Sağlık çalışanına yönelik şiddet, netameli bir mesele. Hele ki ifadenin önünde “görevi başındaki” tabiri varsa, daha da netameli bir hal alıyor bu. Hele hele “kafasında kaldırım taşı parçalanan sağlık emekçisi” dendiğinde, büsbütün kan dondurucu bir hale bürünüyor. Şiddet-karşıtı mücadelenin bayraktarlığını hekimler yapıyor ve neyse ki tabip odaları ile meslek birliği, “hekime yönelik şiddet” kalıbından uzak duruyor. Lakin mücadelesinin ana eksenini Dr. Göksel Kalaycı [2005], Dr. Ersin Arslan [2012], Dr. Melike Erdem [2012], Dr. Aynur Dağdemir [2015], Dr. Kamil Furtun [2015] ve Dr. Fikret Hacıosman [2018] gibi, hepsi de benzer trajedilerle yaşamlarını noktalamış sembol isimler üzerinden yürütmeyi sürdürüyor. “Hekim saygınlığını zedeleyen” yayınları ifşa ediyor. Yine “şiddeti özendirici ya da kanıksatıcı” söylemleri ortaya koyarak, medya mensuplarını “ilkeli ve sorumlu” yayıncılığa davet ediyor. Kamu otoritesinden “yeterli, etkili ve caydırıcı önlemler” talep ediyor. Aynı minvalde, hekimlerin çalışma koşulları ve özlük hakları başta olmak üzere, sağlık [hizmeti] ortamını değerlendiren araştırma komisyonları kurulması isteniyor. Bu bağlamda, 2014 yılından bu yana Sağlıkta Şiddet Yasası’nın çıkarılmasıyla ilgili talep düzenli olarak TBMM’ye iletiliyor. 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 194. maddesinden sonra gelmek üzere bir ilave madde formüle ediliyor. Söz konusu düzenlemenin, mezkûr yasanın Kamu Sağlığına Karşı Suçlar bölümüne eklenmesi öneriliyor. Konu, başta Sağlık Bakanlığı, hükümet temsilcileri ve siyasi partiler olmak üzere tüm ilgili yerlere, sivil paydaşlara pek çok kez bildiriliyor, bir tür “mekik diplomasisi” ritüeliyle defalarca görüşme yapılıyor. Ekim 2018’de yedi gün süren “Sağlıkta Şiddet Yasasını İstiyorum” temalı nöbet eylemleri tertipleniyor ve irili ufaklı aksiyonlarla bunların devamı geliyor.
O arada yapılandırılan söylemde cebir, şiddet, tehdit, hakaret, yaralanma ve ölüm eşitleniyor. Silsileye intihar da ekleniyor: Üzerlerindeki baskı, zorbalık, mobbing, uzun ve yoğun çalışma saatleri ile meslekî tükenmişlik dolayısıyla yaşamlarına son veren Dr. Melike Erdem, Dr. Engin Karakuş, Dr. Ece Ceyda Güdemek ve başkaca isimler anımsatılıyor. Yasa tasarıları, beyaz eylemler, beyaz önlükler ve al karanfiller altında, “Sağlıkta şiddetin artmasının temel nedeni mevcut sağlık politikaları ve Sağlıkta Dönüşüm Programı’dır: Hastaları müşteri, hastaneleri işletme olarak gören anlayış, kışkırtılmış sağlık talebi, hastalara yeterli süre ayrılamaması, hastalardan katkı ve katılım payı alınması nedeniyle yoğunluklu olarak acil servislere başvuruların olması sağlık alanında şiddeti artırmıştır,” saptaması yapılıyor. Vurgusu yeterince tumturaklı olmayan bu saptama, şiddet-karşıtı aksiyonda haliyle biraz gölgede kalıyor.
Niyet edilen politik konumlanmanın aksine, “hekime yönelik şiddet” kipinde somutlaşan meslekî taassup, sağ popülist muktedirin kılcallarını suluyor. “Hekim” tipolojisi içinde, kadın ve/veya LGBT+ hekimlerin özgüllüğü eleniyor. Yeknesak ve yekpare bir kategori olarak “hekim” katılaşıyor. Sağlık çalışanı, “yardımcı sağlık personeli” olup çıkıyor. Şiddet istatistiklerinin Sağlık Bakanlığı’nın “beyaz kod” verilerine bel bağladığı bir atmosferde şiddetin ne’liği, nasıl bir dağılım gösterdiği, nedensellik örüntüleri pekâlâ eleniyor. Bütün bu karmaşık tablo, “olgusal artış” saptamasının pürtelaş ve canhıraş kakofonisine kurban gidiyor. Reel olgusallığın kesişimsel ve ilişkisel dinamiklerinin hakkı verilemiyor. Meseleye ilişkin aktivizm de, içe kapanan statik bir kimlik siyasetinin çıkmazlarını andırıyor. Hal böyleyken toplumsal barış ikliminin baltalanması, bireysel silahlanma, kadına yönelik şiddet, işçi cinayetleri gibi bir dizi yapısal ve zincirleme motife “ek” olarak bir de hekime yönelen şiddet gibi “arızi” bir durumla ilgili politika üretiliyormuş gibi duruyor. Haliyle seferberlik, eşgüdüm, koalisyon, ittifak gibi elzem politik manevralar eksik kalıyor.
Bu problemin, bilhassa 1990 sonrası Türkiye sivil-siyasal atmosferinin bir tür özniteliğine dönüştüğü söylenebilir. Tanıl Bora, 1992 yılındaki bir resmî toplantıda, TTB [ve “kamuoyundaki imajı”] ile ilgili bir değerlendirmede bulunmuştu. Tebliğinde, “kamuoyu” lafzının olası dört tanımı içinden, “demokratik kitle örgütlerinin oluşturduğu kamuoyu ortamını ve genel siyasallaşmış kamuoyu”nu esas alıyordu. Söz konusu kamuoyu indinde, örgütün “daha düzenli, daha sistematik, daha program bazında, daha ayrıntılar düzeyinde politika üretebil[diğini], bunu kitle-meslek örgütleriyle kıyaslanmayacak ölçüde fazla insanı seferber edebildiği[ni]”, dahası “[b]u noktada, özellikle ‘80’den sonra demokratik kitle örgütlerinin hele demokratik meslek örgütlerinin büyük bir sıkıntısı” olduğu halde, TTB’nin “daha olumlu bir konumda” olduğunu saptıyordu. Özcesi, “demokratik kitle örgütleri, politik kamuoyu ve siyasallaşmış hekim kamuoyu nezdinde çok olumlu ve çok aktif bir TTB imajı” olduğu kanaatini paylaşırken, bunun, “genel apolitik hekim kamuoyu ve genel pasif kamuoyundaki imajı” ile uçuruma varan bir tezat oluşturduğunu da ekliyordu. Diğer taraftan bu uçurum, ona kalırsa “TTB’nin de boyunu aşan çok ciddi bir sorun[dur] Türkiye’de; siyasetin yapılanmasının bir sorunu, yapısal bir deformasyon sorunu”dur. Şöyle sürdürür: “Ve bu yarılmayı aşabilmek için gerçekten çok ustalıklı bir politika üretebilme yeteneği gerekiyor. Dili, programı, söylemi, iddiaları, ilişki kurma biçimlerini, kullanılan araçları bütün bu kamuoylarına göre farklılaştırabilmek; farklılaştırırken ucuz medya cambazlığı numaralarından öte, gerçekten bir omurgayı koruyarak bunu türlü türlü seslendirebilmek, türlü türlü dillendirebilmek, bu ayrışmayı kotarabilmek gerekiyor. Bu, Türkiye’de, sadece TTB’nin değil, sadece demokratik kitle örgütlerinin değil, siyasetin bir sorunu.”[1]
Gördüğüm o ki, şu yapısal silsile yeterince vurgulanmıyor: Meslekî özerkliğin aşınması, vasıfsızlaştırma, “tuzu kuru”, “hizmetli”, “doktor efendi” gibi hegemonik söylemler eliyle itibarsızlaştırma ve özlük hakların tasfiyesi, primer ekonomik kaygılardan öte, neoliberalizmin sert katmanı olarak güvencesizleş[tir]menin bedensel sağlığı açıkça tehdit eder hale gelmesi, sağlık hakikatinin “sağlık hizmetleri”ne ve profesyonellerin de birer “hizmet sunucusu”na özdeş kılınması, proleterleşme değil ama bir tür “gerçek boyunduruk” [real subsumption][2] olarak eklemlenme dalgası... Giderek her türlü sıradan insani ilişkilenme arızasının bir “şiddet edimi” telakki edilmesine yol açan “şiddet totolojisi”, yine giderek görünür olan ile reel olanın, fail ve suçlunun birbirine karışıp her vakanın münferitleşmesi...[3]
Bugüne bugün, hekimlere ve tekmil sağlık çalışanlarına yakından bakıldığında, onların, basitçe kendilerini mikro ve mezzo düzlemlerde kuşatan makro bir düzeneğin[4] kurbanları olduğunu düşünmek işten değildir. Ernest Mandel’in ustalıkla saptadığı gibi:
“[B]ir yanda güç ilişkileri ve iktidarın devri ile diğer yanda uzmanlaşmış bilgiyi gerektiren iktidarın eklemlenmesi arasında dikkatli bir ayrım yapmamız gerekmektedir. Toplumsal emeğin [kullanılabilir kaynakların] sağlık ve sosyal güvenliğe tahsisiyle ilgili kararların alınması yurttaşlar kitlesinin ayrıcalığında olmalıdır ve bu mümkündür. Bunlar sadece ve sadece hükümetlere ve devlet bürokrasilerine, büyük iş çevrelerine veya ‘piyasa’ya bırakılmışsa eğer bürokratik yabancılaşma söz konusudur. Fakat ameliyat yapma kapasitesinin halk kitlesinden alındığını ve ‘bir cerrahlar azınlığı’nın ellerinde yoğunlaştığını ciddi biçimde iddia edemeyiz. Bu genel olarak bilime karşı kaba bir önyargı olurdu; her ne kadar, hastanın tüm tıbbî malûmata ulaşma hakkını da kuşkusuz dikkate almamız gerekse de. […] Bir cerrahın hastası üzerinde iktidarı vardır. Fakat bir enerji uzmanının da cerrahın üzerinde iktidarı vardır ve sırasıyla bir mimarın ya da bir şehir planlamacısının da enerji uzmanı üzerinde iktidarı vardır. Gıda standartları kontrolörlerinin bunların tümü üzerinde iktidarı vardır.”[5]
Mesleğin/zanaatın çıkarlarını, özlük haklarını ve saygınlığını korumanın önemi, şek şüphe yok ki ortadadır. Ne ki, şayet “aşınma” yapısal uzantılarıyla bihakkın serimlenememişse, bu “içbükey”den nereye varılacağı bahsi de bir o kadar müphemdir. Yine, az evvelki tebliğinden aktarılırsa, Tanıl Bora’nın “[p]olitikaya ilgisiz pek çok tanıdığı hekim var”dır, TTB’den ve örgütün faaliyetlerine bigânedirler ve de “[o]nların gözünde TTB, pek kendi alanlarıyla, meslekleriyle ilgisi olmayan işlerle uğraşan bir aksiyonerler grubu”ndan ibarettir.
Diğer taraftan Bora, tarihsel olarak, TTB Merkez Konseyi’nin 1966 yılından sonra çok uzun bir döneme damgasını vuran başkanı Dr. Erdal Atabek’i, örgütü ezoterik kimliğinden, çekirdek meslek örgütü karakterinden çekip çıkarabilmesiyle selamlıyordu. Dr. Atabek, seçildiği kongredeki konuşmasında, “TTB’nin son yıllarda gerçekleri daha iyi değerlendirdiğini; ancak hekimlik gerçeği ile memleket gerçeklerinin birlikte değerlendirilmesi ile başarıya ulaşılacağını söylemiş, hekim özlük hakları ve halk sağlığının tam sağlanması konusunda çalışacaklarını” belirtmişti. 1977’deki Büyük Kongre’de merkezî bir yayınla Merkez Konseyi faaliyetlerini duyurma kararı alınır. Toplum ve Hekim öyle doğar. O dönemde TTB; genel sağlık sigortası, sendika, dahası grevli ve toplu sözleşmeli sendika ile evrensel insan hakları konularını yayınlarında sebatkârlıkla işler. “Demokratik üniversite” der, “1 Mayıs yasaldır” der, “Silahlanmaya hayır” der; çok yoğun, etkin ve çoğu kere “üstüne vazife olmayan” hususlarda bir dizi politik çalışma yürütür. Demokratik kitle siyaseti açısından anlamlı kazanımlara imza atar.[6]
Meramım odur: Her şeyi içine katıp bir-örnek kılan neoliberal tasalluta karşı, özeleştirel/düşünümsel aklı çalıştırmak, bir bakıma “dışarı”ya açılmak, aynılaştırıcı merkezî girdaptan firar etmeyi denemek gerekir. Dışarıya açılmak; dışarıya maruz kalmaya, ödev ve sorumluluğu kapsayan bir mütekabiliyete, karşılıklı yükümlülüğe, kısacası kendiliğin başkası uğruna harcandığı bir armağan etme ilişkisine karşılık gelen bir toplumsallık ufkuna, dahası her özneyi önceleyip kateden, onların kendileriyle özdeşleşmelerine [self-identity], dışsal kimliklere saplanıp kalmalarına engel olan ve onları indirgenemez bir başkalığa açan şey olarak “yoldaşlığa” gönderme yapar. Basitçe bir yan yana dizilme veya hizalanmayı aşan bir birliktelik haline karşılık gelir. Dolayısıyla bir birlik veya ittihat ufkundan ziyade, ittifak yahut siyasal akrabalığı temel alan bir kolektif bilincin olanaklı uzamlarını soruşturmak gerekir. “Tam Gün Yasası” dolayımındaki gürültülü tartışmalarda, Dr. Cem Terzi’nin TTB’ye yönelik olarak dostane biçimde seslendirdiği tenkit gibi tıpkı. Yine, meslekte kırk üç yılını geride bırakmış, vakt-i zamanında taşrada, Kürdistan’da tabip odası kurmuş bir sağlık emekçisi ve de ’78 kuşağı devrimcisi olarak babamın, Hekim ve Heybesi’ne yazdığı “takdim”de söyledikleri geliyor aklıma. Kaçamadığım, belki kaçmaya çalıştıkça topuklarımı ezmeyi sürdürecek olan bir kişisel ve meslekî ihtar olarak:
“Tıp fakültesine kayıt yaptırdıktan sonra birden çevrem değişti. Daha çok selâm alır, daha çok ve sıcak ilgi ve iltifat görür hâle geldim.
Özellikle ülkemizde hekimlere yönelik politikalar, onların çalışma esaslarını belirleyen yasalar ve hekimleri yetiştiren kimi hocaların hekim adaylarında oluşturduğu davranış biçimleri, esasen açık bir zihne sahip pek çok hekimi ‘paragöz’ yaptı. Bazı hekimler meslekî bilgi ve becerilerini ahlâka aykırı bir şekilde pazarladılar. Dramatik olaylar yaşandı. Cezaevine giren veya başkaca cezalarla kovuşturulan hekimler çoğaldı.
Mesleğini onuruyla yapan, hümanist yaklaşımları öne çıkaran hekimler ise ‘işini bilmeyen hekimler’ olarak nitelendi. Bu nitelemeye rağmen inandığından şaşmayan, hekimlik mesleğini onurlu bir şekilde ifâ edenler oldu ve Tevfik Fikret’in dediği gibi, hak bildikleri yollarına yalnız da olsalar devam ettiler.
Hekimlik mesleğinin icra tarzını belirleyen her yeni yasa birçok hekimde yeni duruma uyum sağlama ve ondan yararlanma refleksini geliştirdi.
Bu mesleği kolay iş bulma, kendine ve çevresine mesleği vasıtasıyla faydalı olmanın yolu olarak gören ailelerin çoğu dar gelirli ve yoksul ailelerdir. Şehrin varoşlarından, gecekondularından çıkıp, doktor olduktan sonra kent sosyetesine karışan ve bir burjuva yaşam tarzına erişerek şişinen kimi doktorlarda, bazı etik değerlerin kolayca aşıldığına tanık olduk.
O arada hastaların ve hasta yakınlarının da hekimlere bakışı, saygı içeriği değişti.
Bu değişimde hekimlerin kendilerinin, devletin sağlık politikasının ve hasta ile hasta yakınlarında oluşturulan yanlış algının, demokratik müzakere noksanlığının ve nihayet muhatap olunan kitlenin siyasal/sosyokültürel bilinç düzeyinin etkisi de vardır.
Hekimlere ve diğer sağlık çalışanlara yönelik artan şiddetin kökeninde de, bu temellerde oluşan düzensizlik egemendir.”[7]
[1] Tıp Dünyası mecrasında yayımlandı bu [1992/9]. Ayrıca bkz. Ş. Hatun, Türk Tabipleri Birliği’nde On Yıl içinde, Ankara: TTB, 1999, s. 218-220.
[2] Marx’ın “gerçek boyunduruk” kavramının çağımızdaki uzantıları için bkz. A. Negri, Devrimin Zamanı, çev. Y. Alogan, İstanbul: Ayrıntı, 2005, s. 39-172.
[3] Krş. K. Yıldırım, “Hekime Yönelik Şiddeti Besleyen Skala: Teorik ve Pratik Boyut”, Toplum ve Hekim, 28/1, 2013, s. 70-80.
[4] Krş. Y. Akkaya, “Hekimler ve Sınıfsal Dönüşümleri”, Manifesto’nun 160. Yılında Marksizmin Güncelliği içinde, der. Y. Akkaya ve İ. Kaygısız, Ankara: Epos, 2008, s. 240-243. Dahası, işbölümü ve vasıfsızlaştırma dışında, teknik, bürokratik veya ideolojik denetim mekanizmaları, emek süreçlerindeki baskıcı/despotik veya hegemonik rejim unsurları veya kurumsal ruh, insan kaynakları, toplam kalite çemberleri, yalın üretim gibi kültürel rıza yatırımları hatırlanabilir.
[5] İktidar ve Para: Bürokrasinin Marksist Bir Kuramı, çev. B. Tanatar, İstanbul: Yazın, 1992, s. 302.
[6] M. Sezai Berber, “Demokratik Kitle Örgütü Olarak Türk Tabipleri Birliği”, Türk Kütüphaneciliği, 23/4, 2009, s. 894-901 ve 897-898.
[7] ‘Takdim: Hekimlik Üstüne’, Hekim ve Heybesi: Tıp, Bilim, İdeoloji içinde, İstanbul: NotaBene, 2017; s. 7-13.