2018 Dünya Kupası ile başlanan ve Türkiye’de de kullanılan VAR (Video Yardımcı Hakem) uygulamasıyla, hakemler futbol karşılaşmalarında tereddüt ettikleri ya da göremedikleri pozisyonları saha kenarına kurulan ekrandan izliyor ve sonuca karar verebiliyorlar. Bunun yanında özel olarak kurulan bir hakem odasından sahadaki hakeme pozisyonlarla ilgili bilgi akışı sağlanıyor. Hakemin sahayı “görmesi” ve “gözetlemesi” daha kolay hale getirilmeye çalışılıyor.
George Orwell’ın kült 1984’ündeki her yeri görebilecek şekilde her yere yerleştirilen tele-ekranları andıran bu sistem, sahanın her yerini görecek şekilde yerleştiriliyor. Bu sezon İngiltere Premier Ligi’nde oynanan Manchester City-Liverpool karşılaşmasında buna benzer bir sistem (gol çizgisi teknolojisi) topun kale çizgisini 14 mm geçmediğini tespit etti ve hakemin kolundaki saate “no goal” yazısını göndererek gol kararını vermedi.
1984’te işlenen tezlerden biri olan kameranın, dolayısıyla kamera arkasındakinin bizi gözetlediği ve denetlediği fikri somut halde yaşamın içine de girmiş durumda. Buradaki temel tartışma insan iradesiyle verilen kararlar ve makine iradesiyle verilen kararların hangisinin tercih edileceği konusunda yoğunlaşmıştı.
Cep telefonlarının bankamatik yerine kullanılmaya başlandığı, saatlerin telefon ahizeleri işlevine büründüğü, bilekliklerin kalp atış miktarını ve kalorileri “ölçtüğü”, akıllı telefon uygulamalarının her an bildirimlerle bizi yönlendirdiği bir dönemde futbolun makine iradesine entegrasyonuna neden şaşıralım? Bunun normal ve gerekli olduğu fikri de çok fazla iyimser bir düşünme biçimi. “Teknolojinin insan hayatına sağladığı kolaylıklar” gibi bir ezber kategorisinin içinde bu konuyu ele alamayız. VAR sistemi, futbolun spor ve oyun kategorisinde olduğunun göz ardı edilip kontrol edilmesi ve denetlenmesi gereken bir “bela” olarak görülmesinin bir sonucudur. Amaç, futbolda adaleti sağlamak, hata payını düşürmek gibi kolaylıkla ifade edilen bir şey değil bana kalırsa.
Bir futbol karşılaşmasının her ânını ve her yerini üst düzey kameralarla gözetlemek, iktidarın hiçbir boşluk bırakmadan her şeyi yönetmek istemesiyle aynı yerden doğan bir düşünme biçimi. Sürekli gözetlenen yerleri düşünelim. Hastaneler, okullar, hapishaneler, devlet daireleri, işlek caddeler, lüks işletmeler, oteller. Buralarda hiçbir şeyin “istendiği gibi” gitmemesine kimsenin tahammülü yoktur. Hatta bu tür mekânların bazılarında bir tehdit unsuru olarak kamera kullanılır. Futboldaki kameralardan herkesin haberi olmasına rağmen sahadaki oyuncular sadece oyun oynuyormuş gibi davranırlar. Bunun oyun olduğunu bize de göstermek istiyor gibidirler. Bu simülasyonu göstermede artık birden fazla yardımcı gözleri var.
Bu kamera ve gözetleme sisteminin bir benzerini Formula 1 yarışlarında görüyoruz. Son sürat hızla giden bir yarış arabasının arka kanadına takılmış mikro bir kamera, kendi arkasından gelen aracın tekerleğini görüntülüyor. Tekerlek pist üzerinde yıprandığında bunun tespiti ânında yapılabiliyor. “Bir odada” takım liderleri gerekli talimatları hemen sürücüye iletiyor ve yıpranmış lastik ile nasıl davranması gerektiğini söylüyorlar. Amaç, yine VAR sisteminin benzediği bu kontrol etme ve her an talimat verme düşüncesi. Yanlış talimat veren ya da talimata uymayan kişiler, kurumlarsa “buharlaştırılıyor.”
***
Kameranın icadından bugüne kadar geçirdiği evrimde işlev sapmasının yaşandığı çok açık. Görüntü kaydetmek, zamanın bir bölümünü kaydetmek gibi ilk işlevler artık yerini gözetlemek, güvenliği sağlamak gibi ikincil işlevlere terk etmiş görünüyor. Telefonlara takılan yüksek çözünürlüklü kameraların internetteki hareketliliği artırmasından, başına güvenlik konularak oluşturulan “güvenlik kamerasına” kadar birçok çeşidi var. İroniktir, kameranın videoda ve sinemada kullanım biçimleri sanata hizmet edip bir tür zihinsel faaliyet üretirken diğer kullanım biçimlerinin çoğu şiddet üretiyor. Her an bir trafik polisi drone kamera kullanarak ceza yazabiliyor, gezici devriye ekipleri aracınız park halindeyken alınan görüntüyü evinize yollayabiliyor, trafik ışıklarında arabanızı görebiliyor, an ve an nereye gittiğiniz kontrol edilebiliyor. Havaalanında yüz tarayıcı sistemlerle o alana girdiğiniz tespit edilebiliyor, hatta yüz mimiklerinizdeki endişeli halinizden sizin potansiyel bir suçlu olduğunuz tespitini yapabiliyor.
Truman Show filminde Jim Carrey’nin her an her yeri gözetleyen kameraların varlığını hissettiği gibi her an bu kameraları hissediyoruz. Futbol sahası bir film platosuna dönüşmüş durumda.
Sinemada bir dil olarak da kullanılabilen kamera “bir şeyin” görülmediği bir biçimde ya da bizim göremediğimiz biçimde sunulmasında rol oynarken, futbolda ve sivil hayatın diğer alanlarında kontrol ve denetim aracı olarak kullanılıyor. Bu kadar kontrol hiç masum bir şeymiş gibi durmuyor. Hakemlerin VAR sistemi üzerinden verdiği tüm kararlarda görünmeyen bir “Büyük Birader” düdüğü çaldırıyor gibi düşünmekte haklı nedenlerimiz VAR. Her seferinde oyunu izlemek, seyretmek ya da oyuna bakmak arasında gidip geliyoruz. Spiker seslenirken, sayın seyirciler dediği her an, bize gösterilen açıları da kabul etmiş ve bize sunulan bakış açılarının meşruiyetine bir tür onay vermiş oluyoruz. Oyun bittikten sonra sıra çalınan düdüklerin haklılığını ispat etmek için ayrı bir kameranın bakışına geliyor. Basit bir ofsayt pozisyonu yarım saat konuşulabiliyor. Futbol yorumcuları ve gazete yazarları, kendilerine verilen papazlık görevlerine geçiyorlar. Kimin buharlaştırılacağını da izleyip sıradaki maça geçiyoruz.