Hume’un Nedensellik Analizi Üzerine Bir İnceleme

Nedensellik, gerçekleşen her olayın bir nedeni olduğunu ve aynı koşullar altında aynı nedenlerin aynı sonuçları doğuracağını belirten bir kavramdır. Öyle ki, bilginin edinimi, sürdürülebilirliği ve meşruiyeti söz konusu olduğunda nedenselliğe verilen önem, onu basit bir kavramdan ziyade bir ilke olarak kavratmak eğilimindedir. Bu açıdan, nedenselliğin halihazırda verili bir kavram olarak düşünüldüğünü söylemek de mümkündür. Yani, nedensellik, çoğu zaman su götürmez gözükür. Çünkü sorgulanması veya inkâr edilmesi halinde bilginin elde edilebilirliğine dair süreç sekteye uğrama ya da daha kötüsü, bir bütün olarak ortadan kalkma tehlikesi taşır. Örneğin, bugün anladığımız haliyle bilimsel bilgi söz konusu olduğunda nedensellik, temel bir prensiptir. Bilim, konvansiyonel halinde, bilginin imkânını ancak nedenselliğe dayandırmak suretiyle pratik edilebilir. Kısacası, nedensellik, bilimsel bilginin imkânı olduğu kadar, bir pratik olarak bilimin de imkânıdır. Dolayısıyla, denebilir ki, bilim, nedenselliği varsaymaksızın işlerlik gösteremez.

Felsefeyse, aksine, en azından yapılabilirlik koşulları düşünüldüğünde, nedenselliğe dayanmaz. Ama her ne kadar nedenselliğe dayanmasa da, felsefenin, nedenselliği birçok kez kavramsallaştırmış olduğu söylenebilir. Örneğin, Bacon’ın, Descartes’ın, Hobbes’un, Leibniz’in, Spinoza’nın, Kant’ın ve daha birçoklarının felsefesine bakıldığında, nedenselliğin merkezî bir yer teşkil ettiğini söylemek mümkündür. Nedensellik, diyebiliriz ki, bazı felsefelerde kurucu bir öğedir. Yapılandırıcı bir uğraktır. Fakat tabii ki tam tersi de mümkündür. Nedensellik, bilhassa felsefe tarafından kuşkulu bir hale de getirilebilir. Yani, nedenselliğin, kavramsal bir analize tabi tutulmak suretiyle temelsiz bir kavram olduğuna da kanaat getirilebilir. Kısacası, nedenselliği olumsuzlayan kavramsal analizler de vardır. Hume’un nedensellik üzerine gerçekleştirmiş olduğu analiz de böyle bir analizdir, ki hâlâ nedenselliğe getirilmiş en esaslı eleştirel analizlerden biri sayılır.

***

Hume’un külliyatında, nedenselliğe bir kez değil ama iki kez yer ayrıldığı fark edilir. İlki, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’de, ikincisi ise İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma’dadır. Ve her iki kitap da nedensellik üzerine benzer analizleri içerir. Ama ikincisi, gerek dilinin berraklığı ve direktliği, gerekse de meseleyi detayıyla ele alışı açısından, ilkinden ayrılır. Bu nedenle, nedenselliğin enine boyuna bir incelemesi söz konusu olduğunda, ikinci kitap büyük bir önem teşkil eder. Dolayısıyla, bu incelemenin temel kitabı, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma’dır. Ama konuyu ayrıntılandırmak açısından İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’den de yer yer yararlanacağım. Hume’un nedensellik analizini kavrayabilmek için, Hume’un epistemolojisinin anlaşılması gerektiğinden, oradan başlamak yerinde olacaktır.

***

Hume’a göre, “usun bütün algılarını, güç ve canlılıklarının değişik kertelerine göre iki sınıfa ya da türe ayırabiliriz”.[1] Bunlar, İzlenimler ve Düşünceler olarak ayrılır. İlki, etkisi nispetinde canlıyken; ikincisi, sönüktür. İzlenimler, anda gerçekleşen algılar olarak sınıflandırılabilir. Düşüncelerse, geri çağrılmış olan algılardır. Bu nedenle de sönüklerdir. Bir ateş elimizi yaktığında, bu, anda gerçekleşmiştir. Yani, bir İzlenimdir. Oysa ki, ateşin elimizi yaktığını hatırladığımızda, bu, olsa olsa bir Düşüncedir. Etkisi, İzlenime göre düşüktür. Düşünceler, “duyu algılarını kopyalayabilir ya da taklit edebilirler; ama hiçbir zaman başlangıçtaki duygunun gücüne ve canlılığına bütünüyle ulaşamazlar”.[2] Düşüncelerin İzlenimlerden esas farkı, her ne kadar İzlenimleri doğru bir şekilde kopyalasalar da, İzlenimlerin yaratmış olduğu etkiyi, eğer ki hastalık ya da delilik tarafından desteklenmiş Düşüncelere sahip değilsek, asla ama asla tekrar tesis edemeyecek olmalarıdır. Betimleyici bir şiir, betimlediği yerin bizzat deneyiminin yerini alamaz. Aşk üzerine düşünen bir adam, âşık olan adamın duygu yoğunluğunda değildir. “En canlı düşünce, en cansız duyuma göre yine de altta yer alır.”[3] İzlenimlerse; duyduğumuz ya da gördüğümüz, duyumsadığımız, arzu veya nefret ettiğimiz, istediğimiz vesairedir. Yani, İzlenimler bizzat yaşadıklarımızdır, deneyim ettiklerimizdir. Ve Hume’a göre, idealarımızın kökeni de İzlenimlere dayanır.

Hume için, hayal gücü sınırsız bir şey değildir. Belirli sınırlara sahiptir. “O, gerçekten de çok dar sınırlar içinde kapatılmıştır ve usun bu yaratıcı gücünün tümü, duyuların ve deneyimin bize verdiği gereçleri birleştirme, yerini ya da sırasını değiştirme ya da onları birbirinin yerine koyma, büyütme ya da küçültme yetisinden başka bir şey değildir.[4] Örneğin, gümüş bir boğa düşündüğümde aslen yapıyor olduğum, gümüşün ve boğanın ideasını birleştirmektir. İkisini birleştirmek suretiyle yeni bir idea, gümüş bir boğa ideasını imal etmektir. Ama bunun için, hem gümüşün, hem de boğanın ideasına sahip olmam gerekir. Yoksa, gümüş bir boğa ideasını ortaya koymam da imkânsız olacaktır. Aynı şekilde, boynuzlu bir at düşündüğümde, boynuz ideasıyla at ideasını birleştiririm. Ve ortaya boynuzlu at ideasını, yani Unicorn’u çıkarmış olurum. İşte, bu nedenle Hume için hayal gücü belirli sınırlara tabidir. Çünkü her ne kadar sınırsız gözükse de, insan düşüncesinin içermiş olduğu İzlenimlerin bir sınırı vardır. Bu sınır, tabii ki İzlenimlerin çoğaltılması sayesinde genişletilebilir. Ama bir sınır her daim olacaktır. Dolayısıyla, İzlenimlerimin sınırları, ortaya çıkarabileceğim idealarımın da sınırlarıdır.

Öyleyse, Hume’a göre, her ideanın bir İzlenime dayanması bir zorunluluktur. Eğer bir idea bir İzlenime dayanmıyorsa, söz konusu ideanın temellendirilemez bir idea olduğunu söyleyebiliriz. Yani, bir ideayı temellendirmemiz için yapmamız gereken, aslen, ideaya karşılık gelen bir İzlenim olup olmadığını araştırmaktır: “O zaman, öğretimizi koruyup sürdüreceksek, bize düşen, o ideaya karşılık gelen izlenimi ya da daha canlı algıyı ortaya koymaktır.[5] Ama belirli ideaları yaratmanın imkânsız olduğu durumlar da söz konusudur. Örneğin, sağır bir adam, duymaya dair İzlenimlere sahip olamayacağı için, seslerin kavramını üretemeyecektir. Ve benzer şekilde, kör bir adam, görmeye dair İzlenimlere sahip olamayacağından, renklerin, mekânın ve görmeye dayalı her türlü İzlenimin kavramını oluşturamayacaktır. Çünkü her ikisinde de İzlenimlerin imkânlı olmasını sağlayan duyu organı yetersizdir, bozuktur. Organları, duyuma karşı duyarsızdır. Ama duyu organlarında bir sorun olmamasına karşın belirli idealara sahip olmayan insanlar da vardır. Örneğin, bencil mizaçlı bir insanın cömertliğin ideasına sahip olmaması mümkündür. Ama bu, çok ama çok düşük bir olasılıktır. Daha olası bir örnek vermek gerekirse, hiç şeftali görmemiş ve tatmamış birinin, şeftaliye dair bir ideasının, kavramının olmadığını söylemek makul olacaktır. Ama Hume’a göre öyle idealar da vardır ki, bunlar oldukça soyut idealardır. Bir fil, elma ya da kalemin ideası, apaçık bir şekilde kavranır. Oysa ki soyut idealar, dolaylı bir şekilde kavranır. “Us onları gevşek bir biçimde kavrar.”[6] İzlenimler, birbirlerinden keskin sınırlarla ayrılırken; soyut idealar, “kolayca onlara benzeyen başka idealarla karıştırılır”.[7] İzlenimlerin canlılığı, onlar hakkında yanılgıya düşmemizi zorlaştırır. İdealarsa, özellikle de soyut olanları, belirli bir muğlaklığa sahiptir. Dolayısıyla, eğer ki fazlasıyla soyut bir ideanın temelinden kuşku duyuyorsak, yapmamız gereken, varsayılan ideanın bir İzlenimden türetilip türetilmediğini soruşturmaktır. “Ve ona bir izlenim yüklemek olanaksızsa, bu, kuşkumuzu doğrulamaya hizmet edecektir.”[8]

Hume’a göre, idealar yalnızca İzlenimlere dayanmak suretiyle ortaya çıkmakla da kalmaz. Ama birbirleri arasında kurulmuş olan bağlantılar da söz konusudur. Yani, idealar, basitçe, tek tek ideaların bir toplamı değildir. Daha ziyade, bir ilişkiler bütünüdür. Örneğin, rüya görürken bile, rüyamız belirli bir şekilde düzenlenmiştir. Her ne kadar idealar arasındaki bağlantılar rastgele kuruluyormuş gibi gözükse de, aslen, idealarımızın bir taksimi, tasnifi ve tanzimi her daim devrededir. Yani, idealarımız, her zaman düzenlenir ve yeniden düzenlenir.

“Eğer düşünceler bütünüyle gevşek ve bağıntısız olsalardı, onları yalnızca şans birleştirirdi; ve aynı yalın düşüncelerin aralarında belli bir bağ, bir düşüncenin doğallıkla ötekini getirmesini sağlayan belli bir çağrıştırıcı nitelik olmaksızın düzenli olarak karmaşık düşüncelerde yer almaları (sık sık yaptıkları gibi) olanaksızdır.”[9]

Hume için, bu düzenleme işlemini gerçekleştiren belirli ilkeler bulunur. Bunlar, Benzerlik, zamanda ve mekânda Yakınlık, ve Neden ve Sonuç ilkeleridir. Bunların her biri, belirli ideaların birbirleriyle bağlantılanmasını imkânlı kılar. Örneğin, bir tablonun içerisinde betimlenmiş bir orman, bir tavşan ve bir kuş gördüğümüzde, düşüncelerimiz, betimlenen şeylerin idealarını ister istemez bize çağrıştırır. Bu, Benzerliktir. Evimizin bir odasından bahsettiğimizde, evimizdeki diğer odalar da kafamızda canlanıverir. Bu, Yakınlıktır. Ya da vücudumuzdaki bir yarayı düşündüğümüzde, kaçınılmaz olarak yaranın olduğu ânı ve verdiği acıya çağrışım vasıtasıyla hissederiz. Bu ise Neden ve Sonuçtur. Hume için idealar arasındaki bağlantıları kuran tüm ilkeler bunlar olmasa da, Hume’un saptamış oldukları bunlardır. Bunlardan üçüncüsü olan neden-sonuç ilkesiyse, Hume’un analizinin temelini oluşturan ilkedir. Tüm analiz, bu ilkenin geçerliliğinin soruşturulması üzerine kurulmuştur. Öyle ki, Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma’da yalnızca neden-sonuç ilkesinin soruşturulmasına bir bölüm ayırmıştır. Dolayısıyla, artık, söz konusu bölümün incelemesiyle devam edebiliriz.

***

Hume’a göre, insanın anlama yetisinin tüm nesneleri, yapıları göz önünde bulundurulmak suretiyle iki kategori altında toplanabilir: “İnsanın akıl yürütme yetisinin ya da soruşturmasının tüm nesneleri doğal olarak iki türe ayrılabilir, açıkçası İdea İlişkileri ve Olgular.[10] Bunlardan ilki, ister bir görüye, isterse de bir kanıtlamaya dayansın, içerikleri itibarıyla kesinlik arz eden nesnelerdir. Örneğin, geometri, cebir ve aritmetiğin nesneleri böyle nesnelerden sayılabilir. Bir üçgen söz konusu olduğunda, üç kenarlı olma özelliğinin üçgene içkin bir nitelik olduğunu söyleyebiliriz. Üç kenarlı olma hali, üçgende içerilmiştir. Benzer şekilde, dört kenarlı olma hali karede, beş kenarlı olma hali beşgende halihazırda bulunur. Nitekim, bir matematik işlemini de aynı kefeye koyabiliriz. Dokuz çarpı beşin kırk beşe eşit olduğu, direkt olarak işlemin kendisinden çıkarılabilir. Dolayısıyla, kesinlik arz eden herhangi bir nesne direkt olarak kendinden açıklamalıdır: “Evrende bir yerde var olan bir şeye dayanmaksızın yalnızca düşüncenin işlemleriyle keşfedilenler bu türden önermelerdir.”[11] Buna karşın, ikinci türden bir nesne olan Olgularsa, kesinlik arz etmez. Her ne kadar kesinlik arz ediyormuş gibi algılanmaya müsait olgular varsa da, hiçbir olgu, açık seçik bir biçimde üçgenin üç kenarlı olduğu düşüncesindeki kadar kesin ve kati değildir. Yani, herhangi bir olgunun tam tersini iddia etmek mümkündür. Ve bu, hiçbir çelişkiye sebebiyet vermez. Örneğin, Hume’un verdiği bir örnek üzerinden ilerleyecek olursak, güneşin yarın doğacını düşünmek ile güneşin yarın doğmayacağını düşünmek arasında anlaşılırlık açısından hiçbir fark yoktur. İkisi de eşit oranda kabul edilebilirdir. Ve ikisi de eşit oranda çelişki barındırır. Tam da bu nedenle bir olgunun yanlışlığını kanıtlamaya girişmek boşuna olacaktır. Yarın güneşin doğacını düşünsem ve güneş hakikaten doğsa bile, bu, hiçbir şeyi kanıtlamayacaktır. Çünkü güneşin doğacağını apaçık bir şekilde bilmiyorumdur. Yaptığım, aslen, yalnızca bir tahminden ibarettir. Tahminim tutmuştur, yoksa bir şeyi kanıtlamış değilimdir. Kısacası, dört kenarlı bir üçgen, üçgenin nitelikleri itibarıyla bir çelişkiyi ifade ederken; yarın güneşin doğmayacak olması, özgül olgunun doğasına dahil hiçbir çelişkiyi ifade etmez. Dolayısıyla, Hume’a göre, bir olgunun kanıtlanabilir şekilde yanlış olması da mümkün değildir. “Tanıtlanabilir biçimde yanlış olsaydı, bir çelişkiyi içerirdi ve us tarafından hiçbir zaman seçik olarak düşünülemezdi.”[12]

Hume’a göre, her olgu olumsaldır. Yani, imkânlıdır. Hiçbir olgu kesinlik arz etmez. Ama yine de, kesinlik arz ettiklerini düşünmeye meyilliyizdir. Örneğin, güneşin yarın doğacağı olgusu, güneşin yarın doğmayacağı olgusundan, her ne kadar ikisi de eşit oranda kesinlik arz etmese de, çok daha ikna edici gözükür. Bu, kuşkusuz ki güneşin şimdiye dek hep doğmuş olmasıyla alakalıdır. Ama güneşin şimdiye dek hep doğmuş olması, onun hep doğacağı sonucuna da bizi götürmez. En azından, direkt olarak götürmez. Güneşin şimdiye kadar hep doğmuş olmasından, güneşin hep doğacak olması sonucu direkt olarak çıkartılamaz. Öyleyse, güneşin şimdiye dek hep doğmuş olması, güneşin şimdiye dek hep doğmuş olduğundan fazlasını ifade etmez. Olgu, geçmişte olmuşsa, geçmişte olmuştur. Şimdide oluyorsa, şimdide oluyordur. Kısacası, olgu, olmuş olduğu ve olduğu haliyle kesinlik arz etmez. Çünkü kesinlik arz edebilmesi için, gelecekte de olacağına emin olmamız zorunludur. O halde, bir olgunun kesinlik arz edebilmesi için, yalnızca geçmişte ve şimdide değil ama gelecekte de vuku bulacağının temellendirilmesi gerekir.

Hume için, olgularla ilgili her türlü akıl yürütmenin temelinde neden-sonuç ilişkisi bulunur: “Görünüşe göre olguyla ilgili tüm akıl yürütmeler, neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulmuştur.”[13] Yani, hangi olguyu ele alırsak alalım, olgunun kavranışına içkin bir neden-sonuç ilişkisiyle karşılaşırız. Dolayısıyla, olgulara dair belirsizliği ortadan kaldırabilmek için, neden-sonuç ilişkisinin temellendirilmesi zorunludur. Hume’un analizine göre, neden ve sonuç arasındaki ilişki a priori bir ilişki değildir. Bir nesnenin tecrübi niteliklerinden hareketle, onun nedenlerine veya sonuçlarına ulaşmak mümkün değildir. Örneğin, ilk kez ateş gören bir kişi, ateşin elini yakabileceğine dair bir fikre sahip olamaz. Çünkü bu fikir, kişide, ancak ateş elini yaktıktan, yani ateş vasıtasıyla elinin yandığını deneyimledikten sonra ortaya çıkabilir. Öyleyse, olgusal bir nesneye dair neden-sonuç ilişkisi, ancak nesnenin deneyimiyle imkânlıdır: “Hiçbir nesne, duyulara görünen nitelikleri aracılığıyla, onu üreten nedenler ya da ondan doğacak sonuçları açığa çıkaramaz ya da akıl yürütme yetimiz, deneyimin yardımı olmadan gerçek varoluş ve olguyla ilgili bir çıkarım yapamaz.”[14] Ama nitekim, ateşi daha önce deneyimlememiş olsaydık bile yakıcı olacağını anlayabileceğimizi düşünmeye eğilimliyizdir. Yakıcılığı, ateşin deneyimden bağımsız olarak edinilebilecek bir özelliği olarak düşünürüz. Aynı şekilde, bir taşı elimize alıp hiçbir destek olmaksızın bıraktığımızda, taşın yere düşeceğine inanırız, hatta bunu bildiğimizi iddia ederiz. Fakat taş ideasında, deneyimden bağımsız, yani a priori bir şekilde düşünüldüğünde, yere doğru düşmeyi gerektiren hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla, bir olgunun kesinliğine inandığımızda, yaptığımız, aslen, sınırlı sayıda deney ve gözlemden yola çıkmak suretiyle genel yargılara varmaktan fazlası da değildir. Yani, olgulara atfettiğimiz kesinlik, öyle gözüküyor ki, onların geçmişte oldukları halleriyle gelecekte de olacaklarının bir varsayımına dayanır.

Hume’un analizi, basitçe, örneğin, bir ekmeğin bizi besleyemeyeceğini iddia etmez. Ekmek, daha öncesinde tabii ki bizi beslemiş olabilir. Ama bundan, bizi her daim besleyeceğine dair bir sonuç çıkmaz. Eğer çıkacağını iddia ediyorsak, ekmeğin besleyiciliği söz konusu olduğunda geleceğin de geçmiş gibi olacağını iddia ediyoruz demektir. Ama bunu iddia ettiğimizde de, aslen, geçmişte yemiş olduğumuz tüm ekmeklerin bizi beslediğini, bu nedenle gelecekte de besleyeceğini iddia etmiş oluruz. Yani, geçmişteki bir İzlenimimizin gelecekte de geçerli olacağını belirtiriz. Ama bunu kanıtlamak ya da a priori bir akıl yürütmeyle tanıtlamak imkânsızdır ve söz konusu iddianın deneysel bir temeli olduğunu söylemek de, deneyimlenmemiş ve deneyimlenemez bir geleceğin, deneyimlenmiş bir geçmişi gibi olacağını söylemek anlamına geleceğinden, bu, tartışma konusunu kanıtlanmış varsaymak olacaktır. Yani, nedensellik ilkesinin geçerliliğini, yani gelecekte de geçerli olacağını kanıtlamak için geçmişte geçerli olmuş olduğunu belirtmek, yani bunu bir öncül olarak almak, kanıtlanacak olan şeyi öncüller arasına katmak anlamına gelecektir. Kısacası, kanıtlanacak olan şey, yani geleceğin de geçmiş gibi olacağı, önceden varsayılmıştır. Gelecek geçmiş gibi olacaktır, çünkü geçmişte veya geçmişin geleceğinde her şey aynı şekilde olmuştur, denmiştir. Ama buradan, doğal olarak, bir kanıt çıkmaz. “Öyleyse deneyimden gelen bir kanıtlamanın, geçmişin geleceğe benzerliğini tanıtlayabilmesi olanaksızdır; çünkü bütün kanıtlar, bu benzerliğin olduğu varsayımına dayandırılır.”[15] Dolayısıyla, eğer ki kanıtlanacak olan şey önceden varsayılmışsa, ortada bir kanıt olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Yani, Hume’un analizine göre, geleceğin geçmiş gibi olacağı da kuşkulu olmayı sürdürecektir.

Hume’un analizine göre, olgulara dair deneyim, bir neden-sonuç ilişkisinden ziyade, bir korelasyona dayanır. Bu analize göre, bizim deneyimimiz, aslen, bir olayın bir diğer olaya sebebiyet verdiğinin değil ama bir olayın bir başka olayı izlediğinin deneyimidir. Nedensellik, bir İzlenime dayandırılamaz. Ve bu nedenle de temellendirilemeyen bir ideadır. Hume’un analizinin sonucunda ortaya çıkan şey, olgular söz konusu olduğunda işlerlik gösterdiği düşünülen neden-sonuç ilişkisinin, özünde, bir alışkanlıktan, bir inançtan fazlası olmadığıdır. Gerek a priori akıl yürütme, gerekse de deneyim temel alınmak suretiyle kanıtlanması imkânsızdır. Kısacası, neden-sonuç ilişkisine dayanan her türlü akıl yürütme ve pratik, kesin bir bilgi değil ama olsa olsa olası bir öneri, bir tahmin sunabilir.

***

Hume’un analizi, her ne kadar nedenselliğin temellendirilemeyecek bir idea olduğu sonucuna varmış olsa da, yine de nedenselliğin, olgular söz konusu olduğunda hiçbir şekilde geçerli olmadığının ve olamayacağının bir ifadesi değildir. Daha ziyade, Hume, nedenselliği bir ilke olarak varsaydığımızı, bir idea olarak nedenselliği temellendirilebilir bir şekilde bilmiyorken bildiğimizi sandığımızı, aslında nedenselliğin her daim işler vaziyette olduğuna olsa olsa inandığımızı göstermekten fazlasını yapmamıştır. Dolayısıyla, Hume’un nedenselliği yadsıdığını söylemek yanlış olacaktır. Ama nedenselliğin anlamını, ne ifade ettiğini sorguladığını söyleyebiliriz. “Ve Hume ile bir tartışmada soru nedensel ilişkilerin olup olmadıkları değil, ama nedensel ilişkiler vardır demenin ne anlama geldiğidir. Yine, soru zorunlu bağıntıların olup olmadıkları değil, ama zorunlu bağıntılar vardır demenin ne anlama geldiğidir.”[16]



[1] Hume, David (2014). İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, çev. çev. Münevver Özgen, İstanbul: Biblos Kitabevi, s. 22.

[2] Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, s. 21.

[3] Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, s. 21.

[4] Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, s. 23.

[5] Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, s. 24.

[6] Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, s. 26.

[7] Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, s. 26.

[8] Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, s. 26.

[9] Hume, David, (2016). İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, çev. çev. Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınevi, s. 29.

[10] Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, s. 39.

[11] Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, s. 39.

[12] Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, s. 40.

[13] Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, s. 40.

[14] Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, s. 42.

[15] Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, s. 53.

[16] Copleston, Frederick, (1998). Berkeley/Hume, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınevi, s. 95.