Türkiye, bir modern hurafeler cumhuriyeti. Çünkü hemen her inanç grubu, her ideolojik birliktelik, her cemaat son tahlilde kendi gibi olanı önceliyor, seviyor, kutsuyor ve bayraklaştırıyor.
Malum Türkçede bir kelime var, ‘yadırgamak’ diye. TDK’ya göre anlamı şöyle: “Kendine yabancı gelen bir kimseye, duruma ve şeye alışamamak, ısınamamak.” İtalyan tarihçi Carlo Ginzburg da mesafe üzerine dokuz düşüncesini “yadırgatma” fiiliyle işletir. Yazar, anlatısına başlamazdan evvel Roma İmparatoru Marcus Aurelius tümcelerini alıntılar: “İmgelemin izini ortadan kaldır. İçgüdülerinin seni bir kukla gibi çekip çevirmesine izin verme. Dikkatini şimdiki zamana çevir. Senin ya da başkalarının başına gelenlerin bilincine varmayı bil. Her nesneyi nedensel ve maddi yönlerine ayır ve incele. Son saati düşün.”[1]
Şimdi bu yoldan bence Türk edebiyatında dokunduğu her şeyi altın yapan adam Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘gerçek’liğine varmak istiyorum. Her 23 Haziran’da (yazarın doğum günü) ve her 24 Ocak’ta (yazarın ölüm günü) Tanpınar güzellemeleri yapılır. Onun bilhassa geçmiş anlatısındaki kimi sahneleri, eski fotoğraflar eşliğinde sosyal medya malzemesine dönüşür. Tam da bu sebepten Türkiye’nin yanlış itikatlar denizinde yüzdüğünü söyleme ihtiyacı hissettim, yazının ilk cümlesinde.
Bursa’da Zaman, Paris’te Devrim!
Besim F. Dellaloğlu, Tanpınar’ın yapıtlarında ne söylediğini, aslında nasıl bir adam olduğunu, gerçekte neye inandığını anlattığı Tanpınar Fetişizmi kitabında, ıskalanmaması gereken bir tespit yapar: “Yahya Kemal son Osmanlı ise eğer, Tanpınar ilk moderndir.”[2] İşte, Türk soluna da Türk sağına da ters gelen, kafalardaki basmakalıp retoriklere hapsolmuş yadırgama hali burada başlıyor, öyleyse başlayalım:
İsa İlkay Karabaşoğlu, “Bursa’da Zaman, Paris’te Devrim: Tanpınar’ın ‘Gelecek’ Şiiri Üzerine”[3] adlı makalesinde, şairin şimdilik son şiiri olduğu serdedilen “Gelecek” üzerine projeksiyon tutar. Hemen kısaca hatırlatalım: Mezkûr şiir, Tanpınar’ın Türkiye’yi 27 Mayıs’a götüren süreçte, Kemalist subaylardan yana tavır koyduğu ve askerî müdahaleden bir ay önce 28 Nisan 1960 günü, Beyazıt Meydanı’nda, Başvekil Menderes nezdinde, Demokrat Parti hükümetini protesto ederken hayatını kaybeden bir talebe için kaleme aldığı bir note personnelle aslında.
İnci Enginün ve Zeynep Kerman’ın yayına hazırladığı Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa[4] adlı eserde yer alan şiir şöyle:
Gelecek
Geleceğin kapısında
Şimdi yalnız sen varsın
Altında çelengi
Doğmasını hazırladığın güneşin
Ve kucağında
Dipçik ve çizme altında inleyerek
Ve arkanda kalabalığı öven gençler…
Seninle bu dar, dikenli yolda
Süngü safları arasında
Ateş, kan ve hakaret içinde yürüyenlerin
Geleceğin kapısında vücudun onlar gibi
Yara bere, ellerin tırnakların kan
Zorluyorsun bu tunç kanatları, zorluyorsun yirmi dört milyonun gecesini
Zorluyorsun yolunu kapatan
Cesedini çürümüş şevkin
Çoktan insan emeği görmemiş bir tarlada
Yeniden çalışan bir sapan demiri gibi
Ölmemiş bir damar arıyorsun
Usta ellerinle
24 milyonun kalbinde
Ne kadar uzak yollardan gelecek buraya
Sen ki
Şimdi geleceğin kapısında
Yalnız sen varsın
İman alevinin yandığı bir kandil olmuş
Küçücük vücudunla
Ve yetmiş altı yaşınla
Anladın artık,
Büyün ümitsizliklerin ötesinde
Kanın ve ateşin kurtuluşu var
Anladım artık
Tek duvarını
Ancak isyanın güneşi yıkar.
Şiir Turan Emeksiz’e mi, Nedim Özpolat’a mı?
Konuyu hızlıca perde perde açacağım fakat şu detayı paylaşmam lazım. 27 Mayıs Askerî Müdahalesi gerçekleştiğinde Tanpınar, İspanya’dan Paris’e yeni dönmüştür. Günlüğüne hemen şu cümleleri iliştirir: “(28 Mayıs 1960) Sabahleyin iner inmez otelci Türkiye’deki askerî hareketten bahsetti. Vatana ak yüzle dönebileceğiz. Kurtulduk.”[5] O sırada Paris’te bulunan Güzin Dino, Tanpınar’la aralarında geçen diyalogdan şöyle bahsedecektir: “Şiir yazmış, Beyazıt’ta öldürülen bir çocuk vardı. Siz bilmezsiniz, burada fotoğrafı çıktı France soir’da. Öldürülmüş belki istenmeyerek, ona şiir yazmış.”[6]
Şimdi bir kere Tanpınar’ın şiiri kime ithaf ettiği meselesi flu, kendisi direkt bir isim zikretmiyor. Bugün Divanyolu’nda yerini tarihçi Necdet H. İşli’nin tarifiyle tespit ettiğim ve İstanbul’daki belki de tek 27 Mayıs hatırası (ilginçtir Yahya Kemal Enstitüsü duvarında bulunan) tabelada şu yazıyor: “İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinden Nedim Özpolat, 30 Nisan 1960 günü yapılan hürriyet mücadelesinde burada şehit düşmüştür.” Hal böyleyken “Gelecek”in sahibi kim sorusu başka bir tartışmaya kapı açadursun, ben elimdeki maymuncukla Tanpınar’ın dünyasına dönüyorum yeniden.
İmtidad versus İhtilal!
Karabaşoğlu, ismini andığım makalesinde, sanki hep ile hiçin trapezinde bir Tanpınar değerlendirmesi yapar. Yazının kimyasına göre, nasıl olur da “Bursa’da Zaman” gibi bir şiir nakşeden Tanpınar, “darbe”yi över; hatta meşrulaştırır:
Tanpınar’ın bütün düşünsel, estetik, poetik birikiminin hilafına yazdığı bir şiir vardır ki büyük romancının tüm bu sistemini bulandırır. 27 Mayıs darbesi sırasında bulunduğu Paris’te yazdığı bu şiir, ‘Gelecek’ başlığını taşır. Tanpınar’ın günlüklerinde bulunan şiir, bütün şiirlerine daha sonra dahil edilmiştir –ki bu konunun kendisi de ilginç ve tartışmaya değerdir. 1960 askeri müdahalesi taraftarı şiir, o zaman 76 yaşındaki İsmet İnönü’yü övmektedir ve onu geleceğin kurtarıcısı olarak çizmektedir. Tanpınar’ın yazdığı bu son şiir onun ömrü boyunca kurduğu poetikaya taban tabana zıttır. Saf şiirin yerini siyaset ve gündelik kaygılar, Bursa’nın yerini Paris, geçmişin yerini gelecek, imtidadın yerini ihtilal, rüyanın yerini yaşam almıştır. 1960 sonrası devrim versus karşı-devrim çizgisine oturan Türk şiirinin pişdarı gibidir.[7]
Yazar, burada oldukça iddialı bir biçimde “Gelecek” şiirinin, Tanpınar’ın ömrü boyunca kurduğu poetikaya zıt olduğu savını ileri sürüyor. Böylesi bir saptama, en hafif deyimle Ahmet Hamdi Bey’in yazdıklarını anlamamak, Tanpınar’ı sadece geçmiş diskuru içine hapsetmektir. Hani İsmet Özel, Murat Bardakçı’yla ayaküstü katıldığı Habertürk’teki canlı yayında, “Bir insanın şiiri, düşüncesinden daha yukarıda olmaz, düşüncesi de şiirinden daha aşağıda olmaz,” diyor ya, işte bu yüzden Türkiye halen bir insanı ya da olayı değerlendirirken kişinin kendi aidiyetleriyle sandıklamaya dahil ettiği için hurafelerin çemberi altında nefes alıp veren bir ülke. E, Tanpınar da boşuna “Türkiye, beni yedin!”[8] demiyor, değil mi?
Asker, Tarihe Müdahale Ediyor…
Bir başka misal vereyim: Alaattin Karaca, Karar’daki köşesinde “Tanpınar ve 1960 Darbesi” başlığı taşıyan yazısında, tıpkı Karabaşoğlu gibi Beş Şehir’i, Huzur’u, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü kaleme almış Tanpınar’ın askerle omuz omuza olmasını, İnönüseverliğini “yadırgar” ve şöyle der: “… ama onun gibi maziye hürmetle yaklaşan, geleneği iyi bilen ve maziden kopmadan ilerleme fikrini savunan bir aydının, mazi/gelenek karşıtı; hatta maziye ait ne varsa ret ve yıkma politikasını benimseyen bir zihniyeti destekleyen yazılar yazması şaşırtıcı!”[9]
Bence asıl şaşırtıcı olan Tanpınar’ın eserlerinde ne anlattığını halen anlamamış olmasıdır. Birazdan söz konusu eserlerden birkaç iktibasta bulunacağım; fakat Tanpınar, kendisi 27 Mayıs’ı nasıl övüyor ona bakalım: Ahmet Hamdi, askerî müdahaleden hemen sonra Cumhuriyet’te (Huzur da bu gazetede tefrika edilmişti ilkin, değil mi?) “Suçüstü” adıyla bir yazı yazar. Bu arada Tanpınar’ın 1960 İhtilali lehine, bilhassa Menderes aleyhine başka neşirleri de mevcut; fakat söz uzar diye hepsini burada kullanmıyorum. Meramı anlatması bakımından şu kısa değerlendirmeyi kaydetmekle iktifa ediyorum:
Hakikatte bu idare, bir devlet idaresi olmaktan çoktan çıkmıştı. O Ojiyas’ın ahırları idi. Ordumuz uyanıklığı ve iyi niyetiyle bu şenaatten, bu taaffünden milletimizi kurtardı. Vatanda esen sevinç havası beyhude değildir. Bu bayram, en güzel bayramlarımızdan biridir. Tarihimizde döviz devri diye anılacak şenî bir devir açan bu idareyi Atatürk’le başlayan Cumhuriyet tarihimiz kolay kolay içine alamayacaktır. Burada bütün kronolojiler iflas eder.[10]
İsmet Paşa Karizması!
Evet Huzur müellifine göre askerler tarih akarken araya girmiş ve kronolojiyi yeniden rayına koymuştur. Biraz da Tanpınar’ın İsmet Paşa’ya olan hürmeti ile ilgili konuşalım: Bir kere İnönü alelâde politik bir figür değil. Onun alaya alınan “sağır”lığının başlangıcı, Osmanlı subayı olarak 1910’da Yemen’deki isyan zamanlarına gider. “Müstebit Sultan Hamid”i devirmek için Rumeli’nden İstanbul’a yollanan Hareket Ordusu’nun bu klas İttihatçısı, askerî kariyerini Millî Mücadele zamanlarında taçlandırır. Türk’ün Ateşle İmtihanı demlerinde Garp Cephesi komutanı olmuş, İstiklâl Harbi’nin yüzük taşı Mudanya Mütarekesi’ni imzalamış, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi addedilen Lozan Anlaşması’na başkanlık etmiş bir asker. Genç Cumhuriyet’in muasır medeniyetler seviyesine yükselmesi adına istikamet çizmiş, öyle ya da böyle çağdaş Türk devletini yaratmış (yeni rejimin ilk başbakanı olmuş) kadroya mensup bir adam İsmet Paşa.
Cumhuriyet’in kurucu babaları tenkit edilemez mi? Pekâlâ her tarihî şahsiyet kritik edilir, fakat imparatorluğun avuçlarında ufalandıklarını gören bu adamların attıkları adımların arkasında hangi psikolojik ve tarihsel etmenler söz konusu, ona da bakmak gerekir. Çünkü ancak o zaman bazı yanlışlar izale edilir, puzzle daha da netleşir.
Evet Tanpınar, İnönü’ye olan hayranlığını gizlemez, günlüğünde de belirttiği gibi onu sever, hatta çok sever ve beğenir. 1961 yılında şunları kaydeder: “Niçin İsmet Paşa’yı seviyorum? İsmet Paşa’yı kendisi için, inandığını yaşadığı için ve fikirlerine sadık olduğu için seviyorum. Hizmetleri; istikrar, parada istikrar, İkinci Harb’e girmemek, namusluluk ve ayrıca da münevverdi. Seviye adamıydı! Hâlâ da ümidim ondadır.”[11] İsmet Paşa’yı Orhan Gazi gibi gören Tanpınar, şöyle bir not düşer: “Ben Orhan Gazi’nin mübarek eliyle kurduğu bu terkibin devam etmesini, yıkılmamasını istiyorum. Tarihî Türkiye’nin peşindeyim.”[12]
Bir küçük nüansa dikkat çekeyim: Tanpınar’ın etrafında örülen “sağcı” batıllığının şalı, “Kırtıpil Hamdi”nin maalesef hâlâ boynunda duruyor.[13] Hal böyle olunca, onun İnönü beğenisi başka bir dilemmayı getiriyor yazının üstüne. Bir kere Cumhuriyet elitleri, pekâlâ devrimler nedeniyle gelenekle aralarına mesafe koymuş olsalar da ananeden beri, örf bilmez insanlar değillerdi. İmparatorluğun son, Cumhuriyet’in ilk devirlerini idrak etmiş Batılı kanat, Jön Türklerle kristalize olmuş aydınlanmanın seslerini derlemiş kimselerdi. Hendesenin ebcedi yeneceğine, çıkış yolunun Fikret gibi söylersek, “aklı hür, vicdanı hür, irfanı hür” bir “doğru”ltuyla mümkün olabileceğine inanıyorlardı. Buradan yürürsek Tanpınar da aynı, benzer, mümasil kafaya sahip bir münevverdi.
Millî Şef, Maziyi Sırtlıyor
Tekrar edelim: İsmet İnönü, devlet adamı, siyasî lider olarak elbette eleştirilir. Fakat Tanpınar gibi aydınların neden “İnönüsever” olduklarını anlamak isteyenlere, Mehmet Ali Birand’ın Youtube’daki 32. Gün kanalında yer alan ve 7 saat 28 dakika süren 12 Mart belgeselini tavsiye ederim. Bu dokümanterde, İsmet Paşa’nın neden bir seviye olduğu açık bir şekilde görülüyor, dedikten sonra İnönü’nün eski eserlerle ilgili kıyıda kalmış tamimine yer verelim.
Şehir tarihçilerinin yakından tanıdığı İbrahim Hilmi Tanışık’ın İstanbul Çeşmeleri adlı harikulade bir çalışması vardır. Bu eserin girişinde, İsmet İnönü’nün Başvekil olarak kaleme aldığı genelgeler mevcut. Yine Türk sağının hurafeleri arasına, CeHaPe zihniyetinin eskiye dair ne varsa hemen her şeyi yok ettiği, camileri ahır yaptığı akidesi yerleşmiştir. Halbuki böylesi bir vizörden Cumhuriyet’e bakmak nâkıs bir değerlendirme, kusurlu bir belagat, yanlı/ş bir tarih okumasıdır.
Mezkûr eserde, “Kemalizm’in restoratörü” İsmet Paşa’nın 10 Ağustos 1936 tarihli emrinde yer alan ifadeler şöyle: “Her hangi daireye ait olursa olsun Türk sanat ve medeniyetinin kıymetli belgeleri olmak itibariyle memleketin malı ve muhafazaları herkesçe millî bir vazife telakki edilmesi lazım olan bu eserler karşı gösterilecek olan ihmal ve lakaydiyi hiçbir sebep mazur gösteremez.”[14] Millî Şef, yine 31 Ocak 1938 tarihli bir başka yazıda şöyle konuşuyor: “Millî varlığımızı ve medeniyetimizi bugün ve gelecek asırlarda dünyaya tanıtan ve tanıtacak olan kıymetli âbidelerin manalı manasız bahanelerle yıktırılması değil, bilakis beşerin ve tabiatın tahribatına karşı titiz bir itina ile korunulması mültezimdir; yalnız kanunî bir vazife değil, millî bir borçtur.”[15]
“Sükût Suikastı”ndan Kanona…
Yazının içine bir baloncuk olarak, Turgay Anar’ın “Türk edebiyatında da örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yaşarken ‘sükût suikastine’ uğradığından bahsetmesi, o devrin aydınları tarafından ciddiye alınmaması dikkat çekicidir. Günümüzde ise eserleri ve fikirleriyle bir ‘basübadelmevt’i yaşayan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu türden bir yeniden dirilişine ne/ler sebep olmuştur?”[16] sorusunu monte edelim. Besim F. Dellaloğlu’nun bu yazıda adını andığım kitabında bir bölüm var, başlık şöyle: “Kimlikten Kişiliğe: Dergâh mı, YKY mi?”
Ünlü sosyolog, bu chapterda “muhafazakâr” olanla “modern” görünen yayınevlerinin Tanpınar kitaplarını neşretmesiyle yazarın farklı mahallelerde yeniden dolaşıma girdiğini söylüyor. Huzur müellifi, her ne kadar hem siyasi hem edebî dünyanın sularında -kanonda- boğulmayı, görmezden gelinmeyi, huzursuzluğunu günlüklerine ısrarla ve inatla kaydetmiş olsa da Yapı Kredi Yayınları-Dergâh eliyle bir Tanpınar Rönesans’ının yaratıldığı gerçek.[17] Belki de bu sayede bir yazarın kitabının hangi yayınevinden çıktığını baz alan ve bu “etiket”i önceleyen okurlara Kırtıpil Hamdi, bir “sağ”dan bir “sol”dan konuşma imkânı bulmuştur, diyebiliriz. Olamaz mı, olabilir.
Tanpınar Klişeleri…
Evet, tarih önyargıyla önkabulün arasındaki hikâyedir. Ve galiba biraz da jeolojiye benziyor geçmişi anlamak. Hadiseleri sıhhatli analiz etmek için uzun bakmak ve acele etmemek gerekiyor. Şimdi zihnî gelgitler barındırıyor izlenimi veren bu bölümü Burak Onaran toparlasın:
Tanpınar’ın 27 Mayıs taraftarlığı ve keskin Demokrat Parti karşıtlığına gelince… Tanpınar’ın mazi anlatılarına veya din vurgusuna bakıp… Mesela Bursa’da Zaman’daki, cami, türbe ve Kur’an sesi göndermelerini esas alıp, onun siyasette Demokrat Parti’den yana tavır alması gerektiğini düşünmek de yine klişelere teslim olmaktır kanımca. Oysa, epeyce siyasî tahlil de içeren 19. Asır Türk Edebiyatı’na bakılsa, Midhat Paşa’ya karşı Abdülhamid’e destek verenler hakkındaki tutumuna, Cevdet Paşa ve Ahmed Midhat Efendi hakkında yazdığı küçümseyici satırlar göz önünde tutulsa, 27 Mayıs’taki tavrının pek şaşırtıcı olmadığı; hatta uzun dönemli Türk modernleşmesi tahliliyle uyumlu olduğunu söylemek gayet mümkündür.[18]
Hayat; tıpkı tarih gibi çoğu zaman tesadüf ve paradoks. Mehmet Samsakçı’nın da altını çizdiği gibi, insanın kendisine rastlaması, bir anlamda bir yerlerde gizli olan, en doğru ve anlamlı noktada ortaya çıkmayı bekleyen bir “ikinci ben”in ya da “asıl şahsiyet”in tezahür edişi oldukça mühim.[19] Bu sebepten insan denen meçhulü anlamak çok güç. Hayat, tarih ve insan hakkında kesin hükümler vermek ise çok iddialı. İhtiyatlı olmak lazım; çünkü her zaman boşa düşme, ıskartaya çıkma ihtimali var.[20]
“Ne İçindeyim Zamanın/Ne de Büsbütün Dışında…”
Özetle Tanpınar, yaşarken anlaşılmadığından (bugün de süregelen bir palimpsest) mustarip bir biçimde yazı boyunca atıf yaptığım günlüğünde şöyle konuşur:
Sağcılara göre ben angajmanlarım -Huzur ve Beş Şehir- hilafında sola kayıyorum, solu tutuyorum. Solculara göre ezandan, Türk musikisinden, kendi tarihimizden bahsettiğim için ırkçıların değilse bile, sağcıların tarafındayım. Halbuki ben sadece eserimi, şahsen yapabileceğim şeyi yapmak istiyorum. Ben maruz ve şahidim. İnkılapların taraftarıyım ve dil meselesindeki ifratlar hariç, geriye dönmek, bir adım bile istemem. Feda edemeyeceğim birtakım şeyler var: Sağlara karşı hiç olmazsa inkılapların bugünkü statüsü. Sollara karşı Türk milletinin istiklâli ve tarihî hakkı.[21]
Aslında Tanpınar oldukça tutarlı bir yazar, ona başka kıyafetler giydiren ve ceket boyu tutmadığında kızan, evet onu yadırgayan (yargılayan?) biziz. O, zamanı yekpâre bir ânın parçalanmaz akışında seyretmiş, maziyi, hali ve istikbali bütün olarak görmüş, “Ne içindeyim zamanın/Ne de büsbütün dışında…”[22] dizeleri, Aşiyan’daki kabrinde, mezartaşına kazınmış bir sanatçı. Başlığa uzanırsak; Tanpınar ne zaman gelecek? Cevap: Onu salt eski zaman ülkesinin masallarını anlatan bir geçmişsever olmadığını anladığımızda. Hasan Turgut’un da dediği gibi “Gelecek” şiirinin Tanpınar’ı, bütün ezberimizi bozuyor ve bizatihi kendi poetikasında bir nifak haline geliyor.[23]
“Hepimiz Bir Şuur ve Benlik Buhranının Çocuklarıyız”
Şimdi Beş Şehir’in İstanbul bölümünün sonunda Tanpınar’ın kendisini dinleyelim, bakın şahsî manifestosu hakkında nasıl konuşuyor:
Ne kadar hatıra ve insan… Niçin Boğaz’dan ve İstanbul’dan bahsederken bütün bu dirilmesi imkânsız şeylerden bahsediyorum. Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor? İyi biliyorum ki aradığım şey bu insanların kendileri değildir ne de yaşadıkları devre hasret çekiyorum… Kanunî’nin, Sokullu’nun İstanbul’unda bile on dakikadan fazla yaşayamam… Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmeden kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda yaşıyoruz. Merkez Efendi hayatta iken olsa olsa onun bir dervişi olabilirdim. Yahut da yolum onlardan ayrılır mücadele eder veya sadece lakayt kalırdım. Şimdi ise onu ve emsalini başka bir gözle görüyorum. Hepsi idealin serhaddinde susmuş bu insanların hikmetinde kaybolmuş bir dünya arıyorum. İstediğime onlarla erişemeyince şiire, yazıya dönüyorum… En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız, hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız, hepimiz Hamlet’ten daha keskin bir ‘olmak veya olmamak’ davası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kâfidir. Çünkü bu daüssılanın kendisi başlı başına bir âlemdir. Onunla geçmiş hayatın en iyi izahını yapabiliriz; bu sessiz ney nağmesinde ölülerimiz en fazla bağlı olduğumuz yüzleriyle canlanırlar ve biraz da böyle olduğu için onun ışığında daha içli, daha kendimiz olan bir bugünü yaşamamız kabildir. Tabiat bir çerçeve, bir sahnedir. Bu hasret onu kendi aktörlerimizle ve havamızla doldurmamızı mümkün kılar… En iyisi, bırakalım hatıralar içimizdeki konuşacakları saati kendiliklerinden seçsinler. Ancak bu cins uyanış anlarında geçmiş zamanın sesi bir keşif, bir ders hulasa günümüze eklenen bir şey olur. Bizim yapacağımız yeni, müstahsil ve canlı bugünün rüzgârına kendimizi teslim etmektir. O bizi güzelle iyinin, şuurla hülyanın el ele vereceği çalışkan ve mesut bir dünyaya götürecektir.[24]
Bitirirken; Tanpınar’ı hâlâ anlamayanlara Jorge Luis Borges’in “döngüsel yıkıntılar”daki son sözüyle veda ediyorum: “Alevler etini dağlamadı, ısı ve ateş saçmaksızın okşarcasına sarmaladı onu. Büyük bir dinginlikle, eziklikle, dehşetle kendisinin de bir hayal, bir başkasının düşü olduğunu anladı.”[25]
[1] Carlo Ginzburg, “Yadırgatma/Edebî Bir Tekniğin Tarihöncesi”, Tahta Gözler/Mesafe Üzerine Dokuz Düşünce, çev. Aysun Şişik, Metis Yayınları, İstanbul, 2009, s. 20.
[2] Besim F. Dellaloğlu, “Ustadan Çırağa”, Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi, Timaş, İstanbul 2021, s. 73.
[3] İsa İlkay Karabaşoğlu, Bursa’da Zaman, Paris’te Devrim: Tanpınar’ın “Gelecek” Şiiri Üzerine, 60 Yıl Sonra Bursa’da Tanpınar Zamanı, Ed. Dr. Yahya Aydın, Yıldırım Belediyesi Kültür Yayınları, Bursa, 2022, s. 331-352. Yazarın son cümleleri şöyle: “Gelecek şiirine bakıştan yeni bir Tanpınar tartışmasının örgütlenmemesi için bir neden görmüyorum. Gelecek kelimesinden niçin yeni bir Tanpınar doğmasın?”
[4] Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, “Paris’te 27 Mayıs”, Haz. İnci Enginün ve Zeynep Kerman, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2018, s. 184-185.
[5] Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, s. 184.
[6] Bahriye Çeri, Böyle Bir Hayat/Güzin Dino, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2022, s. 131.
[7] İsa İlkay Karabaşoğlu, a.g.m., s. 331-352.
[8] Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, s. 321.
[9] Alaattin Karaca, “Tanpınar ve 1960 Darbesi”, Karar, 31 Temmuz 2016.
[10] Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 14 Haziran 1960 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan ‘Suçüstü’ isimli yazısı, 27 Mayıs’tan sitayişle bahseden başka yazılarla beraber Ak Devrim adıyla kitaplaştırılmıştır.
[11] Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, s. 315.
[12] Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, s. 316.
[13] Oysa Tanpınar, şöyle konuşuyor: “Sağlarla beraber değilim; çünkü sağ şarktır ve şark bizi daima yutmağa, içimizden doğru yutmağa hazırdır. Eğer bir Barrés, bir Maurras, bir L. Daudet gibi insanlar olsaydı etrafımda iş değişirdi. Fakat Mehmet Akif’le [Ersoy] yol arkadaşlığı, Mümtaz’la [Turhan] fikir beraberliği, asla…” Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, s. 205.
[14] İbrahim Hilmi Tanışık, İstanbul Çeşmeleri I, Maarif Matbaası, İstanbul, 1943. Eserin girişinde şu söz kaydedilmiş: “Milli Şefimiz İsmet İnönü’nün Başvekilliği zamanında eski eserlerimizin korunması hakkında Vekâletlere gönderdikleri tamimler.”
[15] İbrahim Hilmi Tanışık, a.g.e.
[16] Turgay Anar, “Türk Edebiyatında Edebiyat Kanonu: Kanon, Kanona Girmek ve Kanona Müdahale”, FSM İlmî Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, 1 (2013) Bahar, s. 40-78.
[17] Nesrin Aydın Satar’ın şu kaydını buraya raptedeyim: “Kanon söz konusu olduğunda siyasi otorite, edebiyat camiası ve halk mercilerinin hem kendine has hem de geçişkenlik arz eden kodları irdelendiğinde Tanpınar ve eserlerinin durumunun karmaşıklığı gündeme gelmektedir. Yazar, yaşadığı dönemde milletvekilliği yapmasına rağmen resmi kanonda boy gösterememiş, orijinal bir edebiyat anlayışına ve bilgeliğine vakıf olmasına rağmen edebî cemiyetlerde adından pek söz ettirememiş; eserlerindeki toplumsal ve kültürel serzenişlere rağmen halka mal olamamıştır. Yine de siyasetin geleneksel kültür ve fikir üzerindeki tahakkümünün kırılmaya başladığı 70’li yıllarla birlikte Tanpınar; resmi kanonda yer alan, edebi ve akademik camiada en sık işlenen ve hakkında en çok konuşulan, eserleri on binlerce basılıp, onlarca dile çevrilen ve adına uluslararası festivaller düzenlenen bir yazardır.” Bkz. “Kanon Olmanın Kıyısında: Edebiyatın Politize Olması ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Cumhuriyet Kanonu’ndaki Yeri”, Türkiyat Mecmuası, C. 25/Bahar, 2015, s. 161-188.
[18] Burak Onaran, “Tanpınar’da Kronolojilerin İflası”, Sanat Kritik, Podcast.
[19] “Tanpınar külliyatında ben, ikinci ben, şizofreni, kişilik çatışmaları ve buna bağlı kavramlardan introspection (yazarın deyimiyle ‘içe doğru çevrilmiş ayırıcı göz’ bir çeşit ‘murakabe’) gibi kelimelere sıkça rastlanır.” Bkz. Mehmet Samsakçı, “Tanpınar’ın Senelerinin Bilançosu”, Tanpınar’ın Eşiğinde/Ahmet Hamdi Tanpınar ve Eserleri Üzerine Düşünceler, Kitabevi, İstanbul, 2017, s. 3.
[20] Evet, 27 Mayıs 1960 tarihinde vuku bulan askerî müdahalenin bildirisini “Sevgili vatandaşlar! Dün gece yarısından itibaren, bütün Türkiye’de, deniz-hava-kara Türk Silahlı Kuvvetleri, el ele vererek, memleketin idaresini ele almıştır. Bu hareket, Silahlı Kuvvetlerimiz’in müşterek iş birliği sayesinde, kansız başarılmıştır! Sevgili vatandaşlarımızın sükûn içinde bulunmalarını ve resmî sıfatı ne olursa olsun hiç kimsenin sokağa çıkmamalarını rica ederiz. Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır,” sözleriyle radyodan okuyan ve politik çizgisi gereği ömrü komünizmle mücadele ile geçmiş Alparslan Türkeş’in 1994’teki MHP Kongresi’nde “romantik komünist” Nâzım Hikmet’in “Davet” şiirini okuması gibidir hayat.
[21] Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, s. 322-323.
[22] Ahmet Hamdi Tanpınar, “Ne İçindeyim Zamanın”, Bütün Şiirleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2010, s. 19.
[23] Hasan Turgut’un “Tanpınar hakkındaki yorumların genellikle ıskaladığı ya da mazinin yarattığı büyük tartışma alanı yüzünden ele almadığı bir konudan söz edeceğim: Tanpınar ve Gelecek. Bu iki kelime yan yana geldiklerinde bile bir tür oksimoron yaratıyor gibi,” diye başladığı Podcast kaydını dinlemenizi tavsiye ederim. Bkz. “Yaz Sıcağında Bir Esinti, ‘Gelecek’ten Gelen Şiir”, Sanat Kritik.
[24] Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul”, Beş Şehir, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2003, s. 206-208.
[25] Jorge Luis Borges, “Döngüsel Yıkıntılar”, Ficciones, çev. Tomris Uyar, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 85.