kapitalizmi kendisinden kurtaracak gücü bulamayacaktır.
Çeviren: Ebru Voyvoda ve Selin Dilmaç