Edebiyat eleştirisinden geriye ne kaldı? İngilizce konuşulan dünyada savaş-sonrası şekillenen ve kurumsal bir disiplin haline gelen eleştiri o dönemki misyonundan uzaklaşalı çok oldu. F. R. Leavis gibi Harold Bloom’un teorik atası sayabileceğimiz eleştirmenler için edebiyat, tıpkı hukuk gibi hayata anlam veren bir pratikti. Leavis edebiyatı bir “güzel sanat” deneyimden çok dünyaya bakmanın bir biçimi olarak görüyordu ve “kanonik” kabul ettiği yazarlar (Jane Austen, George Eliot, D. H. Lawrence gibi) her şeyden önce hayata karşı “doğru” bakış açısını sağladıkları için okunmalıydılar. Savaş-sonrası dönemle özdeşleşmiş hümanist eleştiri, edebiyatı yeni bir din gibi görüyordu ve çoğu zaman bunu saklamıyordu da. “Kutsal” metinler vardı (basta Chaucer, Shakespeare, ve Milton) ve 1980’lerden itibaren güç kazanmaya başlayan Kültürel Çalışmalar’la hümanist eleştirinin yıldızı tam da bu “kutsallığı” sorguladığı için asla barışmadı.
Harold Bloom’un vefatı 20. yüzyılın eleştiri pratiğinden ne kadar uzaklaştığımızı ve edebiyatın hayatımızdaki öneminin ne kadar azaldığını bir kez daha hatırlattı. Bloom “soyunun sonuncusu” bir eleştirmendi. Shakespeare’in bütün eserlerini, Milton’ın Paradise Lost’unu, William Blake’in bütün şiirlerini ezbere bildiği söylenirdi. Bloom’un edebiyata yaklaşımını fazla “Batı-merkezci” veya “elitist” bulanlar oldu. Kanonu yeniden düşünmek gibi kavramlar ortaya atıldığında Bloom, tıpkı kendinden önce Leavis gibi, edebiyatın yüceliğini sorgulamaya açan bu yaklaşımlara büyük bir öfkeyle saldırdı. Batı Kanonu eserinde buna “Hınç Okulu” (“School of Resentment”) ismini verdi. Bloom’a göre iyi edebiyat “dâhilerin” yaptığı bir işti. Kanonik eserler belli kurallara uydukları için değil, kuralları belirledikleri için kanoniktiler. Başka bir deyişle, kanonik eserleri kanonik yapan onların dönemlerine göre istisna olmalarıydı. Beaumont ve Fletcher, erken modern İngiliz tiyatrosunun Shakespeare’den daha kurala bağlı temsilcileriydiler; fakat Shakespeare’in dehası döneminden ayrıksı oluşunda, dönemin estetik konvansiyonlarını takip ederken onları eğip bükmekten korkmayışında yatıyordu -bunun en iyi örneği, oyunların yanında Shakespeare’in lirik şiir geleneğini tersyüz ettiği soneleridir. Bloom’a göre kanon bir duvar değildir, fakat her dönem edebiyatın sınırlarını geçme cesaretini göstermiş ayrıksı yeteneklerden oluşur.
Post-kolonyalizm, Marksizm, Feminizm ve Queer Eleştiri’ye (“Hınç Okulu”) getirdiği eleştiriler Bloom’u zaman ilerledikçe akademiden soyutladı, profesör olduğu Yale’de bir süre sonra İngiliz Edebiyatı bölümünü bıraktı ve Yale’in Sterling profesörü insanbilimlerinde bir akademisyenin gelebileceği en üst mertebe oldu. İdeolojiye karşı estetik güzelliği savundu ve edebiyatı yazarların kimliği üzerinden düşünmenin edebiyata bir hakaret olduğu konusunda ısrar etti. Stanford’da bir konuşmasında kullandığı masa analojisi yüzünden yuhalandı. Bloom’a göre bir masa alırsanız ve bu masa ayakları üzerinde duramazsa, bu masayı yapan kişinin ten rengi, cinsel kimliği veya siyasi görüşünden bağımsız bir şekilde “kötü” bir masadır. Başlangıçla fazla ilgilenip işe yeteri kadar değer verilmemesini edebiyata ve estetiğe bir saldırı olarak algılıyordu Bloom. Bu gibi tavırları onu son yıllarında, Frank Kermode’un deyişi ile “patlamaya hazır yaşlı ve yalnız bir volkan” haline getirdi; sanki değişen dünyaya karşı düzenli aralıklarla ve korku salan bir ciddiyetle patlıyordu Bloom.
Bloom Romantisizm’e sonunda kadar bağlı bir eleştirmendi. Sıklıkla Samuel Johnson’a benzetilirdi, fakat Johnson’la olan benzerliği ikisinin de doyumsuz okuma iştahları ve edebiyata atfettikleri değerin ötesine pek geçmezdi. Bloom Romantisizm’den, bilhassa Samuel Taylor Coleridge’den devraldığı “deha” ve “hayal gücü” kavramlarına eleştirisinde merkezî bir boyut katmıştı. İlk kitabi Percy Shelley üzerineydi. Shelley o dönemde revaçta olan bir şair değildi. Yeni Eleştiri’nin gözbebekleri John Donne ve Andrew Marvell’in yanında Romantik şairlere ikincil, hatta üçüncül bir önem atfediliyordu ve Romantik şairler içinde özellikle Shelley güçlü bir retorikçi, fakat zayıf bir şair olarak görülüyordu. Benzer biçimde, Leavis de Shelley’i Scrutiny dergisinde yerden yere vurmuştu. Fakat Bloom, Shelley’e sahip çıktı ve Shelley’nin şiirlerindeki kavgacı ruhun eleştiri anlayışını şekillendirmesine izin verdi. Bu anlayışın ortaya koyduğu en önemli çalışma Etkilenme Endişesi’ydi. Etkilenme Endişesi şiiri, daha doğrusu Romantik şiiri, Oedipal bir saykodrama olarak yeniden sahneledi. Bloom’a göre şairler kendilerinden önce gelen büyük şairlere, yani simgesel babalarına karşı, hem isyan ediyorlardı hem de onlardan kabul görmeyi bekliyorlardı ve şiirlerini güçlü kılan, bu dinamizmin sağladığı gerilimdi. Bloom bu teoriyi esas olarak Shakespeare ve Romantikler üzerinden inceliyordu, fakat psikanalizi edebiyat eleştirisine bu kadar yaklaştıran her teoride olduğu gibi bir yandan düşünme ve analiz kabiliyeti etkileyiciliğini korurken bir yandan da anlatılan hikâyenin “tanıdıklığı” Bloom’un Oedipal şiir teorisinin sınırlarını belirliyordu. Bloom’la aynı kuşaktan, fakat rakip eleştiri okullarından Christopher Ricks, Allusions to the Poets kitabında Bloom’un Shakespeare ve Romantikler arasındaki ilişkiyi düşünürken Romantiklerin ciddi bir hesaplaşmaya giriştiği erken dönem 18. yüzyıl şiirine yokmuş muamelesi yapmasını eleştirdi. Bloom, gerçekten de, oldukça kısa sürede yazılmış Etkilenme Endişesi kitabında psikanalizin çizdiği bir çerçeveyi takip etmenin verdiği rahatlıkla bazı hızlı sonuçlara ve basitleştirmelere varmıştı. Yine de, Etkilenme Endişesi, Bloom’un yazım tarzı ve eleştiri biçiminin en berrak temsillerinden biridir ve Bloom’un bir elmas gibi parıldayan aklına iyi bir giriş sunar.
Harold Bloom gerçek anlamda bir okuma canavarıydı. Bir eleştirmen olarak sahip olduğu otoritenin oluşumunda, neyi ne kadar hızlı okuduğundan devamlı söz etmesinin de payı yok değildi -bir defasında Parma Manastırı ve Kırmızı ve Siyah’ı her yıl yeniden okuduğunu söylemişti. Eski bir öğrencisi Naomi Wolf 2004 yılında Bloom’un onu taciz ettiğini açıkladı bir gazeteye. Bloom makaleyi “çirkin bir karakter suikastı” olarak niteledi. Elitist olduğu bilinirdi ve snopluğu gizli değildi; fakat sıklıkla indirgendiği burnu havada karikatürden çok daha fazlasıydı. Her şeye rağmen ve her şeye karşı iyi edebiyatın dünyadaki yerinin kalıcılığını savundu; siyaset, kültür, toplum, tarih olmadan bir şiirden alınan o çocukça ve naif estetik zevke, iki dizenin ahengiyle bir anlığına zihinde yakalanan o titreşime tutkuyla bağlıydı; Tanrı varsa o iki dize arasına saklanmıştı. “Shakespeare’i Tanrı’yla karıştırıyorsunuz…” eleştirisine verdiği “Neden karıştırmayayım ki?” cevabı Bloom’un eleştirisinin itici gücü olan o saf edebiyat tutkusuna işaret ettiği gibi, eleştirisinin kaçınılmaz olarak karşılaşacağı sınırlara da işaret ediyordu.