Şiddet, bir iktidar aracı ve iktidarın bir çeşit dışavurumu olarak insanlık tarihi boyunca hükmünü sürdürmüştür. Arendt, iktidar-şiddet ilişkisi ile şiddetteki amaç-araç bağlantısına dikkat çeker çoğu çalışmasında ve şiddetin bir egemenlik aracı olduğunu düşünür. Mills de biraz daha ileri bir tanımla iktidarın nihai biçimi şiddettir der. Şiddetin güç ve kuvvetten farklı olarak bir dile, kavramlara ve araçlara sahip olduğu söylenir. Şiddeti ele alan kuramcılar, modernizm öncesi dışsal şiddetten, modernizm sonrası içsel şiddetten, Nazi şiddetinden, polis devletinin, geç kapitalizm faşizminin, tüketim toplumunun kendine özgü şiddetinden bahsederler. Başta Foucault olmak üzere birçok kuramcı da 18. yüzyılla birlikte iktidarların dışsal-fizikî şiddeti terk ettiğini ve disiplinci iktidar modelleriyle şiddeti içsel olana yönlendirdiklerini düşünür. Fizikî, dışsal şiddetin çok kullanıldığı toplumlarda, ki bizim toplumumuz da hem buna maruz kalan hem de bunu üreten bir toplumdur, içsel şiddet pek gündeme gelmez. Byung-Chul Han Şiddetin Topolojisi (çev. Dilek Zaptçıoğlu, Metis, İstanbul, 3. baskı, 2018) adlı çalışmasında modernizm öncesi toplumları şiddet bağlamında “kan toplumları” olarak adlandırır. Modernizmin birçok yönden içerdiği Aydınlanmacı etkilere rağmen bizim toplumumuzun hâlâ bir kan toplumu olduğunu düşündüren birçok veri bulunduğunu söyleyebiliriz. Modernizm öncesi toplumlarda olduğu gibi şiddet bizde hâlâ amaca götüren en önemli ve işlevsel araç olarak kutsanır. Şiddetin dolaysızca kullanıldığı geç modernleşmiş toplumlarda işlerin, işleyen açısından, şiddetin kestirmeden amaca ulaştıran işlevi aracılığıyla kolaylıkla halledildiğini gözlemleyebiliyoruz. Chul Han, kan toplumlarının dışsal-fizikî şiddet yoluyla ruh yüklerini rahatlattıklarını da düşünür. Bu yolla acının ağırlık noktasının dışarı kaydığı ve ruhun eziyete girmediği mealinde düşünceler ileri sürer.
Günümüz Türkiye’sinin modernizmin ve Aydınlanma’nın birçok biçimsel aracına sahip olduğunu, ki bu bir yönüyle çağın ve küresel kapitalizmin zorlayıcı etkisi ve ona eklemlenme arzusuyla ilgilidir, ancak içselleşmemiş bir Aydınlanma’dan ve modernizmin kurum ve kurallarıyla zihniyete sirayet etmemiş olmasından dolayı dışsal şiddete daha teşne olduğunu söyleyebiliriz. Okullarda okutulan tarih, edebiyat, din gibi birçok ders kitabında, toplumun anonim hafızasında, ideolojik argümanlarda daha çok heroitik ögelerin öne çıkarıldığını, fethetme, alıkoyma, emir altına alma, öldürme, eziyet etme fiillerinin yüceltildiğini, kutsandığını, meşru kılındığını, bunlardan zevk alındığını görürüz. Geçmişin sadece savaş meydanı düzleminde algılanması ve şiddetin meşru, olağan, doğal görülmesi, bu ve öte dünya algımıza ve tasavvurumuza da sirayet etmiştir. Gerek iktidar hiyerarşisi içinde gerek toplumsal yapının ilişkiler ağı içinde şiddet her zaman hazır ve nazırdır. Bu bağlamda şiddet toplumsal pratiğin ve iletişimin önemli bir parçası olarak iş görür. Byung-Chul Han, modernizm sonrası toplumları şiddetin, dış şiddetten içe kaydığı, içsel şiddetin yaygınlaştığı “ruh toplumları” olarak tanımlar. Fakat bu tanımın, modernizmin bütün kural ve kurumlarıyla gerçekleştiği Batılı ülkeler için daha çok geçerli olduğunu düşünüyorum. Şiddetin ruhsallaştırılmış, psikolojikleştirilmiş, içselleştirilmiş biçimiyle geçerli olduğu toplumlar, en azından dışsal şiddet olgusuyla ciddi anlamda hesaplaşmış Batı toplumlarıdır. Oysa bizim toplumumuz ve benzeri geç modernleşmiş toplumların payına düşen bundan daha fazlası olarak hem modernizm öncesi bir şiddet türü olarak tanımlanan dışsal-fizikî şiddet hem de modernizm sonrası, içsel-ruhsal şiddettir. Sözü edilen toplumlarda günümüzde dahi iktidarlar, iktidar karşıtı gördükleri tüm bireysel, grupsal, sosyal fiillerin faillerine hem dışsal-fizikî hem de içsel-ruhi şiddetin tüm araçlarıyla saldırmaktan geri durmazlar.
Antik Roma’da gladyatörlerin çarpışması öncesinde suçlular aç ve vahşi hayvanların önüne atılırmış. Halk da bu kanlı nümayişten zevk alır, çılgınca eğlenirmiş. İktidarlar açısından bu aleni kanlı nümayişin birden çok işlevi vardır. Bu kanlı eğlence iktidarın hem çırılçıplak şiddet üzerinden kitleye gücünü doğrudan sergileme hem de politik düzlemde şiddeti tekelinde tutma ve meşru kılma gücünü gösterme işlevini yerine getirir. Bir taraftan da iktidarın karşı konulamazlığına, gücünün büyüklüğüne işaret eder. Biçimsel olarak farklılık gösterse de içinde bulunduğumuz Ortadoğu kültürel iklimine sahip günümüz toplumlarında da şiddetin hâlâ bu işleviyle kullanılmadığını kim söyleyebilir? Bu toplumlarda rejim ve iktidar karşıtı her birey, grup, sınıf iktidarların gizlenmek zorunda olmayan, çıplak şiddetiyle kamusal alanda ve aleni olarak karşı karşıya kalır. Yine bu iktidar teknolojisine sahip kültürlerde iktidar karşıtı olarak ilan edilenler toplu cezalandırmalar dışında bireysel olarak kışkırtılmış, histerikleştirilmiş, vahşileştirilmiş linç gruplarının önüne afişe edilerek, yalıtılarak, savunmasızca itilir. Bunun, gladyatör savaşlarından önce vahşi hayvanların önüne atılan suçluların cezalandırılmasına benzemediğini söyleyemeyiz. Bu aleni ve meşru şiddet kendisini gizlemek zorunda hissetmediği için dilsiz ve utangaç da değildir. Kendini güçlü, yaygın tüm resmî ve özel iletişim araçları yoluyla ifade eder. Sembollere sığınmaz, ortada ve çıplaktır. Kendi gövdesiyle salınmaktan, sergilenmekten gurur duyar. İktidarın şiddetini meşru göstermek için yeterli retorik gücü ve argümanı mevcutta her zaman vardır.
18. yüzyıldan itibaren Batı toplumlarında dışsal şiddetin sorgulandığını, karanlığa ve dar alanlara sürüldüğünü, şiddet faillerinin yaptıklarından utandığını belirtmiştik. Bununla birlikte bu yüzyıllardan sonra içsel şiddetin yaygınlaştığını, meşrulaştığını, şiddetin ağırlık merkezinin içe-ruha doğru kaydığını da eklemiştik. Şiddet artık aleni değildir, gizli, saklı bir biçimde varlığını korur. Örneğin II. Dünya Savaşı gibi çok büyük kıyımların yapıldığı şiddet gösterileri bile aleni olmaktan çıkmış; saklı alanlarda, işkencehanelerde, özel olarak inşa edilmiş kamplarda uygulanmaya başlamıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra iktidarlar artık şiddetten utanmaya, onu aleni yapmamaya, savunmamaya, meşru görmemeye ve sahip çıkmamaya başlarlar. Modern dünyanın şiddeti artık hem faili meçhul ve anonimdir hem de dilsizdir. Fakat son tahlilde şiddetin Batı toplumlarındaki bu topolojik dönüşümü, içinde yer aldığımız İslâm toplumlarında pek görülmez. Bunun yerine her iki şiddet türünün araçlarından yararlanan kendine özgü iktidar yapıları belirir. Bu iktidarlar gerek modern kapitalist sistemin içsel şiddetini gerek modernizm öncesi dışsal-fizikî şiddeti kitleler ve bireyler üzerinde kendi iktidar etme kültürlerine özgü biçimlerle uygularlar. Bu toplumların talihsizliği, modernizmin ve Aydınlanma’nın hiçbir nimetinden doğru dürüst yararlanamamış, ancak gelişmiş şiddet teknolojisinin tüm araçlarıyla karşı karşıya kalmış olmalarıdır. Bu toplumlarda iktidar teknolojilerinin temel dayanakları şiddet aygıtlarına dayandığı için iktidarlar, şiddetin tüm araçlarından büyük bir memnuniyetle yararlanırlar. Byung-Chul Han, sözü edilen kitabında bu içsel şiddet türü için şunları söylemektedir:
“Şiddet (fiziksel) artık politik ve toplumsal iletişimin bir parçası değildir. İletişimin satır aralarına, derinin altına çekilir, kılcal damarlara, ruhun iç mekânına sinmeye başlar. Görünürden görünmeze, apaçıktan mahreme, fizikten psişiğe, askeri olandan medyatik olana ve cephesel karşılaşmadan viral bulaşmaya kayar. Etkisini artık konfrontosyon değil kontaminasyonla, yani yüz yüze gelerek değil, zehirleyici bir şiddetle; açıktan saldırarak değil, bulaşarak, enfeksiyonla göstermeye başlar” (s. 18).
Ancak şiddetin bu topolojik değişimin toplumumuz ve İslâm toplumları özelinde tam gerçekleşmediği; günümüzde hâlâ modernizm öncesi “kan toplumları”nda olduğu gibi aleni ve fizikî haliyle gerçekleşmeye devam ettiğini söylemek daha doğrudur. Bununla birlikte geç kapitalizmin ve yarım yamalak modernizmin bu toplumlarda bireyi, toplumu disipline eden, işkolik kılan, kontrol altında tutan yapısının ruhlar üzerinde yarattığı içsel şiddetin gerçekleşmediğini de söyleyemeyiz. Şiddetin her iki biçimiyle karşı karşıya kalmamız, şiddetin tüm araç ve imkânlarla derinleşerek sürmesine yol açmıştır demek de yanlış olmaz. Kaldı ki bu toplumların şiddetin bu türüyle baş edecek entelektüel altyapısı ve donanımı da yoktur. Bu bağlamda içsel şiddet, birey ve kitlelerin bütün ahlâki, etik, geleneksel yapılarını daha kalıcı ve hızlı bir biçimde yıkmakta veya dejenere etmekte etkili olmuştur. Ne yazık ki içine dahil olduğumuz “kan toplumları”nda şiddetin hayatı tanzim eden gücü dışında hayatı daha hakikatli, çağcıl, medeni ve insani kılan değerlerin hükmü yoktur. Sonuçta temel iletişim dilinin şiddetin kodlarıyla oluştuğu bu toplumlarda şiddet, toplumların asil kanında mevcudiyetini koruyarak iktidarını ebedi kılmıştır diyebiliriz.