Arzunun sonsuz nesneyle, fanteziyle ve bağlanma biçimleriyle dolayımlanışı, queer-feminist edebiyat eleştirisinin uzun süredir gündeminde. Cinsellik ve erotizm, özel alan, kadın ve queer bedenleşmenin tüm nosyonları da bu tartışmaları belirleyen önemli başlıklardan bazıları… Arzunun sonsuz cisimleşmesi, arzu nesnesine ulaşmak/ulaşamamak arasındaki gerilimde, bazen psikanalitik yatırımda ama belki de en çok edebiyatta zuhur ediyor, bu hikâye en başından beri böyle… Bizim coğrafyamızdan Bilge Karasu ve Danimarka’dan Bjorn Rasmussen’in metinlerinden iki örnekle arzu nosyonunun kurmacadaki inşasına ya da hikâyesine daha yakından bakmak istiyorum.
Bilge Karasu 1963’te yayımlanan kitabı Troya’da Ölüm Vardı’daki “Çatal” isimli öyküsünde arzu nesnesinin çileli süreçlerinden birini şöyle anlatır:
“Odanı görmedim bu zamanlarda,” dedim, “doğru, ay ışığında hiç görmedim odanı.” “Göremeyeceksin de bundan sonra. Bu geceden sonra ayın düşüşü, yıkımı başlıyor. Bir dahakine İstanbul’da olacaksın.” “Başka bir zaman da olur; ayın bir daha parladığı, tolunay olduğu bir gece seni görmeye gelirim,” dedim. Dingin, uzak, kısık, yakınlık sıcağında dolgun, pes, ağır sesiyle “gelmezsin,” dedi. Bağırmak istedim, gülmek istedim, saçmaladığını, çıldırdığını, dünyada ondan başka dostum olmadığını bildiğini, böyle bir şeyi ağzından çıkarmakla, düşünmekle, beni, kendini, dostluğu yadsıdığını söylemek istedim, ağzım doldu, çenelerim kasıldı, boğuldum… başımı kaldıramadım bile. Gülemedim. Ölüm içinde, “gelirim,” dedim. “Gelmezsin,” dedi, “unutursun beni. Çocukluk arkadaşı bile değiliz. Yan yana büyüdük ama ikimiz de yalnız, ikimize ayrı. Birlikte oynadık. Birbirimizin içini de biliyoruz… dışını da belki. İki yıldır her gece bir aradayız… Balığa da çıktık… Gene de…”[1]
Öyküde iki erkeğin arzu süreçlerine dair yaşadığı sancıyı -ayrılığı ve kavuşamayacak olmanın toplumsal korkusunu- hissederiz. Bu sancı bir çabanın da temsilidir. Çaba, bir arzu varlığı olmaya çalışan iki erkeğin, arzularının peşinden gitme isteğinin fiile dönüşememesini imlemektedir. Diğer bir deyişle buradaki çaba, Spinozacı conatus’un ya da bedenlerde yaşayan enerjinin harekete geçemeyen halini anlatmaktadır.
Bjorn Rasmussen’in 2011 yılında yayımlanan Ten, Organları Sarıp Sarmalayan Kılıftır adlı romanındaysa; yerleşik ahlâk kalıplarını sarsan, son derece sert bir dille yazılmış, çocukluk ve ergenliği, aileyi, cinselliği, toplumsal olanla bireysel olanın çatışmasında “ten”i önemli bir çeper olarak gören, mütemadiyen yıkımlarla ilerleyen bir anlatıyla karşımıza çıkar. Arzu, denetlenemeyen ve bireyin kederi ortadan kaldırmak için harcadığı çabanın yansıttığı bir mefhum gibi görünür.
Bunu biliyorum, kısrağı tımar etmiştim, soğuk bir mutfakta annem ve kardeşlerimle yemek yemiştim annemin çenesi: kıtır kıtır.
Ne yediniz? Sucuk ve beyaz lahana.
Kardeşlerin nasıl görünüyorlardı? Sarı saçlı, üstleri başları kir içinde.
Annenle ilişkin nasıldı o zaman?
Ben onun oğluydum.
Ve onunla aynı yatakta yatıyordun, öyle mi?
Annen sana hiç dokundu mu yatakta? Evet, tabii…”[2]
Ensestten, queer bedenleşmeden, özgür cinsellikten dem vuran bu edebî yaklaşımdaki ana kahraman her açıdan parçalanmış, kapitalist toplumun ürettiği rızaya şiddetle karşı çıkan bir arzuyu -çabayı- temsil etmektedir.
Ahmet Tulgar’ın Metinlerinde “Arzu” Nosyonunun Görünümleri
Oscar Wilde’ın “Adını Anamayan Aşk” savunması ya da Virginia Woolf’un Orlando’su heteroseksist ikilikten kendi bedenleşmelerini geri alma mücadelesi yürüten kahramanları, geçmişin ve bugünün inşasına katıldıkları bir “arzu” nosyonunu tartışmaya açma becerisini gösterir. Bu becerinin Türkçe metinlerde karşımıza çıktığı önemli örneklerden birinde, Ahmet Tulgar’ın son kitabı Arzunun Serbest Dolaşımı’nda, tartışmaya arzunun; sıvılar, ifrazatlar ya da salgılar biçiminde ifade edilebilecek yansımalarıyla katıldığını görüyoruz.
Arzunun tıkayan ve boğan yanlarını ya da gevşeten, dinginleştiren, neşelendiren görünümlerini de farklı sınıflardan insanların ama özellikle farklı erkeklik halleriyle karşıladığı Arzunun Serbest Dolaşımı bana kalırsa erkeklik çalışmaları açısından da epey zengin bir metin.
Ahmet Tulgar’ın diğer metinlerinde de; Volkan’ın Romanı’nda, Trajik Nüans’ta veya Birbirimize’de ifrazatların işlenişi, teni, cinsel organları ve bütün bir yaşamın erotizmini anlatırken kullandığı yaklaşımı kendisinin sözleriyle ifade edersem, yarattığı kahramanlara şefkatle yaklaşan bir yazarın düşünüş biçimiyle ilişkilendirebiliriz. Piyasalaşmış ve mütemadiyen denetlenen arzunun tek tek bireylerde oluşturduğu rezonansı emebilen bir edebî yaklaşım Tulgar’ınki… Bir hassasiyet hali… Bir eşitlik çağrısı aynı zamanda… Bedenlerin, ruhların ve düşünüş biçimlerinin kapitalist arzudan, bastırılmadan geri alınışı, özgürlüğün teslim edilişi…
Vücut salgıları ve tenin sınırları daha çok neşe ve erotik duygulanımlar olarak beliriyor Arzunun Serbest Dolaşımı’nda… “Deprem” adlı öyküde torununu bekleyen dede Hüseyin’in evde çalışan kadınları izlerken düşündüklerine müracaat edeyim.
“Bütün gece çalıştınız galiba kızlar,” dedi aşağıda ayaklarının dibinde iki büklüm yerleri silen yengesine dönerek. Kardeşlerinin, genç karılarını onun karısına göndermiş olması da bir şeylerin değiştiğine işaretti ve bunu da bu sabahki sevincine ekledi. Tezgâhın duvara bitiştiği köşeye bir iskemle çekip oturdu. Karısı önüne çayını koydu. Peynir ve reçeli dolaptan çıkarırken “Yedikten sonra giyin çık, gecikme,” dedi buyururcasına. “Bu defa kal desen de kalmam, sabahı zor ettim,” diye cevapladı Hüseyin karısını.
Çayın yanında bir keyif sigarası yaktı ama yine de. İskemlesini yan çevirdi ve yerde, eteklerini bacak aralarına sıkıştırmış emekleyen genç kadınlara baktı. Gençliklerini, güzelliklerini seyrederken kendinden ürküp kasıklarını dinledi ve bir kıpırtı saptamayınca orada, gurur duydu. Tenlerini parlatan teri neşeyle karıştırdı onları izlerken. Neşeye yordu. Neşenin sıvı hali olarak seyretti damlacıkları.[3]
Benzeri bir “ter ve ıslanma” hikâyesinin geçtiği “Golf” isimli öyküdeyse, kırklı yaşlarının sonunda yeni boşanmış bir kadını, Suzan’ı, esnaf lokantasında gördüğü adamı izlerken ve altı gün boyunca aynı yere giderek adamla iletişim kurmayı umarken düşündükleriyle yakalarız.
“Bahçıvan” ya da düpedüz “işçi tulumu” denilen, şu salopet jean pantolonlardan giymiş, içinde yakası terden ıslanmış bir tişört var. Garsonlarla tanış, arada sırada laf atıyor, laflıyorlar, el kol hareketleri genişliyor bu sırada, kapanıyor, kıpır kıpır oturduğu yerde, kıçının üstünde, salopet daha çok yakışıyor sanki oturduğu iskemlede hareket ettikçe, geniş jestler yaptıkça, ağır denim kumaş bedeni üzerinde adeta işlemeye başlayınca, ve işte tam o anda, Suzan, salopetin mekaniğine kapılıyor. Yemeğini bitirip muhtemeldir ki üzerine bir de çay içip ayağa kalkacak, o sırada salopetin askılarına omuzlarının kaldırma gücü etkiyecek, pantolonu biraz yukarı çekecek askılar ve sert, kalın kumaş alttan erkekliğini kapsayacak. “Evet, ayağa kalkmasını, yürüyüp gitmesini bekleyeceğim.”
Islandığını fark ettiğinde kendine kızdı bir an. Kocasının kendisini terk ettiği ilk yılı depresyonla geçirmiş, bir yıldır da denk gelmemiş, seks yapmamıştı.[4]
Aynı öyküde adamı aynı mekânda bekleyen Suzan, bu kez kendi terlemesinin ötekinin arzusunu uyandırabilmesi fantezisiyle karşımıza çıkar.
4. gün:
Hava daha da sıcak olacaktı. Sabahtan belliydi bu. Dün bile fazla gelmiş olmasına rağmen bugün de tayyör giydi Suzan. Kavuniçi ve beyaz. Vücudunun terden yavaş yavaş nemlenmesini, sonra ıslanmasını göstermek istiyordu Hasan’a. Daha giyinirken, bu tayyörle terleyebileceğini düşündüğünde, bunun Hasan’ı tahrik edebileceğine kanaat getirmişti. Bütün gün kol gücüyle çalışan adamların tere bir saygısı, ilgisi olması gerektiğini düşündü. Hasan’ın işi böyle bir işti. Aynı oranda bir teknik bilgi de gerektirse de, kol gücünün yanı sıra. Zaten her halükârda bir vücudun yavaş yavaş nemlenmesi, ıslanması birçok ima barındırırdı Suzan’a göre ve her halükârda vücudunun bu tepkisini Hasan’ın görmesini istiyordu.[5]
Vücut ifrazatlarının duygulanımları temsil edişi; tenin ve cinsiyetin akışkan, geçirgen oluşu, edebiyat metinlerinde küçük İskender’den Bilge Karasu’ya kadar karşılaştığımız ve ikili cinsiyet sistemini cisimleştiren libidinal ekonominin sınırlarını zorlayan, sanat aracılığıyla heteronormatif düzene eleştirel yaklaşımın görünümleri olarak pek çok edebî türde belirdiler.
Bu bağlamda Ahmet Tulgar’ın edebiyata özel katkılarından biri de ikili cinsiyet sistemi eleştirisini, salt cinsiyet ve cinsel yönelim üzerinden ele almayan, farklı sınıfsal ve ideolojik görünümleri pek çok veçhesiyle yansıtabilmesindedir. Çünkü queer-feminist eleştiri, eşitlikçi bir toplum arzusunu örgütlerken, çalışma ve yaşam hakkı, sağlık ve eğitim hakkı gibi temel meseleleri de kolektif bir arzu olarak dizayn etmeye çaba gösterir. Evlilik ve aile, çocukluk ve gençlik ve belki özel olarak yaşlılık tüm bu bağlamların içinden geçerek okura sunulur.
“Tülin Memduh Kemal” adlı öyküdeyse, evlilik hazırlığı yapan iki kişi (Tülin ve Kemal) ve Tülin’in dostu Memduh’un Kemal’e duyduğu yakınlık anlatılırken erotik nesne-arzu nesnesi “ıslaklık” şöyle belirir.
Memduh’un onu sahnede dans ederken çizdiği onlarca resme tek tek şöyle bir bakıp kenara koyarken bir resimde durakladı. İri kıyım, yapılı gövdeli, dalgalı saçlı bir adam bir kurnanın başında bir basamağa oturmuştu. Adamı profilinden görüyorduk. Sağ uyluğunda henüz tamamlanmamış bir su ışıltısı, ışıltı, parlak, ıslak bir gölge vardı.[6]
Arzunun Serbest Dolaşımı bu yazının özel bağlamı dışında önemli tartışmalar da barındırdığı için bazı başka belirlemeler yapmak isterim. Kitabın ilk öyküsü, “Çiğdem ve İşçi Sınıfı”, alt-orta sınıf çelişkisini ahlâk tartışmalarıyla sarsan son derece önemli bir öykü… Son yıllarda okuduğum açık ara en iyi öykü… Çiğdem siyasi bir örgütte çalışmış, sevgilisiyle öpüşüp koklaştığı için örgütten atılmış, daha sonraki yıllarda inşaatların gece vardiya değişimlerinde sokakta işçileri bekleyen ve onlarla birlikte olan bir kadındır. Örgütten beraber atıldığı sevgilisi Erkan’la evlenmiş, onun yıllar içinde devletle kurduğu ihaleler ve benzeri ilişkilerin içinde nasıl kirlendiğine tanık olmuştur. Marksizm’in, örgütlenmenin nitelikli bir eleştirisidir “Çiğdem ve İşçi Sınıfı”. Dediğim gibi bu yazının tartıştığı bağlam dışında kaldığı için uzun uzadıya yazmıyorum ama okurun da dikkatinden kaçmasına gönlüm el vermedi.
Kitapta erkeklik ve kadınlık rolleri, güzellik bağlamında neredeyse tüm öykülere sinmiş bir karşılaştırmalı estetik bilinci kurabiliyor. Benzeri bir yaklaşımı Bilge Karasu, kadın ve erkek yalnızlığı üzerinden inşa etmişti, ince ince ve hassasiyetle…
Ahmet Tulgar, Judith Butler’ın deyişiyle “queer’i normalleştirmek, nihayetinde onun hazin sonu olacaktır” uyarısına, ürettiği metinlerle karşı duruyor. Onun için queer düşünce ve eylem hayatın hakikati, edebiyatının eşitlikçi düzleminin kurulduğu anlamlar çoğulluğudur ve daha önemlisi Marksist bir düşünüş biçimidir.
[1] Bilge Karasu, Troya’da Ölüm Vardı, Metis Yayınları, 2019, 9. baskı.
[2] Bjorn Rasmussen, Ten, Organları Sarıp Sarmalayan Elastik Kılıftır, Alakarya Yayınları, 2017, s. 60.
[3] Ahmet Tulgar, Arzunun Serbest Dolaşımı, İletişim Yayınları, 2021, s. 121-122.
[4] A.g.e., s. 29.
[5] A.g.e., s. 34-35.
[6] A.g.e., s. 65.